Melike Pehlivan İşler’i çeşitli mecralarda yayımlanan öykülerinden tanıdım. Ayırt edici üslubuna duyduğum merak beni “Leke” isimli kitabına ulaştırdı. On altı kısa öyküden oluşan kitap Amorf Yayınlarından çıkmış ve okuyucuyla buluşmuş. Ben de yazarla buluşup öyküleri ile ilgili konuştum.
Kitabı babanıza ithaf etmişsiniz ve “…kelimelerimle var olmayı öğreten…” cümlesiyle teşekkür etmişsiniz. Babanızın yazın hayatınızdaki yerini merak ettim ve sizi. Biz okuyuculara anlatır mısınız?
İçine atılıverdiğimiz dünyada neyin ne olduğuyla ilgili ham fikirlerimizin oluştuğu ilk evimiz, ailemiz bende de herkeste olduğu gibi ya da olduğu kadar önemli sanırım. Tüm insanlığın hamurunun iyilikten oluşmadığını öğrendiğimiz ilk yer de orası. Aile aslında ilk savaşımız, var oluşumuz adına kılıç kuşandığımız ilk savaş meydanı. Kendi içinde bölünerek çoğalan bir savaş, sittinsene bitmeyen, tuhaf hallere evrilen, gelenin gideni arattığı bir muharebe aslında aile. Yaz mevsimi gibi biraz… “Aman gelse de şöyle denize karşı mehtapta iki tek atalım,” deyip de ensemizde ıslak mendille oflaya puflaya gezdiğimiz, terden ekşidiğimiz yaz. Babam elli sekiz yaşındaydı buralardan gitmeye karar verdiğinde ben ise otuz bir. Çok kalabalık bir insandı. Şahane konuşurdu, ya da bana öyle gelirdi bilmem. Her kesimden arkadaşı, dostu vardı. İnsandan beslenirdi. Edebiyat bölümünü terk edip, inşaat mühendisliği mezunu olmuş köklü bir üniversiteden. Çok önemli isimlerle aynı koğuşları paylaşıp, duruşmalara savunma yazmış, çok çalışkan bir adamdı. Ağız dolusu gülerdi, lafını esirgemezdi. Sevmeyi ondan öğrendim, severek öğretti. Sözde değildi yaşamı. Aramızdaki son diyalogda şu, yaşam istedi benden, olmadı işte. Rüyama gelir, öldüğünde de geldi, cenazesinin organizasyonunu anlattı bana. Üniversite tahsili yapmamak gibi bir tercihim olmadı hiç. Çok gerçekçiydi, aşırısından. Beni her konuştuğumda gülen gözlerle dinlerdi. Sıklıkla da kavga ederdik tabii. Gazete okumayı öğretti bana, köşe yazarlarını okumamı isterdi. Kestiği eski köşe yazı kupürlerini biriktirdiği bir kutusu vardı. Arada oradan çıkarır okuturdu. “Şimdi böyle yazmamış ama,” dediğimde “Gördün bak, esen yele göre sallananlardan bunlar, sen sakın öyle olma, dik dur. Söylediklerini sakın yeme!” demişliği de vardır. Yemedim, özen gösteriyorum hâlâ sözümü tutmaya. Rüyalarıma girer ve hep bir olayı haber eder bana. Leke’yi götürdüm ona. Okuyup beğendiğine inanmak istiyorum. Öykülerime çok sızar babam, Pehlivan, ben bilirim. Çok sık kullandığı bir deyimle, bir bakışla, bir anlatışla hep gelir. Bu arada benim deyimleri ve atasözlerini konuşmalarının her yerinde kullanan bir sülâlem oldu. Anne tarafımdan da baba tarafımdan da hepsi öyle alt metinli konuşan insanlardı. Metafor bulma hususunda fazlaca antrenmanlıyım diyebilirim. Hiç susulmazdı benim babamın evinde, herkes her zaman gerekse de gerekmese de fikrini, zikrini, rengini belli etti; kavga kıyamet de öyle küçük seslerle olmazdı hiç. Şimdi de öyledir. Çok benziyormuş huyum, annem söylüyor. Bazen sinirle burun bükerek, bazen de özlem dolu gözlerle bakarak. Ferhan Şensoy’la beni babam tanıştırdı mesela, oyundan sonra, ayrılmadı, kitabını alıp adıma imzalattı: Güldeste. İşte Leke bu yüzden Pehlivan’a, Babama ithaf edildi. Kelimelerim ve onlarla olan dostluğumu ona borçluymuşum gibi hissediyorum. “Ağzından çıkana sahip çık!” diye büyütüldüğümden benim namusum gibi yazdıklarım.
Ah! Gözlerim dolarak okudum yazdıklarınızı. Babanızın ismi de kitabınızda hep yaşasın dilerim. Kitabınızın ismine geçelim, bir öykünüzle aynı isme sahip. Leke, okuduktan sonra içimizden çıkacak gibi değil. Bu karar nasıl verildi? İsim vermekle aranız nasıldır? Karakterlere veya öykülerinize nasıl isim veriyorsunuz?
İsim geliyor bana, pat diye, öyle tumturaklı bir düşünme aşaması yaşamıyorum, tuhaf. Karakterlerimin isimleri de öyle içimden geldiği gibi kalemden süzülür sanki. Sonra mutlaka kontrol ederim ama etimolojik kökeni ne, anlamı ne, öyküde bu tarz bir karakterin ismi olabilir mi, falanca yaşta bir karakterin adı olabilir mi diye. Bunlar zaten yapılması gerekenler ancak değiştirmek zorunda kaldığım çok nadir karşıma çıktı. İsim vermek konusunda iyiyim diyebilirim. Lâkap takma konusunda da fena sayılmam. Bunun bir sebebi de bizim nesil olarak taktığımız ya da bize takılan isimlerle barışık olarak yetiştirildik, bizim için ayırt edici bir unsurdu. “Çolak Necmi’yi bildin mi?” dediğimiz zaman amacımız onu ötekileştirmek falan değildi. Bundan mütevellit bizim ya da benim yaşıtlarımın hiç öyle derdi olmaz bu tarz isimlendirmelerle. Belki de bu rahatlıktır beni bu konuda başarılı kılan. “Leke” öyküsünün ismini kitaba da yine ben verdim. O kitapta yaşayan ne kadar karakter varsa, ki ben yaşadıklarına inanıyorum, çıkmayan, yıkandıkça belli belirsiz gözüken ya da bilenin hissettiği bir lekesi var. İsmi kendi geldi ama gözyaşlarıyla koyduğumu çok net hatırlıyorum.
Öykülerinizin konuları kadar, diyaloglar da ilgi çekiciydi. Günlük konuşmaları tekrarlar, vurgular, anlamsız heceler oluştururken kâğıt üstüne aktarılan diyaloglar ne kadar istesek de gerçekten uzak oluyor. Bu yakınlığı yakalamış en iyi yazarlardan biri olduğunuzu düşünüyorum ve bu konuda atölye çalışmalarınız olduğunu da biliyorum. Nedir bu “gerçek” diyalog?
Vallahi ben çok konuşurum, en çok da kendi kendime. Kimi zaman kendimi sadece ben anlıyormuşum gibi geldiğinden belki de… Kendini beğenmişlikte de ön sıralarda mıyım nedir? Ben hikâye anlatıcılığına insan temelli bir yerden bakıyorum ve o yüzden diyalog kurmak zorundayım. Gerçek diyalog anlatıcı olarak yazarın sahneden çekildiği, karakterin kendini artık kendi anlattığı yer bence. Derslerde bu mevzuyu şu cümleyle akılda kalıcı hale getiriyorum ben: Diyalog karakterin dineldiği yerdir. Kimseye ihtiyacı olmadığı, kendi sesini duyuracağı yerdir. Tuvalet eğitimine benzer diyalog yazma işine başlamak. Çocuğu bırakacaksın ihtiyacı olunca gidecek ya lazımlığa, hah işte o… Karakter boşalacak, kendine özgü sesini bulmasına izin vereceksin, o yetecek. Tespitiniz beni çok memnun etti bu arada, söylemeden geçmeyeyim. Gerçek diyalog için referans aslında bizim neyi, nasıl konuştuğumuzla ilgili, bu konuda diyalog tekniğinin en akılda kalıcı, en etkili ve en gerçekçi kurgu süzme tekniği olduğunu söyleyebilirim. Nedeni de yazar olarak senin arada olduğunu düşünmez iyi yazılmış bir diyalogda okuyucu. Artık karakteri duyuyordur ve inanır. Karakterin sesini ve üslubunu duymak ve hissetmek özdeşlik kurmanın en kestirme yollarından biridir hikâye anlatıcılığında. Dramatik yapının kucaklanması ve kabulünde de özdeşlik çok önemli bir yerdedir, işte bu yüzden ben diyalog anlatımına çok inanır ve güvenirim. Tabii ki bu anlattıklarımı yapabilmenin uygulamada öğretilebilir ve pratikle geliştirilebilir teknikleri var, işte onları çalışıyoruz atölyelerde de, bu işi çok hakikatli yapan ustaların metinlerini ve filmlerini de analiz ederek.
Öykülerinizde kuir edebiyatın izleri çok net görülüyor. Öyle satır arasına sıkıştırılmış bir anlatımdan ziyade öykülere yedirilmiş ifadeler mevcut ve oldukça çok yer kaplıyor. Konuyu evrensel dizi ve film senaryolarından çıkarıp bizim coğrafyamızın hayat hikâyelerine yerleştirmişsiniz. Neden kuir edebiyat?
Öncelikle soruyu okuyunca sevinçten ne yapacağımı şaşırdım. Özellikle bize dair dokunuşlar bölümü beni mest etti. Bu topraklarda çok acı var, birbirimizi acıtmak için her fırsatı itinayla değerlendirmişiz. Her daim de cinayetlere başka birer isim bulmuşuz. “Bunlar” ya da “onlar” özneleriyle cümle kurmayı pek sevmişiz, aidiyeti körükleyerek ötekileştirip sokaklarda kafa kesmişiz, yakmışız birbirimizi; işaretlemişiz. El olmasın diye aynı kadını kocası ölünce kocasının kardeşiyle gerdeğe sokmuşuz. Yaraların hesabını soranı köyün meydanında çınar ağacında sallandırmışız. Elini ayağını, bağlayıp her sorana “Ayıp,” demişiz cevaben. Ezcümle olması gerekenden fazla varoluş sancısı çekmiş bu toprağın insanı. Hâlâ da bitmiş değil. Biyolojik cinsiyeti ile ilgili farklı durumları ve kararları olan insanların bu toplumda bunca hastalıklı fikrin içinde hayatlarının güllük gülistanlık olması da tabii ki olası bir mevzu olmamış. Var olmayı geçtim ben buyum ve böyle yaşayacağım diye haykırabilmek bile çok zor olmuş onlar için. Babaları tarafından vurulup sokaklarda ölen, anaları tarafından yalnız bırakılan bizim coğrafyamızın gerçek insanları onlar. Asla bizden azade ya da farklı değil yaşamları, sevinçleri, acıları, hüzünleri. Varlar. Olacaklar. Onlarla gülmeliyiz, onlarla ağlamalıyız. Dışarıdan biri gibi davranmamalıyız. Adama sorarlar içerisi neresi diye, kime göre, neye göre içerisi? Bu göğün altındaki her şeyin sahibi sadece belli normları sağlayanlar mı? Nedir o normlar? Kim dedi? Neden? Onlar efsane, mit falan değiller, gerçekler. Her zaman da gerçektiler. Gerçek olan ne varsa benim kalemimin insanları sırtlanıp getirdi benim öyküme. İnsan ve ona dair ne varsa benim için kıymetli. Benim yazı stilim öyle mühendislik düzeninde işlemez inanın bana. Ben ilk cümleciyim, oradan başlarım ve tüm kurguya, karakterlerin haline, yerine, yaşına başına, her şeye ama her şeye kalem karar verir. Bu yüzden de kuir karakterlerin her biri kalemin ve ruhumun emanetidir bana. O yüzden de çok kıymetlidir, onlara karşı pozitif ayrımcıyım diyebilirim. İkinci dosyamda da şahane kişilikler var, misafir olmayı bekleyen.
O vakit ikinci kitabı büyük bir heyecanla bekleyeceğiz. “Leke” ve “Kalbim Küt Küt Hiç İyi Değil” öykülerinizi okuyunca kardeşlerin hüzünleri başka başka pencereler açtı. Siz iyi bir gözlemci mi, iyi bir dinleyici mi, iyi bir araştırmacı mısınız? Gerçekliğe nasıl bu kadar güzel yaklaşıyorsunuz?
Kardeşlik çok anlatılası bir şey değil, dünyaya aynı yerden başlamaktan başka ortak noktan olmadığı tuhaf bir birliktelik. Düğümü başta atılan hastalıklı bir ilişki biçimi. Atamazsın satamazsın, kimi zaman istesen de. İlerleyen aşamalarını da asla kontrol edemezsin kardeşliğin. Kardeş var her gün telefonla konuşur, kardeş var gerekmedikçe aramaz. İhtiyaç halinde orada olurlar ama, ya da ben olacaklarına inanmak istiyorum. Yoksa ne anlamı var değil mi aynı düğümü sırtlanmanın bir ömür?
Romantikler için rahatsız edici olabilecek bir gerçekliliğim var. Eğip bükmem hiç. Hayatın grilerini çarçabuk benimserim. Annemden, babamın öleceğini en erken kabul ettiğim için azar işitmişliğim dahi vardır. Pis gerçekçiyim, satır aralarını çarçabuk görürüm insan ilişkilerinde, sakladıklarını sandıklarını. Biraz yukarıdan bakabildiğime inanıyorum. Kulağım en önemli enstrümanım, iyi dinlerim herkesi, her şeyi. Gerçeklikle ilişkim kabul esasına dayalı. İnsanın en büyük huzurunun kabul ile mayalanacağına inanıyorum. Ama burada olur olmadık kabulden bahsetmiyorum. Kendini kabul etmekle başlayacak her şey. Aynada gördüğü ile barışık olan biri diğer gerçekliliği de çarçabuk kabul eder diye düşünüyorum. Kendi gerçekliğime de öyle dümdüz yaklaşıyorum. Hastalıklarımı herkesten önce kabul edip onunla yaşamaya başlarım mesela. Psikoloğa gittim, “Kendini ve travmasını bu kadar iyi tanıyan bir hastayla ne yapayım ben?” dedi. Yalnız bu yaklaşım boş vermişlikle karıştırılmasın, üzülürüm. Asla öyle adam sendeci bir kişiliğim yok. İnatçıyım, disiplinliyim ve pis gerçekçiliğin bir izdüşümü olarak da sınırları zorlayan bir iradem var. Fazla reklam ettim kendimi, at kendini beğenmezse ya çatlarmış ya patlar…
Yazdıklarınızı okurken Jack London’ın, Martin Eden kitabından bir alıntı geldi aklıma. “Korkarım ki ben iflah olmaz bir gerçekçiyim.” Hiç korkmayın, iyi ki öylesiniz, diyorum ben de. Ve küfürler, ağzı bozuk karakterlerin diyalogları, iç konuşmaları tam yerinde edilen argolar, öykülerinize ayrı bir tat katmış. Kırılgan ve mağdur bir yerden yazmıyorsunuz. Arabeske girmeden, drama gömülmeden, dobralıkla kaleme almışsınız öykülerinizi. Sizin öykünüzü okurken gözlerim karakterin ağzından çıkacak tam yerinde edilen küfrü okumayı arıyor. Bu tadı/ayarı nasıl yakaladınız? Özel hayatınızda küfreder misiniz?
Ederim. Bazı duyguları en iyi o küfürlerin ifade ettiğine inananlardanım. Bir karakterin canının ne kadar yandığını paragraf paragraf anlatabilirsiniz, anlaşılır da, okuyucuya illaki geçer. Ama gelmiştir aklınıza, işte o cümle, hah işte o aklınıza gelip de dudağınız kenarında müstehzi gülümsemeye yol açan küfürlü anlatım kadar etkili olmaz. Bakın aklınıza gelmesi bile yetti… Küfür ve argo anlatımın bizim dilimizde çok önemli bir yeri olduğuna gönülden inanıyorum. Aynamıza baktığımızda gördüğüm en net kalemlerden biri ve onu kullanmak önemli. Ancak yerli yerinde olması ve kullandığınız küfrün karakterin ağzına oturması çok mühim. Salon hanımefendisi bir kadın ile pavyonda çalışan bir kadına aynı küfrü yazamazsınız, tıpkı gerçek hayat gibi eğreti durur. Deyimlerimizin ve atasözlerimizin de beslendiği ana damarlardan biridir aslında. Cinsiyetçi midir bizim küfürlerimiz? Aslında bizim yaklaşımımız politik bu konuda epeyce. Bir erkek ettiğinde susan güruh bir kadın ettiğinde en basitinden “Kadına hiç yakıştıramadım,” demeye başlar. Neden? Bu konu çok su kaldırır… “Kırılgan ve mağdur bir yerden yazmıyorsunuz,” diye ifade etmişsiniz. Bu benim için o kadar yüce ve kıymetli bir bakış açısı ki aşırı mutlu oldum okuyunca. Evet küfür ettiği için içi sızlamaz benim karakterlerimin, ya da utanmazlar. Öylesi gerekmiştir de söylemişlerdir. Tıpkı benim gibi sözlerinin sahibidirler onlar da…
Yazarken kendimle ilgili bilmemeyi tercih edeceğim bir bilgiye ulaşmaktan korkarım. Yetersiz olduğum bir konuda cahil cesaretiyle yazmaktan da. Tüm bu korkularımdan kitaplara sığınırım. Melike Pehlivan İşler, neden yazar, neden okur ve ne okur?
Kendi gözyaşını tanımayanın bir başkasınınkini anlaması çok zor bana göre. İlk olarak kendimle yüzleşmek için yazdım ben ama şunu söyleyebilirim yazdığım ilk kurgu metin bir kadınlar koğuşu hikayesiydi, ortaokul öğrencisiydim. Ondan sonraki süreçte ne zaman ruhum pır pır etse, üzüntüden ya da sevinçten elime kalem aldım hemen. Yazdım, okudum, bir daha bir daha… Kendimle karşılaştım, sevdim onu, yeri geldi sövdüm ağız dolusu ona… Yazarken kalbim büyüyor, ayrılıyorum oturduğum sandalyeden, yukarıya bir yerlere gidip kendime bakıyorum. Tamam hayli nevrotik bir hal, farkındayım. Ama ayaklarım yeryüzüyle bağlantısını kesiyor ve oralar çok güzel Armağan Hocam. Nerdeyse elli yaşımdayım artık, keyfini aldım hayatımın, bundan sonrası yazmak, taşanları, kalanları, izleri, lekeleri, ifrazatları yazıyorum. Hepimizi birer birer, içime sızan karakterleri ışığa çıkarıyorum. Sandıkta daha çok var. Ben her şeyi okuyorum. Tabii ki öykü, roman okuyorum. Her kitabın bir zamanı var olduğuna inananlardanım. Yeri, vakti gelir okurum diye düşünüyorum. “Ne zaman okuyacağım buncasını?” diye kendimi germek istemiyorum zira o kadar değerli eser var ki okunacak şu ölümlü dünyada, işte ölene kadar devam etmeye niyetliyim. Bu arada gönlümün efendisinden de bahsedeyim, üzülürüm adını anmazsam: Sinema. İyi ve analitik bir sinema izleyicisiyim. Yaşamımı değerli hale getiren hikâye anlatıcılığını, bu konuda neyi, neden seyretmem gerektiğini eşimin öğretmenler günü hediyesi dvd player ile uzmanlaşmaya başladığımı ve bu halimi okumalar ve aldığım çok yönlü eğitimlerle pekiştirdiğimi söyleyebilirim. Hâlâ da devam ediyorum bu konuda uzun soluklu çalışmalara. Kalemim yedinci sanattan çok beslenir, inkâr edemem. Bir okurum bana, “Film lezzeti var öykülerinizde,” dediği zaman o kadar şiddetli bir alev çıkıyor ki karnımdan yüzüme doğru, mutluluğun vücut bulmuş hali oluveriyorum aniden.
Melike Pehlivan İşler, iyi ki bana zaman ayırdı. Yazma disiplininizi ilham verici buldum. Daha nice güzel öykülerde karşılaşmayı dilerim. Gönülden kutlarım. Kitabınız “Leke” okurunu bulsun.
Bu güzel söyleşi ve güzel dilekleriniz için ben teşekkür ederim.
Söyleşi: Armağan Can
Comments