Üç gündür hayatıma çiçekler serpiyordun, üç gündür mutluydum, üç gündür bütün hayatımdaki acıları, geçmişin özlemlerini, karamsarlıklarını unutmuştum, sadece üç gün! Ah o kadar yazık ki sadece üç gün sürdü. Sonra gittin, sonra kaçtın, uçtun, bırakıp gittin. Keşke sen gideceğine başkaları gitseydi, seninle yalnız kalsaydık, Ah sen kaçacağına aklım kaçsaydı, sen uçacağına ruhum uçsaydı, sen bırakıp gideceğine hayatım sönseydi...
Yalnız üç günde tek bir çiçek bile saha uzun yaşar. En geçici bir hevesin bile daha çok hayatı vardır...
Yalnız üç gün! Fakat bilir misin ki bu kısa zaman, benim için senelerden bile fazla, bütün bir ömürden çok, sonsuzluk yolundan ayrılmayan bir kıymete layıktır. Çünkü ruhumda hala onun lezzeti, hala onun bana verdiği mutluluğun, ümitsizliklerime, öksüzlüğüme döktüğü umut vadeden duyguların etkisi vardır; ruhumda hala o var, elbette var. Var ki yaşıyorum, ya olmasaydı! Eğer şimdi sorsalar bana hayatımda şüphesiz yalnız bu üç günü tekrar yaşamak isterdim ki sorsalar zaten bu hayatta yalnız üç gün yaşadım derim. Diğer eski günlerimi, o sahte sevdalarla dolu, anlık, gelip geçici ve devam etmeyen günleri inkar ederim...
Fakat niçin, niçin yalnız üç gün doğdun, aydınlattın, ısıttın? Evet, güneş gibi, tıpkı onun gibi zavallı kalbimin karanlığını ışığınla, soğukluğumu ateşinle gidererek bana hayata katlanmak, dayanmak için farklı bir renk, tarif edilemez bir neşe ve kuvvet verdin; bana hayat verdin…
Gözlerimin çevresi karardıkça, renksiz ve bununla uyumlu bir ruhsuzluktan bunaldıkça gözlerim, gözlerini arıyordu. Ruhum senin ruhumu yakınında hissettikçe cesaret ve kuvvet buluyordu. Ey sevgili senin dalga dalga gelen incecik sesin kulaklarımda çınladıkça o dudaklarının etkisine kapılıp duruyordum...
Şimdi sen gittin. Bana ise yalnız seni anmak ve gölgende seni hayal etmek kaldı. Senin caziben, senin şiirsel güzelliğin yok ki... Onlarda senin karakterine oturmuş masumiyetin, onlarda senin merhametli kalbin yok ki... Seni anmak, düşünmek artık bana başka şeyleri de hatırlatarak ruhuma acı ve zarar veriyor... Gölgen, hayalin kaçıyor, uzaklaşıyor; bazen bir gülümseme ile bir an için yaklaşarak beni etkisini altına alıyor; sonra ise uçuyor, siliniyor, karanlıklar içinde yok olup gidiyor...
Oysaki ah, sen varken ben başka bir şey düşünmüyorum. Hatta senin benim olmadığını, senin beni sevmediğini, hatta senin benim sevdiğimi bilmediğini bile düşünemiyordum. Ben seninmişim gibi, sen ise benimmişsin gibi düşünüyordum. O kadar rahat ve mutluydum ki...
Şimdi sen yoksun, bütün acı yoksunluklarımı, bütün zavallılıklarımı düşünüyorum. Kendi kendime acıyorum ama hiçbiri beni kurtarmıyor ki daha da kötüsü öldürüyorlar. Gel gör ki ben onları sevmiyorum, onlar da zaten beni sevmiyorlar. Kuzum, sen gel de, sen yine gel de onlar gitsinler, defolup gitsinler... Sen büsbütün kendinle gel de, onlar da büsbütün kendileriyle gitsinler. Tamam mı? Kuzum!
Gece, gece ki ne gece! Dışarısı karanlık elbet. Dün akşam aydınlandı gökyüzü ve gülüyordu. Bulutlar usta eli ile işlenmiş gibi görünüyor ve garip garip parçalarla gökyüzünü süslüyorlardı. Ay ise ışıltılı çevresiyle bize bakıyor, yumuşak, ipekli, bize dokunması olanaklıymış gibi gözlerimizi okşuyordu. Yıldızlar titreşiyorlar, parlayarak sürekli bize göz kırpıyorlardı. Doğanın kendince sahipleri vardı... Yanımızdaki gül ağaçlarındaki senin pek sevdiğin bülbül, ara sıra ötüşüyle rahatsızlık verir gibi sevip de kavuşamayan aşıkları yıpratıyordu. Uzakta ise sevmiş olduğum kurbağa ise bazen ona eşlik edip sıkıntı veriyor, beni ruhsal dalgalanmalara ve karamsar düşünlere itiyordu. Şimdi, bu gece her yer karanlık... Gök gürlüyor; yağmur yağıyor; ara sıra pembe dolu dolu bir yangın gözlerimi hırpalıyor; bir şimşek çakıyor... Neyse ki ay yok.
Yıldızlar yok, dün akşamki güler yüzlü gökyüzü yok...
Ve sen yoksun… Boş ver hiçbiri olmasın, fakat sen neden yoksun? Neden, neden. Neden yoksun? Bari sen olsaydın, yalnız sen, hiçbiri olmasaydı da yalnız sen olsaydın…
Ahmet Celâl Sahir Erozan, Türk şair, yazar, yayıncı ve politikacı. “Aşk ve kadın şairi” olarak tanınan sanatçı, dilin sadeleşmesi gerektiğini savunmuş, Türk Dil Kurumu'nun kurucu dört üyesi arasında yer almıştır.
Buhran isimli öykü Demet mecmuasının 8 Teşrinievvel 1324 / 21 Ekim 1908 tarihli sayısında yer almıştır.
Yayıma Hazırlayanlar: Mustafa Bostan- Servet Toklu
Commentaires