Beni tanıyorsunuz, biliyorum ama marifet beni değil, kendinizi tanımak. Eskiden olsaydı hiç sesimi çıkarmazdım. Hareket eden herhangi bir canlının ardına takılır giderdim. Varlığımdan yalnız gölgesi olduğum canlının haberi olurdu. Sesimi ancak o duyabilirdi.
Doktor sağ olsun. Vaktiyle bir yazar ölürken ruhunu bağışlamış, doktorun yaptığı çok ilginç bir deneyin sonucunda ben bu ruha kavuştum. Şimdi yıllar önce göçüp giden o yazarın ruhu benim simsiyah ışığımda geziniyor. Bunun nasıl olduğunu anlatmakla vakit kaybetmeyeceğim. Bir mucize mi? Belki. İnanırsınız inanmazsınız. O ayrı konu. Fakat gerçeğin kendisi en büyük mucizedir. Burada karşınızda bu sözleri söyleyebiliyorsam gerçekten bir farkım yok demektir.
Her neyse…
Benim günüm akşamüstü başlar. Bazen öğlenleri bir hava almaya çıkarım. Bir ağacın altında görebilirsiniz. Selamlaşırız eski dostum güneşle. Hatırlı dosttur. Hiç ihmal etmez.
Akşamüstü, dalarım şehre. O insan kalabalığına karışırım. Ne çıkarsa bahtıma. Nasıl ki balıkçılar “Bismillah vira” deyip açılırlar denize ben de sokaklara, caddelere girer çıkarım. Niyetim her zaman ilginç insanların gölgesi olmaktır. Bedensizlik böyle bir şey. İstediğiniz kılığa girebiliyorsunuz. Sahi siz insanlar içinde de var öyleleri değil mi?
Bak işte onlardan biri. İsmi Can ya da o kendini herkese öyle tanıtıyor. Her ortamın sevileni. Her devrin adamı. Her yolun yolcusu. Onun zavallılığını herkes biliyor bilmesine ya uğraşmak istemiyorlar.
Bu Can ikinci hatta üçüncü bir sınıf oyuncu. Şimdilerde bir radyo programı ve ucuz yollu drama atölyesi yapıyor. Dar bir sokakta, eski bir apartmanda oturuyor. Alt katında bir orospu var. Bazen o da gidiyor avdan, pardon bardan eve eli boş döndüğünde.
Ben ve karanlık gözlü orospunun gölgesi duvarda birleşiyoruz geceleri. Ruhumuzu karıştırmaktan başka ne yapıyoruz ki… Bir gölge bir gölge daha bir gölge eder. Katlanmak zorunda değilsiniz benim bu saçma laflarıma. Çenem düştü mü böyle oluyorum.
Şimdi Can ufaktan yol alıyor, köşede bir meyhane, ucuz bira satıyor. Oraya uğrayıp bir nefeslenecek. Gidene kadar tanıdık kim varsa hemen çakıyor selamı. Biraz ilgi, biraz fırsat uğruna neler yapar, gözlerinden okunuyor.
Akşamüstü böyle geçiyor, bir ya da iki bira, bir köfte. Sonra bir sigara yakar. Rüzgâr olmaz da sigaranın dumanı yavaşça üzerimden geçerse ben de nasiplenirim biraz. Işık vurur da biranın üzerine düşersem ne schön, ne kadar great ve aynı zamanda eazim ve bütün dillerde harika.
Can, ağız kısmı hafif sararmış bardaktan birasını içerken ben de etrafa bakınıyorum. Bak şimdi şu kaldırımdan giden kıvırcık saçlı, orta boylu kadın mesela, daha adını öğrenemedim. Çünkü işyerine gidene kadar benim gölgem kısalıveriyor.
O yüzden ancak akşamüstleri dönüşünü izleyebiliyorum. Beni uzaktan da olsa görüyor biliyorum. Ama konuşamayız asla. Aşk biraz da bu galiba. Çaresizlik içinde kin ve sevgiyi aynı anda biriktirmek. Kavuşmak değil, belki haklı eski zamanın aşk kahramanları. Belki de kendi kaybedişlerine felsefi bir anlam yüklüyorlar.
Can kalktı, şimdi biraz kederli gibi görünecek aydınlığını ve masumluğunu yitirmiş yüzü.
Gözleri suçluluğunun ne kadar farkında. Sırtı terlemiş biraz, gömleğinde iz yapıyor.
Birazdan bir kadınla buluşacak, kötü oldu bu. Gerçi olsun, yalanlarıyla kandırdığı kaçıncı kadın bu.
Onu ve şimdiki varlığımı geçip giden bugünle birlikte Kahire çıkmazında bırakıyorum. Soldaki eski İtalyan balkonlu beyaz apartmanın altında dinleneceğim. Sonra daha güneş tepeye varmadan çıt sesinden ürkerek kaçan bir kuşun ardına takılacağım. Uçuyoruz şimdi, özgürüz. Yerdeyken biraz olsun hissettiğim varlığımı şimdi hiç hissetmiyorum.
Özgürüz, acaba ardına takıldığım bu kuş özgürlüğünün farkında mı? Ya da kanatlarında taşıdığı şeyin ne olduğunu biliyor mu? Sanmam. O yalnızca, göç yollarını, durup kana kana su içeceği yerleri biliyor. Bir de hayatta kalma içgüdüsü var. Dünya ve evren bilgisi bunlarla sınırlı. Olsun, yine de bir işe yarıyor. Bir görevi var.
Mesela az önce üzerinden geçtiğimiz Memur İrfan gibi değil. O her gün, uyanır elini yüzünü yıkar -artık tıraş olmaz çünkü o zorunluluk kalktı- sonra giyinir, işyerine gider eşyalarını koyar. Bir iki saat kafeteryada vakit geçirdikten sonra çarşıda poz kese kese gezer durur. Onun yüzünden elimde her zaman kahve bardağıyla gezmek zorunda kalıyorum. Ayrıca oturmak bilmiyor. Onun yüzünden bazen boyum kısalıyor bazen uzuyor bazen hepten yok oluyorum. Artık ölçüm kalmadı gibi bir şey.
Memur İrfan torpilli. Zaten mümkün müdür başka türlüsü. İlk tercihinde kim istediği şehre tayin olabilmiş.
Bugün yeni Müdür Bey gelmiş olacak ki çok oyalanmıyor buralarda, baksana “Acelem var, daireye dönmem lazım,” dediğine göre.
Sonra bak Gazeteci Kemal’in evi şurada, güvercinin kanadının hizasında üç sokak var. O üç sokağın ortasındaki hafif kıvrımlı sokak. Bir iki kez gitmiştim. Yarısında eski, kalanında yeni evler var. Ama temiz sokaktır. Kapısında çocuklar oynar. İşte Gazeteci Kemal o sokakta. Pek etliye sütlüye karışmaz. Diyeceksiniz ki etliye sütlüye karışmadan nasıl gazeteci olunur? Olunuyor işte. Nabza göre şerbet. Önce hafif porsiyon muhalefet sonra bir “ama” sözcüğüyle iktidara övgüler… Bilirsin Türkçe anlam konusunda çok zengindir. Ki anlam da her yola girmeye müsaittir. Bu sebeple anlaşmak zor biraz. Fakat anlatmak çok güzel.
Kemal’in sokağından devam edip sağa dönerseniz, Ayşe Hanım’ın evi karşılar sizi. Bıkkın bir öğretmendir o. Gerçi gayet iyi bir bahanesi var, sistem çok kötü. Onun zamanındaki gibi değil. Gerçi o kendi zamanında da isyan etmiş. Sürgün bile yemiş hatta. Şimdi yalnızca dersine ilgi gösteren çocuklara ilgi gösteriyor. Eh, çok kitap okumak hayat kurtarmaz, nasılsa değil mi? Edebiyat Öğretmeni Ayşe Hanım, bu sözleri görünce neler düşündü ama eminim daha çok acıdı bu sözü edenlere.
Güvercin nihayet bir yere inmeye karar verdi. Ben de bari şu ağacın altında dinleneyim. Gölgemin kısalmasını daha fazla görmek istemiyorum.
Bu da ne? Ellerim var. Yüzümü aynada görebiliyorum. Hem tıraş da olmuşum, bir on yıl gencim artık. Üzerimde beyaz bir atlet. Gömleğim, ceketim ütülü. Aman Allah’ım, bu nasıl bir şey. Uzun bir boyum var, omzum da geniş. Bu, bu gerçekten ben miyim? Ayakkabılarımı giydim. Çıkıyorum, elimde kahverengi bir evrak çantası var. Gömleğimin cebinde bir dolma kalem. Beni kapıda biri karşılıyor. “Merhaba üstat,” “Çok beklettim mi?” diye soruyorum ona. “Yok,” diyor, üzerinde sarı bir gömlek var. Atlıyoruz arabaya…
Telaşla uyandım, fakat bu telaşımı ve uyanışımı hiç kimse görmedi. Görseler de bir şey değişmezdi zaten. Ses çıkarsam da aynı. Mesela şu dalı alıp şuraya götürsem yine kâr etmez. Rüzgârın savurduğu bir dal parçası olur onun adı. Halbuki rüzgârdan çok önce ben alıp koymuşumdur. Benim kaderim ve bahtım ışık. Varlığımın yegâne ispatı onun elinde. Günahlarımın bedelini ise rüzgârla ödüyorum. Bu yüzden rüzgâr en büyük düşmanım. Nedenini bir gün anlatırım.
Neyse ki kurtuldum. Üzerimdeki o ataleti atıyorum yavaş yavaş. Caddede bir dünya akıp gidiyor fakat renksiz. İnsanların benizleri soluk, suratları asık.
Şimdi bir çocuğun peşine takılıyorum. Okul çağında ama daha bırakmamış çocukluğu, bir elinde karnesini savuruyor diğer eli annesinin elinde. Sağa saptık sonra sola. İkinci dükkân kasap. Bir bakış atıyor anne kasaba, çaktırma der gibi, bu da büyüklerin bir oyunu. Karne hediyesi pirzola ve çocuğun gözünde başarma hissi. Eh, sonuçta herkesin Everest’i farklı değil mi? Kimi için pirzola kimi içinse Londra’dan bir sokak almak.
Şimdi Memur İrfan’a sorsan pirzolayı kim bulmuş da yesin der. Halbuki hiç çıkmaz kasaptan. Ödemez de. Eh Belediye Başkanı, Zabıta Müdürü filan tanıdık nasılsa.
Şimdi Can yine köşedeki meyhanededir. Ben size söylemeyi unuttum dün gece gayet iyi eğlendik. Hem de o İtalyan Balkonlu apartmanda. Ama bir şey fark ettim. Böyle heyecanlı ve güzel anlarda yokluğumu daha çok fark ediyorum. Sanırım güzellikler, mutluluklar, aşklar yakışmıyor bana. Onu bir türlü kendime uyduramıyorum. Belki tenim yok diyedir, ah evet ya da varlık nedenim kendim değilim. Bilmiyorum. Ama gölge demek illa kötülük ve cinayet demek değildir. Bunu size kim öğrettiyse çıkarın onu hayatınızdan. Ne öğrendiyseniz de unutun.
Bugün her zaman gittiği yer değil, farklı bir yere gidecek Can. Belli ki o bayat biradan içmedi. Soda-limon içmesi meyhaneciyi de şaşırttı. Açıkçası iyi oldu bu, benim de midem rahatladı. Evet, şimdi yola çıkıyoruz. Önce caddeye, sonra bir taksi çevireyim dedi ama nafile. İkinci kez işaret ettiyse de o giden de durmadı. Allah’ın hakkı üçtür deyip, yine bir ıslık bir el ama sonuç yine hüsran. Hiçbir taksi durmadı. “Bari,” dedi dolmuş sırasına girelim. Mümkün değil. Sanki bütün şehir bugünü beklemiş, taksiye ve dolmuşa binebilmek için. “En iyisi yürüyeyim daha zaman var,” dedi içinden. Epey bir yürüdük. Bazen bir ıslık tutturdu, bazen değişik değişik düşünceler. “Ne fırsatlar teptim şu kibrim yüzünden. Gel gör ki en karşı çıktığım nefret ettiğim şeyden kazanıyorum ekmek paramı. Atölyeymiş, peh. Dolandırıcılık desek ya şuna. Keşke herkes aklından geçeni söyleyebilse. Şu bilincin inşa ettiği Çin Seddi’ni bir kaldırsak aradan. Mümkün mü? Değil. Hem öyle olsa çok kan dökülürdü. Kendine gel oğlum. Her kendinle baş başa kalmanda aynı terane. Şöyle müthiş bir oyuncu olabilirdim, yok başrol kapabilirdim. Kapsaydın. Atılsaydın öne. Yook, bu alçakgönüllülük değil. Bu kibir. İstedin ki Hamlet’in yönetmeni ismi lazım değil gelsin reverans yaptıktan sonra diz çöksün ve “Can ne olur, yalvarırım Hamlet’i sen oyna, senden başkasına güvenemem. Bak rezil olacağım, gel beni kurtar,” demeli, sen de, “Bakarız,” deyip ayağa kalkmasını işaret etmeliydin. Sonra o Pelin adlı hanfendi her fırsatta sana yaltaklanmalı, seninle yatmak için fırsat kollamalıydı. Değil mi tam olarak böyle olmalıydı. Ah hayaller ve gerçekler. Şimdi daracık bir sokakta, çürük çarık bir evde oturuyorsun. Mahalleye girip eve sağ salim vardığında bugün de vartayı atlattık diye derin bir nefes alıyorsun. Yalan mı? Küpe takıyorsun diye mahallenin bıçkınlarından yediğin sopanın intikamı ne oldu hem?
Islık, ıslık, ıslık. Seni Rodrigo’nun konçertosu kurtarmayacak aslanım, mezarlıkta değilsin, hayatın tam içindesin. Yüzündeki çamura bak.
Gerçekten de Can’ın yanından geçen bir araba üstünü başını batırmıştı. Ucuz komedilerdeki aptal aşığa dönmüştü şimdi. Belki de işe yarardı kim bilir? Yine de riske atmadı. Bulduğu ilk mağazaya girdi, ucuz yollu bir gömlek, bir pantolon aldı, çıktı.
O sırada yakınlardaki lambanın altında bekledim. Işıkla gülüşüyorduk. “Oyunumuz bitmedi daha,” dedi. Sanki bir şeyler biliyordu. Sanki buyruk onun elindeydi. Ve ben esiriydim onun.
Daha tek kelime etmedim. Nihayet geldi Can, ama ben sıkıldım. Gitmeyeceğim onunla.
Şuradan bir arabanın ardına takılır giderim. Haydi eyvallah, görüşürüz gece yarısı.
Işıktan kurtulduk derken rüzgârı tam karşımıza aldık. Şimdi o ıslaklığı yutuyorum, her nefes alışımda. Kim bilir, ecelin hangi kanını taşıyor. Nereden nereye götürüyor cebindeki ihaneti.
Bir zamanlar gençtim, yorulmuyordum öyle kolay kolay. Gençlik zamanında insanın en kıymetli şeyi canı olabiliyor. Bunu dev bir şair yazmıştı iki kere. Ancak benim alınacak bir canım da yoktu. Ya da vardı. Bilmiyorum. Can, yaşadığının farkında olmak değil de nedir zaten. Sayısız evren var, sayısız evrende, adını bilmediğimiz, tarif edemediğimiz canlılar var belki de. Ben hiç görmedim, bilmiyorum. Neyse işte, gençlik zamanında dik başlı ve inatçı oluveriyorsun. Sonuçta bir ruhun var. Ve o ruh sana kendi özgürlüğü için her şeyi yaptırıyor. İyi ki!
Kaderimi elinde tutan ışık, bana türlü türlü oyunlar yapıyordu. Bazen boyumu öyle uzatıyor öyle uzatıyordu ki gökyüzündeki bulutlara ulaşacağımı sanıyordum. Ve tabi o kadar uzayan gölgeyi kimse görmüyordu. Kimse görmezse ne oluyorsun? Kocaman bir hiç. Sonra tekrar kısaltıyordu boyumu hem de elindeki ışın topunu gözüme doğrultarak. Bazen ikisinin tam ortasında bırakıyor, bazen haça benzeyen yerler bulup beni çarmıha germeyi deniyordu. Bedenim olmadığı için fiziksel bir acı çekmesem de ruhum tükeniyordu. İsa’yı ve Prometheus’u aynı anda anlamamın sebebi budur: Işık. Çok sevmeme rağmen ateşten uzak durdum. Aydınlık evlere, ışıklı caddelere her bakmak istediğimde karşımda o ve hain bakışları…
Ben bu ışıkla bilmiyorum kaç gez savaştım. Türlü mercekler, aynalar mı denemedim. Suların içinde mi gezinmedim. Yıldızlarla birlik mi olmadım, akla gelecek her şeyi denedim. Nafile.
Sonra bir şans, kumlar… Öyle eşsizler ki. Kumların içine saklandım. Işık artık ruhuma işleyemiyordu. Ta ki o hain rüzgâr sırf biraz eğlenmek için kumları savurana kadar. Yalnız nefesiyle değil, elleriyle, ayaklarıyla savurdu bütün kumları boydan boya. Sonra da hiç peşimi bırakmadı. Ama bir gün öğrendim sebebini. Meğer aynı yıldıza âşık olmuşuz. Ve o yıldız çoktan yandı gitti evrenin simsiyah boşluğuna doğru… Rüzgâr o günden beri bütün ayrılıkları, bütün yalnızlıkları bütün ihanetleri cebinden eksik etmedi. Ölümle ve zamansızlıkla anılan yine ben oldum.
Arabanın arkasında gidiyoruz. Bir an içeriye baktım. Ne göreyim? Bu eller, bu traşlı yüz, sonra o kahverengi deri çanta. Şoförün sarı gömleği. Hayır Gölge kendine gel. Bu o değil. Yanılıyorsun.
Araba döndü dolaştı, çıkmaz sokağa girdi. Farlardan saçılan ışık duvara çarpıyordu.
Ben tam duvarla arabanın arasındaydım. Tepemde yine o lanet ışık. İki el silah sesi. Tam önüme düştü iki kovan…
Olmayan kendime geldiğimde yine o köşedeki meyhanenin kenarındaydım, her zamanki saatimde.
Gelen giden yoktu.
O günden sonra meyhanenin kenarından hiç kımıldamadım. Üzerimdeki bu kan damlaları ve kan kokusu hiç çıkmayacak. Sonsuza dek ölümle biten bir aşka tanıklık edeceğim. Ben zavallı bir gölgeyim Kahire Çıkmazı’nda
Ve sen haklıydın, oyunumuz bitmedi daha.
Gözen Esmer
Comments