Onat Kutlar’ın İshak’ına
Trendeyiz. Öldüğüm yerden doğduğum yere gidiyoruz. Eve dönüş bir anlamda yuvaya dönüştür, ana rahmine dönüş…
Yolculukların en cevvali, en zoru ve en gerçeğidir. Kasırgada paramparça olan serenlerin, kopup giden cıvadranın, delinen karinanın, bozulan dümenin ardından, küpeşteye dayanıp o süt liman koya girmektir eve dönüş. Yaralanmış, zedelenmiş ve kanamışsındır, sığınak olarak evine yelken açmışsındır. Huzurlu kutsal sulardadır yuva. Hiçbir fırtına giremez değil mi?
tak-tak ..... tak-tak
Rayların birleşme yerinden geçerken oluşan ritim, vagonlar birbirlerinden bağımsız sallanıyor, hepsi başına buyruk. Kompartımanlar sıcak olur. Hele kışın ondan rahatı var mıdır bilmem.
tak-tak ..... tak-tak
Gökyüzü kırık beyaz, etraf ise kar beyaz. Gözlerini kamaştırıyor insanın. Kompartmandan dışarı koridora çıktım. Koridordan iki kişi zar zor geçiyor . Pencereyi aralayıp biraz kar havası almak istedim. Her yerde uzun çamlar var. Gelinliklerini giymişler, beyaz işlemeli püsküllü. Eteklerinden buz gibi bir ırmak akıyor. Irmağı takip ediyorum, ilerideki bir ağaçlıkta kayboluyor. O esnada trenden garip sesler çıkmaya başladı, dumanının rengi değişti, yanık mavi bir hal aldı. Öksürürcesine teklemeye başladı lokomotif. Giderek yavaşladı yavaşladı ve ani ve kulak tırmalayan bir frenle durdu. Artık vadinin kuytuğundayız. Sağ yanımızda ırmak, sol yanımızda çift camın ardında karlar ile gizlenmiş saklı bir köy... Bir de tabela, tabelada bir yazı: 23, Rakım : 936.
Etraf ölüye kesik. Çağlayıp akan ırmak dışında ses yok. Tren hareketsiz. Arıza yaptığını öğrendik, yaklaşık bir saat sürecekmiş tamiri.
Trenin önünde bir derme çatma durak... Durağın karşısında, biraz yamaçta sımsıcacık bir kahve var dumanı bacasında. Sarp dağların eteğine bağdaş kurmuş. Kompartımanda durmaktansa köye çıkar, kahvede çay içip öykülerim üzerinde çalışırım diye düşündüm. İndim trenden, diz boyu karda, bata çıka köye tırmandım. Yol boyunca fotoğraf çektim, köyü, üzerine karlar oturmuş olan tabelayı, kahveyi, ormanı… Hepsini hapsettim boynuma asılı makineye. Altından çıkan tazecik, sıcacık fotoğrafları hızlı hızlı salladım, çantama koydum.
Bir ses? Garip bir ses... Kuş sesine benziyor lakin diğer kuşlar gibi değil, çok hisli ve duygulu bir ses. Evladını arayan bir ananın feryadı gibi. Durup etrafıma bakındım, sesin geldiği yeri tayin etmek için, etrafımda fırıldak gibi dönüyordum.
-Ne o delikanlı, rüzgar mı avlıyon, dedi bir adam yanıma yanaşıp.
-Bu ses... neyin sesi bu?
-Neden sordun ki, kuş işte. Akşam kuşlarından birisi.
-Bu diğerleri gibi değil ama.
-İshak derler, ufak bir kuş, kukumava da benzer ama İshak ayrıdır.
-Neymiş ayrı yapan?
-Gel, dedi, kahvede anlatırım, soğukta durmayalım.
Kahveye girdik. İçerisi su buharından dolayı nemliydi. Camlar, yarısına kadar kara gömülü, üst tarafları ise buğulu. Akşam ezanı için birisi caminin şerefesine çıkmış, boğazını temizliyor. Çok geçmeden ezana başlıyor. Adamın sesi kesik kesik geliyor kahveye. Girişteki sunduraya çarpıp yere düşüyor.
İçeride çok insan yok. Zaten ufak bir köy. Cam kenarındaki bir masaya oturduk. Masa koyu yeşil kadife örtü ile kaplı. Belki akşamları kumar oynatılıyordur kim bilir? İki çay yolla buraya! Çay dedim ama çay mı içersin, dedi adam.
-Olur, çay olur, dedim.
-Adım Onat, burada yaşıyorum, arada ormana giderim. O senin sorduğun kuşu izlemeye.
- Zahir benim adım da. Öykü yazıyorum bazen. Aslında öğretmenim. Tren arıza yaptı. Bende kahvede otururum diye çıktım geldim.
- İyi yapmışsın. Treni gördüm, burası yokuş, sarp. Arada trenler sorun yaşar.
- O kuş nedir, İshak mıydı?
- Evet, İshak, büyülü bir kuştur o, dedi çift köprülü gözlüğünün üzerinden bakarak. Sesinde bir gerçeklik vardır, diğer gerçekleri yalancı çıkaran. Hisli bir çığlık gibi, sisleri kaldıran. Bir efsane var buralarda; vakti zamanında bir kadın, genç bir kadın, sevdiğini kaybetmiş. Ne ölüsü varmış ortada ne de dirisi. Günlerce ağlamış, feryat etmiş, sevdiği adamı İshak’ı bulabileyim diye. Aramış taramış, ne izine rast gelmiş ne timine. Tanrı da bu sitemi duymuş ve kadını kuşa çevirmiş. O zamandan beri kuş “İshak, İshak” diye öter, sevdiğini ararmış. Geceleri sesi karanlığı yırtar, yürekte ince bir sızı bırakır.
- Daha önce duymamıştım bunu.
İshak tekrar ötmeye başladı. Sesi, kahvedeki çay kaşıklarının, sohbetlerin ve saatin tik taklarının arasına karıştı. İkimiz de sustuk. Çayı yarısına gelmiş olan Onat ayağa kalkıp “ben çıkıyorum, selametler ola” dedi, omzuma hafif dokunarak. Kapıdan çıktı, az evvel başlayan tipiye karıştı gözden kayboldu. Masada bir madalyon vardı, ufak. Üstünde İshak figürü, parlaklığını zaman karşısında yitirmiş, koyulaşmış bir madalyon… Alıp peşi sıra çıktım kahveden. Aradım taradım seslendim, heeey, madalyonu unutmuşsun! Ama yoktu. Bulamadım, yok olmuştu, yer yarılmıştı da içine girmişti sanki. İzleri silinmişti tipiden dolayı. Gözümü zor açabiliyordum. Köyün girişinden aşağı hızla indim, trene girdim, güç bela. Her yanım kar. Eridiler sıcak kompartmanda, saçlarım ve üstüm ıslandı. Biraz üşüyordum, gözlerim kapanıyordu…
Trenin acı düdüğünü duyduk. Gözümü açtım, elimde madalyon duruyordu. 23 ise ortalarda yoktu. İyice aradım etrafı, kaybolmuştu. Karlar altına gömülmüştü. Afalladım, alelacele çantamı açtım, fotoğrafları çıkardım. Çektiğim fotoğraflarda neden sadece ağaçlar ve kar vardı? Nereye gitmişti köy, kahve? Yoksa trenin siren sesinden sonra haritadan silinip gitmiş miydi 23? Hadi köy yoktu diyelim, İshak’ı anlatan Onat da mı yoktu? O neredeydi, bıraktığı madalyon burada, elimdeyken? Düşünmeyi bıraktım, sessizliğin sesi kulaklarımı dövüyordu.
Ahh, işte yine o ses… İshak. Geceyi paramparça ediyor sesi. Büyülü gerçekliğini veriyor, gözümüzün gördüğü gerçekliğe. Dışarısı karanlık, ağaçlar gizlenmiş, kar çok ince yağıyor. Biraz ilerideki bir çam ağacında bir çift göz, bir kapanıyor, bir açılıyor. Gözler fener gibi, karanlıkta parlıyor, treni izliyor, bir yandan da İshak’ı arıyor, “İshak, İshak” diye. Çamın berisinde bir adam, bir siluet, bir taşa oturmuş İshak’ı izliyor. Hayranlıkla bakıyor.
Tren dumanlarını savurmaya başlıyor yeniden, ağır ağır yamaç tırmanıyoruz. Kulağımda isli sesler, içime doluyor, uykuya dalıyorum, ıslak üstüm.
Biraz sonra bir silah patlıyor, gece ve kar taneleri arasından süzülerek kulağıma geliyor. Yankısı uzuyor, uzuyor. İrkilip cama yapışıyorum. Bir karaltı havalanıyor, bindiği daldaki karları savurup. Bir karaltı, sonsuzluğa kanat çırpıyor.
Yasin Babaoğlu
Comments