top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Darmadağın Öykü Bahçeleri -5 -“Koca Yörük”ün Öykü Bahçesi: Samim Kocagöz

Yazarın yaşam öyküsü, yazdıkları kadar ilgimi çeker. Yazdıklarını yaşam öyküsünden ayrı düşünemem, istesem de. Yaşamöyküsüyle yazdıklarındaki “samimiyet”i test eder, bağ kurarım kendi aklımca. Samim Kocagöz’ün Söke, Akçakaya Mahallesi/Köyü aile mezarlığındayım; doğduğu yer Burunköy’e dokuz kilometre uzaklıkta. Neden Akçakaya? Köyü yazan, köyünü yazan bir edebiyat insanının edebî mekân olarak köyünü seçmesinden daha doğal ne olabilir! Samim Kocagöz, köyü(nü) anlatır anlatmasına da köy yaşamını güzellemez, yozlaşmayı da görür. “Kalpaklılar” başta olmak üzere toplumcu gerçekçi romanlarıyla tanınan Samim Kocagöz, adı “memleket hikâyecileri” (Kemal Bilbaşar, Fakir Baykurt, Mehmet Başaran…) içinde anılan bir yazardır.

1916, 13 Şubat’ta Söke’de doğar.

1942, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirir.

1942-1945 arasında Lozan Üniversitesi’nde sanat tarihi eğitimi. Türkiye’ye dönüş sonrası bir süre İzmir Ticaret Okulu’nda edebiyat, Devlet Konservatuarı’nda sanat tarihi dersleri verir. Söke’de çiftçilikle uğraşır.

1950, İzmir’e yerleşir. Servet-i Fünûn, Uyanış, Ses, Hep, Bu Topraktan, Vatan, Fikirler, Yenilikler, Yeditepe dergileriyle Demokrat İzmir gazetesinde yayımlanan öyküleriyle ünlenir. Yeni İstanbul ile New York Herald Tribune gazetelerinin ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikâye Yarışması’nda “Sam Amca” öyküsü birinci seçilir.

1993, İzmir’de vefat eder.

Samim Kocagöz’ün on iki öykü kitabında toplam yüz kırk sekiz öyküsü (iki tekrar hariç) bulunmakta:

1. Telli Kavak (1941, İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi Yayını, 108 s.),

2. Sığınak (1946, İstanbul: ABC Kitabevi, 109 s.),

3. Sam Amca (1951, İstanbul: Yeditepe Yayını, 91s.),

4. Cihan Şoförü (1954, İstanbul: Yeditepe Yayını, 91 s.),

5. Ahmet’in Kuzuları (1958, İstanbul: Yeditepe Yayını, 73 s.),

6. Yolun Üstündeki Kaya (1964, Ankara: İmece Yayını, 96 s.),

7. Yağmurdaki Kız (1967, İstanbul: Set Kitabevi, 91 s.),

8. Alandaki Delikanlı (1978, İstanbul: Okar Yayını, 231 s.),

9. Gecenin Soluğu (1985, İstanbul: İzlem Yayınevi, 152 s.),

10. Zar Kanat (1985, İstanbul: Gendaş Yayını, 63 s.),

11. Simon Pepeta (1986, İzmir: Sanat-Koop Yayını, 159 s.),

12. Baskın (1990, İstanbul: Cem Yayınevi, 119 s.).

Samim Kocagöz, öykülerini çoğunlukla köy yaşamı (ağa-ırgat-kâhya ilişkileri) ya da bozuk düzen teması üzerine kurar; ezenler ve ezilenler. Ezenler sınıfında iktidar, ağa, burjuva, devlet memurları, rüşvetçiler, üçkağıtçılar/iki yüzlüler vardır, ezilenler ise işçiler ve köylülerdir yani halktır. Ezenler zengin ve mutludur, ezilenler ise yoksul ve çaresiz. Bütün öyküleri bu mesajı taşır.

Samim Kocagöz’ün karakterleri eylem insanıdır; kırar, döker, eker, biçer, ölümüne sever ama hep bir şeyler yapar. Otoriter bir yazar kişiliğinin yansımasıdır öyküleri. Her öyküsünde, bir karakterle özdeşleşiriz; o karakterin kaderiyle kuşatılmak hissi insanî bir etkileşimdir ki çocukluğumuzdan bugüne öyküleri sevmemizin birincil nedeni bu değil midir?

Güçlü gözlemlerine dayanarak köy ve kasaba insanlarının sorunlarını, günlük yaşamlarını ve duygularını yalın bir dil ve gerçekçi tutumla yansıtır Samim Kocagöz. Köy ve kasaba insanını yazmaktaki ısrarı, farklı açılımlar getirmesiyle önemli bir öykücü yapar onu. Edebiyata Sabahattin Ali’den etkilenerek girdiğini her zeminde tekrarlayan Samim Karagöz, gözlemlerini yaşamıyla harmanlar. Toplumcu bakışıyla içinde yaşadığı ve yakından tanıdığı Batı Anadolu’yu anlatır; Söke ve çevresi ile Menderes vadisi öykülerinin coğrafyasıdır. Samim Kocagöz, olayları açık-seçik anlatmayı sever, çağrışımlar ve betimlemeler öykülerinde az yer bulur. Duygu ve düşüncelerini köy gerçeklerine yoğunlaştırır, yaşanmışlıkların öykülerini yazar; yazmak/anlatmak insanî bir ihtiyaçtır, öykü bunun için vardır. Kurgularında köy yaşamını merkezine alarak insanın çaresizliklerinden beslenen itirazlarını, aceleciliklerini, acemiliklerini, boş vermişliklerini ve hoyratlıklarını dile getirir; tezli öyküdür Samim Kocagöz öykücülüğü. Doğup büyüdüğü coğrafyanın insanlarını anlatırken hep acıların yasını tattırır okura. Cevdet Kudret, acımasız eleştirisini esirgemez 1: “Kocagöz sanat endişesinden söz etmekle birlikte, anlatıma pek özen göstermemiştir.” Cevdet Kudret gibi düşünen başkaları da vardır: “Samim Kocagöz için köy davası büyük davadır. Ege köylüleri üzerinden işlenen bu davada topraksızlık, gıdasızlık, su taşımaları, ağalarla ortakçılar arasındaki kavgalar… vardır. Kişiler arasında Tahtacı-Türkmenlere rastlansa da ağırlık mevsimlik işçiler, ova köylüleri ve kasabalılardadır. Samim Kocagöz, bu insanları kapitalistleşme sürecindeki hâlleri içinde ve hep toplumcu bir yorumlamayla ve mizaha hiç yüz vermeksizin, bazen makaleyi hatırlatırcasına ve ihmal edilmiş bir dille anlatır.” 2

“İstanbul, 7 Mart 1941” tarihli günlüğüne şunları not eder: “Dün Fakülteden dönüşte, Ankara Pastanesi’nin önünden geçerken, Sait Faik, cama vurdu, beni çağırdı. Tek başına oturmuş çay içiyordu. Ben de kendime bir çay ısmarladım. Hoşbeşten sonra, bir zaman sustuk. Birdenbire,

‘Durup durup ne suratıma bakıyorsun?’ Dedi.

Bakıyor muyum, karşılığını verdim. Biraz durakladıktan sonra, yumuşak, gönülalan bir sesle,

‘Kitabını okudum…’ diye söylendi. Yine yüzüne baktım.

‘Memleket konuları üstünde birçok şeyler biliyorsun…’ diye ekledi.

Sadece memleket konularını bilmek sanatçı olmak için yetmez… karşılığını verdim.

‘Vay namussuz vay!.. Sen bu oyunun farkındasın. Sende iş var be!..’ deyip kahkahayı bastı.” 3

Ve tadımlık bir Samim Kocagöz öyküsü: Azrail’e Övgü 4

Hasan, alacakaranlıkta soluk soluğa, bütün köyü dolaştı. Kapıları yumrukladı, çitlerin ardından bağırdı:

“Varın! Yürüyün! Öldü… Öldü!”

Don-gömlek kapılarına çıkanlar, uyku sersemi pencerelerinden Hasan’a bakanlar, önce omuz silktiler. Sonra işi iyice kavrayınca telaşlandılar. Daha sonra heyecanlandılar. Karılarını, kızlarını, kızanlarını ayaklandırdılar:

“Kalkın, ölmüş!..”

“Ne? Ölmüş mü?”

Yarım saat geçti geçmedi, bütün köyü bir uğultudur aldı: “Öldü! Ölmüş! Öldü! Ölmüş… Varıp bakalım, görelim necep ölmüş?”

Ortalık ağarırken köyün meydanı, kahvesi, kahvenin karşısındaki caminin avlusu kaynaşıyordu. Caminin içindeki kalabalık sabah namazına durmuştu. Dışardakiler, İmamın, cemaatin çıkmasını bekliyorlardı. Bayramdan bayrama namaz kılan Hasan, bugün İmamın tam arkasında, ihtiyarların arasında sabah namazı kılıyordu. Aklı fikri o kadar karışmıştı ki, bir ara secdeye vardığında, “suphanallah… suphanallah” diyecek yerde, “öldü geberdi, öldü geberdi…” diye bağırmaya başladı. Cemaat, kıkırdadı, gülüştü. İmam efendi, sağına soluna selam verdikten sonra, bir “estağfurullah” çekip, Hasan’a ters ters baktı. Camiden çıktılar. Papuçlar giyilirken bir de baktılar, İmam efendinin elinde Tanrı Buyruğu:

“Vazgeç hocam,” dediler, “bu herifin başucunda Yasin okumaya değmez. Zaten Tanrı da kabul etmez.” Avludaki kalabalık da İmamın etrafını almıştı. Hoca, gözlerini aça aça iki yakasına bakındı. Yutkundu:

“Üskürü mevkatüm bilhayır!..” diye gülümsedi. Topluluk, bir an onun yüzüne bel bel baktı. Hasan, kalabalığın arasından başını uzattı. Namaz kılarken ters çevirdiği kasketini düzeltti, “Hoca efendi, söyleyeceğini açıkça söyle anlayalım,” dedi.

“Hani sizin anlayacağınız, ölülerinizi hep hayırla anınız. Kitap böyle buyuruyor,” karşılığını kimsecikler kavrayamadı.

“Allah Allah!”

“Bu adamı ha?”

“Bu deyyus, hayırla anılır mı?”

“Çekti gitti cehenneme işte…” Bu gürültüyü, İmamın öfkeli sesi bastırdı: “E… Ne toplandınız öyleyse?” Bu soruya birçokları güldü: “Eh... Görelim bakalım toprağın altına nasıl girecek, dedik.”

Hocanın ardından yürüdüler. Kadınlar, çocuklar, ölünün köyün üstbaşındaki evinin etrafını çoktan almışlardı. Ev, büyük bir incir bahçesinin köye bakan beyaz duvarlarının üst köşesinde iki katlı taş bir binaydı. Harımına, develerin, arabaların sığabileceği, büyük bir tahta kapıdan giriliyordu. Kapının iki kanadı ardına kadar açıktı. Köyün içinden kopup gelen kalabalık, kapıya yaklaşmadı. Uzaktaki gübre yığınlarının, yıkık duvarların üstüne çıktılar. Kadınlar, çocuklar; hareketsiz, gözleri taş yapıya dikilmiş, öylece bakıyorlardı. Erkekler, kapıya biraz daha yakındılar: Kapının ilerisindeki iki karaağacın gölgesine küme küme toplanmışlar, kimi yere çökmüş, kimisi çömelmiş, fısıl fısıl fısıldaşıyorlardı. Yalnız Hasan, ağaçların etrafında dört dönüyor, aşağı yukarı dolaşıyordu. İmam efendi koltuğunun altında Tanrı Buyruğu, koca kapıdan yürümüş girmişti. Onu, evin merdivenlerinde ölünün delikanlı oğlu karşılayıp içeri almıştı. Hoca, eve girerken, ev, bir kere daha yerinden oynadı, sarsıldı. İçerdeki kadınlar, bağrışmaya, yüksek sesle ağlaşmaya başladılar:

“Bizi koyup da nerelere gittin?” Evi seyreden kalabalık, her seferinde bu haykırmayı duydukça, dönüp birbirinin yüzüne bakıyordu. Bir keresinde ölünün karısının sesi ortalığı çınlattı. Bu sesi, bütün köy çok iyi tanırdı:

“Ah! Beni koydun da nerelere gittin?” Yine köylü, tuhaf tuhaf bakıştılar. Hasan, dayanamadı, olduğu yerden bağırdı:

“Nereye gidecek, yedi kat cehennemin dibine!..” Eğer ortalıkta bir ölüm meselesi olmasaydı, topluluk kahkahayı basacaktı. Millet, kendini zor tuttu. Bu sırada ölünün iki büyük oğlu, kalabalığın arasından geçip, büyük kapıya doğru ilerlediler. İkisinin de sırtında yük vardı. Biri teneşiri, öteki tabutu omuzlamıştı. Onların geçişini köylü, sevinçle seyretti. İhtiyarlar, kocaman tesbihlerini şakırdattılar. Erkekler, gözleriyle tabutu, teneşiri, birbirlerine gösterdiler. Kadınlar, birbirlerini dürttüler, “Aniii! Bakındı gari…” diye fısıldaştılar. Çocuklar, analarının eteklerine sarıldılar. Öte yanda, açık kapıdan görünen harımın içinde, bir kaynaşma vardı. Ölünün bedelleri, hizmetçileri, orta yerde büyük bir kazanın altını ateşliyorlar, sağa sola koşuşuyorlardı.

Böylece uzunca bir zaman geçti. Kalabalık, hep bakıyor, bakıyor; kopan çığlıklara kulak veriyordu. Bir ara kapıda Hoca göründü. Erkeklere yaklaştı. Onların orta yerinde durdu. Etrafına öfkeli öfkeli bakındı. Sonra, “Ayıp ayıp… Utanın…” diye bağırdı, “kalkın yürüyün… dinimizin buyurduğu vazifemizi eda edelim.” Kimse oralı olmadı. Bel bel hocaya baktılar. Bir ihtiyar, “Ölüyü yıkadıktan, kefene sardıktan sonra, MERHUMU NASIL TANIRSINIZ? diye sormayacaksan gelelim…” dedi.

“Neden sormayacakmışım?” İhtiyar, çarpık suratını büsbütün çarpıttı, “Eh… Ben Müslüman adamım. Yalan söyleyemem. İyi tanırız, diyemem.” Bu laf, herkesin hoşuna gitti. Hoca, hırsından tir tir titriyordu:

“Günaha giriyorsunuz! Allah günahlarınızı bağışlasın… Ayıp ayıp!” Bir başkası, “Biz günahın böylesine razıyız hocam!..” diye uzaktan seslendi. Hoca efendi, hızla döndü, eve yürüdü. Hasan, hâlâ ağaçların etrafında dört dönüyordu. Birdenbire İmamın ardından o da yürüdü. Hasan’a herkes şaştı.

“Nereye ülen?” diye ardından seslendiler. Hasan, döndü. Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra kalabalığa baktı:

“Şimdi geliyorum,” dedi, “herif necep gebermiş bir bakacağım. Sahiden de ölmüş mü bir anlayalım…”

Koca kapıdan girdi Hasan. Merdivenlerden çıktı. Evin içinde kayboldu. Gitti gelmez… Gitti gelmez… En sonunda bekleyenlerin sabrı tükeniyordu ki, Hasan göründü. Onun görünmesiyle halk, sabahtan beri çivilendiği yerden koptu. Hasan’a doğru koşarcasına yürüdüler. Onun etrafını aldılar. Hasan’ın yüzü gözü karmakarışık olmuştu. Gözbebeklerinden şaşkınlık yıldırımları saçıyordu. İlk önüne gelen birkaç kişinin yüzüne sevinçle bakabildi en sonunda… Boğuk birkaç ses sordu:

“Sahiden ölmüş mü?” Hasan’ın yüzünü bu sefer büyük bir korku bürüdü:

“Hiç de böylesini görmemiştim…” diye söylendi, “Bir çarpmış çarpmış ki Azrail, Allah kimseye vermesin… Yüzü gözü, toptan suratı mosmor olmuş. Azrail’in pençesinin izi simsiyah yanağında duruyor. O kadar uğraşmışlar, gözlerini kapatamamışlar; ters dönmüş.” Bir zaman kimseden bir ses çıkmadı. Sonra ortalığı bir homurtu aldı. Herkesin yüzü biraz sonra aydınlanıverdi. Artık bekleyecek, görecek bir şey kalmamıştı. Beş dakika sürmedi, taş evin etrafında kimsecikler kalmadı; herkes köyün yolunu tuttu. Dönüp, yıkamak için ölüyü teneşire korlarken kimseler bakmadı bile… Köyün içine giden yolun üstündeki köylüler, sanki bir düğünden dönüyorlardı. Konuşmalar, gülüşmeler, şakalaşmalar gırla gidiyordu. Güneş yükselmiş, köyün yüzünü ince bir kuzey rüzgârı okşuyordu. Yolun iki yakasındaki incir, zeytin dalları hafif hafif rüzgârla sallanıyorlardı. Azrail, yeşil yaprakların arasından köylüyü seyrediyordu. Yaptığı işten sevinçliydi.


Zekeriya Şimşek


  1. Kudret, Cevdet (2009), Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman-III, İstanbul: İnkilâp Yayını, s.205.

  2. Mert, Necati (2000), Modern Öykünün Serüveni: 1940’tan Günümüze, Hece dergisi Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, S.46/47, s.127.

  3. Kocagöz, Samim (1962), Günlük, Türk Dili dergisi Günlük Özel Sayısı, S.127, Nisan 1962, s.612.

  4. Kocagöz, Samim (1993), Tüm Öyküler, İstanbul: Cem Yayınevi, s.231-234.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page