“Öykü arkeoloğu” olarak konumlandırıyorum kendimi; dar bölge kazılarını seviyorum. Sıradaki Yılmaz Güney. II.Abdülhamit gibi seveniyle sevmeyeninin at başı gittiği değerlerimizdendir Yılmaz Güney; ya ötekileştirilir ya efsaneleştirilir, normali yoktur. Övgüler-eleştiriler birbirine karışır, kıran kıranadır.
Çocukluk ve gençliğe ilk adım yıllarım, yazlık sinemalar krallığı İzmir/Eşrefpaşa’da geçti; Ünal, Şenocak, Bizim, Fatih, Engin, Ferah, Hayat, Küçük Kulüp, Büyük Kulüp... Ve Eşrefpaşalı (Yönetmen: Erdoğan Tokatlı, 1966) filmiyle tanıştım kendisiyle… Mahallede ikiye ayrılmıştık; Yılmazcılar ve Cüneytçiler. (Sonra bu halimiz Orhancılar ve Ferdiciler’e evrilmişse de ben hipotenüsten Müslümcüler’e katıldım.) Bugünde birçok Anadolu şehrinde esnaf dükkânlarında ya da kamyoncuların mola yeri dinlenme tesislerinde posteriyle karşılaşmak şaşırtmaz. Yılmaz Güney, heybesinde üç kimlik taşır; sinemacı, yazar ve siyasî (siyasetçi değil). Sinemacı kimliğine dair hemen herkesin bir fikri vardır: Umut, Sürü, Yol gibi yapıtları, bugün de ilgiyle izlenmektedir. Siyasî kimliği, sinemacılığından ve yazarlığından bağımsız değildir. Sanat pratiklerini, devrimciliğiyle açıklar: “Sanatsal çabalar, çalışmalar, sınıf mücadelesinden ve bunun bir ifadesi olan siyasal mücadeleden kopuk ele alınamaz. Ben bir kavga adamıyım, sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş savaşının sinemasıdır. Bugüne kadar, gücümün ve bilincimin elverdiği oranda kavganın içinde yer aldım. Bu nedenle, sanatçı kişiliğimin yanında siyasî bir kişiliğim de var ve bunlar birbirinden ayrı değildir.”1
Oysa cümle hayatımız, kaç cümleden ibarettir ki?
1937, (1 Nisan) Adana/Karataş ilçesi Yenice köyünde doğar; Yılmaz Pütün olarak. Kürt asıllı, topraksız bir ailenin iki çocuğundan biridir. Babası kan davası yüzünden Adana’ya göçen aslen Urfa/Siverekli çiftçi başı Hamit (Hamo Çavuş), annesi Nafiye (Gule) ise dindardır ve okuma yazma bilmez. Yılmaz’ın annesinin ilk eşi Koço’dan iki kardeşi; babasının ikinci eşi Sebiha’dan dört kardeşi vardır. Babası geçimini sağlamak için seyyar bir sinema makinesi alır, eşek sırtında köyleri dolaşarak film oynatırlar birlikte. Yanı sıra gazoz ve gazete satmak, pamuk toplamak gibi farklı işlerde çalışır.
1956, Adana Erkek Lisesi’nden mezun olur. Ve Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydolur. “Doruk” adıyla bir dergi çıkarır. “OnÜç” (Sahibi: Tanju Cılızoğlu, İstanbul) dergisinin Ekim sayısında ilk öyküsü yayımlanır: Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri. Öykü, yedi yüz kırk bir sözcüktür ve bir seks işçisi ile ona âşık toy delikanlının ilişkisine odaklanır. Takibata uğrar ve hakkında TCK 142/l maddesince komünizm propagandası yapmak gerekçesiyle dava açılır.
1957, Hukuk’u bırakır, İstanbul’a gider.
1958, İstanbul İktisat Fakültesi öğrencisidir. İstanbul’a gelmekteki amacı yazar olmaktır. İyi Günler Pazar öyküsüyle birlikte “Güney” soyadını kullanmaya başlar.
1959, Atıf Yılmaz’ın “Bu Vatanın Çocukları” filmiyle senarist ve oyunculuğa merhaba der.
1961, ilk öyküsüyle ilgili yargılanma sonuçlanır; bir buçuk yıl ağır hapis, altı ay sürgün ve kamu haklarından ömür boyu men cezası alır. “Cezaevi Okulu” ile tanışır, üniversite hayatı sonlanır ve senaryo yazmaya yoğunlaşır.
1962, Konya’da sürgündedir. İçkili bir mekânda şarkıcılık yapan Birsen (Can) Ünal’la tanışır.
1963, İstanbul’a döner. Can Ünal’la evlilik dışı birlikteliklerinden Elif adında kızları dünyaya gelir.
1964-65, sinemada rüştünü ispatlar, ünlü bir aktördür.
1966, Çirkin Kral filmi ile özdeşleşir.
1967, Nebahat Çehre (gerçek adı Hilal) ile evlenirler, bir yıl sürer.
1968-70, Sivas-Muş askerdir. Askerlik sonrası İstanbul’a döner. Jale Fatma (Fatoş) ile evlenirler.
1971, oğlu Yılmaz dünyaya gelir. Birçok yazar/aydın/sanatçı gibi mimlenmiştir, kısa süreli gözaltına alınır.
1972, İsrail Büyükelçiliği görevlisi Efraim Elrom’un öldürülmesinden sorumlu tutulan Mahir Çayan ve arkadaşlarına yardım-yataklık gerekçesiyle tutuklanır. İstanbul/Selimiye askerî cezaevindedir.
1974, “Ecevit affı”yla serbesttir. Kısa bir süre sonra Endişe filminin çekimleri için gittiği Adana/Yumurtalık’ta plaj gazinosunda ilçe hâkimi Sefa Mutlu’yu öldürür (Yoksa cinayete mi karışır?) ve tutuklanır. (Şartlar ve sebep ne olursa olsun bir insanın başka bir insanı öldürmesi kabûl edilemez.) 19 yıl ağır hapis cezasına çarptırılır. Cezaevindeyken “Güney” adlı bir dergi çıkarır. On üç sayı sonra sıkıyönetimin yeniden gelmesi üzerine, dergi kapatılır ve hakkında yazılarından ötürü birçok dava açılır.
1981, izinli çıktığı Isparta yarı-açık cezaevine dönmez. Hapisten kaçışı ile bir filmini deneyimler sanki: Şeytanın Oğlu filminde, bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikâyesini anlatmıştır. Bir günlük izin ile hapisten çıkar, Antalya/Kaş ilçesinden Yunanistan’ın Meis adasına, oradan da İsviçre üzerinden Paris’e firar eder.
1983, T.C. vatandaşlığından çıkarılır.
1984, (9 Eylül) mide kanserinden vefat eder. Mezarı, Paris'te Père Lachaise mezarlığı 62. kısımdadır.
1993, T.C. vatandaşlığı iade edilir.
2017, İnci Aral, Sevgili 2 adlı romanında Yılmaz Güney’i anlatır. Yılmaz Güney, kırk yıl önce aramızdan ayrılmışsa da yaşam öyküsü ve üç kimliğiyle her dem güncel ve gündemdedir.
Yüz on bir filme, yirmi dokuz edebî esere imza atan Yılmaz Güney’in edebiyat külliyatında iki de öykü kitabı1 vardır. Konumuz, yazar kimliğinin öykücü tarafı: İlginçtir ki kırk yedi yıllık ömrünün yaklaşık on iki yılını cezaevinde geçiren Yılmaz Güney, ilk hapis cezasını bir öyküsünden dolayı almıştır. Yılmaz Güney’in yazarlığını unutturan, onu bir efsaneye dönüştüren sinema ise de sanatçı kişiliğinin yapıtaşı öyküleridir. Öykü yazma teknikleri bağlamında birçok eleştiri getirilebilir. Bunlar on yedi-on sekiz yaşlarında yazdığı öykülerdir… Yılmaz Güney’in kaderini etkileyen kilometre taşlarından biri (öykü) yazma tutkusudur.
Adana, öykücü toprağıdır. Başkaldıran kişiliktir Adanalı olmak. Ya isyanı ya da yalnızlığı taşıttırır insanına, bir ömür boyu. Sosyal gerçekçilik esastır. Statükoya/mevcut düzene ölümüne muhaliftir. Sert bir dili vardır, şiirsizdir ve acımasızdır Adanalılar. Yılmaz Güney de öykülerinde kapitalist sistemin emeği nasıl sömürdüğünü, nasıl haksız ve adaletsiz bir dünya yarattığını odağına alır, sosyalizmden yanadır. Sürekli sorgular, dayatılanı reddeder. Yılmaz Güney’in üç kişiliğini de besleyen damar; ata toprağı Kürt coğrafyasının mağrur ve vakur insanları ile diğer Çukurova’nın emekçilerinin yitik hayatlarıdır. Mehmet Kaplan’ın bir tespiti vardır, önemli olduğunca bugünde ve Yılmaz Güney içinde geçerlidir: “Hemen her edebî eserin içinde, gizli ya da açık olarak bir ideoloji, bir dünya ve insan görüşü vardır. Sanat eserlerini bundan dolayı küçümsemek veya kötülemek doğru değildir. Böyle bir ölçü geçerli olsaydı, hepsi de ayrı bir dünya görüşünü ifade eden eski Mısır, eski Yunan, eski Roma, Budist, Hıristiyan, İslam dinlerine ait binlerce sanat eserini değersiz saymamız icap ederdi. Dinler, dünya görüşleri, ideolojiler, sanatçılara, tabiat ve aşk gibi ilham verirler. Sanatçılar eserlerinde onları konu olarak ele alırlar ve işlerler. Sanatta önemli olan konu veya malzeme değil, yapı ve işleyiş tarzıdır.” Ve ekiyor: “Hikâye sanatında önemli olan vak’a veya konudan çok anlatım tarzıdır. Çocuklar, aşk, aile hayatı, fakirlik, keder, sevinç, açlık, hayal, ümit gibi hadise ve konular, insanlığın yaşadığı, tanıdığı, bildiği şeylerdir. Bununla beraber onlara karşı kayıtsız kalamayız. Fakat onlara eğer basmakalıp bir gözle bakarsak, duygularımız katılaşır. Bundan dolayı sanatçılar, yeni bakış, yeni anlatım tarzları ile, bizi onlara karşı duyarlı kılar ve onlar üzerinde yeniden düşündürür.”3
Güney’in öykücülüğü, sinemacılığının başlangıcına kadarki süreçte aktiftir. O tarihten sonra “Güney” dergisinde Oğluma Hikâyeler adıyla yayımladıkları dışında öyküyü bırakır.
Yılmaz Güney’in 1956-1959 arası “On Üç”, “Salkım”, “Yeni Ufuklar”, “Pazar Postası” ve “Bir” gibi dergilerde yayımlanmış öyküleri; en yakın iki arkadaşından biri olan Özdemir İnce’nin (diğeri Nihat Ziyalan) önsözü ve Ölüm Beni Çağırıyor adıyla 1998’de Yılmaz Güney Vakfı Yayını olarak basılır ilk kez. 2019’da İthaki Yayınları, Gençlik Öyküleri 4 adıyla bu öyküleri yeniden kitaplaştırdı. Gençlik Öyküleri, on sekiz öyküden oluşuyor: Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri, Ölüm Beni Çağırıyor, Yasaklar Hiç Bitmeyecek, Yarınlara Usançlı Tutku, Mavisiz Yalnızlık, Deli Çocuklara Şarkı, Ona, Sürüngenler, Unutulmuş Adam, İçimizden Biri, Kötüsünü de Seviyorum Şu İnsanların, Üç Köşeli Dörtgen, Kuşlar Döndü, Lastik, İyi Günler Pazarı, Seni Seviyorum, Kuduz Aşısı, Hamit Çavuş’un İnadı.
Bir de Oğluma Hikâyeler 5 kitabı vardır Güney’in; baba kimliğiyle yazdığı. Sade bir dille dostluktan, dayanışmadan ve paylaşmaktan yana olunması gerektiğini anlatır. Buradaki öykülerde zor sorular soruyor ve bu zor sorulara bazen çocuk zihninden bazen de büyüklerin dünyasından cevaplar arıyor. Oğluma Hikâyeler, bir babanın oğluna miras ayak izleri. Oğluma Hikâyeler’den bir tadımlık: Şeftali Çekirdeğine İnan, Kendi Gücüne Güven 6
Küçük çocuk, şeftali çekirdeğini dişiyle kırmak için zorlanıyordu.
Babası ona dedi ki; “Oğlum!.. Şeftali çekirdeğini dişinle kıramazsın.!”
Çocuk, şeftali çekirdeğini dişiyle inat yeniden zorladı. Şeftali çekirdeğinin traktör lastiklerini anımsatan pütürlü sert kabuğu dişlerinin yüzeyini eriterek çıtırdattı… elini acıyan dişine götürdü çocuk. Dişi sallanıyordu.
“Oğlum” dedi babası yeniden. “Şeftalinin çekirdeği serttir, yazık edersin dişlerine.”
Çocuk inat ediyordu. İlle kıracaktı bu sert çekirdeği. Yere koydu ve ayakkabısının topuğuyla üzerine bastırdı. Kırılmıyordu çekirdek.
“Sen inatçıysan, ben senden daha inatçıyım” dedi çocuk.
Bu kez bir taş aldı eline; taşla kırmayı denedi. Her vuruşta bir yana fırlıyordu çekirdek.
“Şeftali çekirdeği çok serttir oğlum” dedi babası. “O küçük taşla kıramazsın!”
Çocuk öfkeyle çekirdeği tekmeledi. Çekirdek, tulumbanın yanındaki toprağa düştü. Çocuk öfkeyle bastı üzerine, iyice toprağa gömdü.
Aradan günler geçti. Çocuk şeftali çekirdeğini unutmuştu. Gecekondu mahallesinin çocuklarıyla oynuyordu. Babası çağırdı onu.
“Bu ne oğlum?” dedi.
Çocuk babasının gösterdiği yana baktı. Küçük, iki yeşil yapraklı bir ot gördü.
“Ot” dedi.
“Ot değil” dedi baba. “Dişlerinle ve taşla kıramadığın şeftali çekirdeğinden çıkan şeftali ağacının fidanı.”
Çocuk inatçı sert çekirdeği anımsadı. Dişiyle kıramadığı, taşla kıramadığı, tekmeyle kıramadığı çekirdek fidana dönüşmüştü işte. Bu fidan büyüyecek ve ağaç olacaktı; çiçek açacaktı… şeftali verecekti. Şaşırdı…
Babası ona dedi ki: “Oğlum… ne zaman, hangi koşullarda olursan ol, dara düştüğünde şeftali çekirdeğini anımsa. Dişinle kıramadın o çekirdeği, taşla kıramadın. Ama uygun toprağa düşen çekirdek, günü gelince o sert kabuğu parçalar, toprağı deler ve yeşerir.
Nedir o çekirdeğe bu gücü veren, güzel oğlum?
Çekirdek, kabuğunu parçalayan gücünü kendi içindeki çekişmelerden alır oğlum. Her şey kendi içinde zıtlarını taşır. Her şey kendi içinde, kendini değiştirecek, başkaldıracak özü taşır.”
Çocuk dikkatle babasını dinliyordu.
Baba gülerek dedi ki: “Şeftali çekirdeğine inan, kendi gücüne güven!..”
Zekeriya Şimşek
1. Güney, Yılmaz (2004) İnsan, Militan ve Sanatçı Yılmaz Güney, İstanbul: Güney Filmcilik Yayını, s.35.
2. Aral, İnci (2017), Sevgili, İstanbul: KırmızıKedi Yayını.
3. Kaplan, Mehmet (2019), Hikâye Tahlilleri, İstanbul: Dergâh Yayını, s.199-200, 387.
4. Güney, Yılmaz (2019), Gençlik Hikâyeleri, İstanbul: İthaki Yayını.
5. Güney, Yılmaz (1979) Oğluma Hikâyeler-1, İstanbul: Güney Filmcilik Yayını.
6. Güney, Yılmaz (1979), a.g.e., s.10-14.
Comments