Bir yandan yumuşak gülüşü, öte yandan sert bakışlarıyla bin bir surat bir sanatçı Fikret Hakan. Salon adamı, köy delikanlısı, işçi, patron, polis, dolandırıcı her rolün hakkını vermiştir. Tiyatro ve sinema adamı olarak canlanır hafızalarımızda; oysa şair ve öykücü yanıyla da üretken bir kişiliktir; 1952-1996 arası yirmi altı öykü yazar.
“Öykü”yü sinemaya satar: 1952’de “Köprüaltı Çocukları” ile merhaba dediği sinema seyircisiyle 2014’de “Birleşen Yollar”la vedalaşırken iki yüzden fazla film ve diziye, iki filmin yapımcılığına, dört filmin senaristliğine, beş filmin yönetmenliğine imza atmıştır.
Hayatın cümlesi, kaç cümleden ibarettir ki;
1934 23 Nisan’ında edebiyat öğretmeni Abdullah Gaffar Bey (1940’ların önemli Rus edebiyatı çevirmenidir) ile hemşire Fatma Belkıs Hanım’ın çocukları olarak Balıkesir’de doğar; nüfus kaydıyla Bumin Gaffar Çıtanak. İlkokulu Bursa’da okur, ortaokula Eskişehir’de başlar. Sonrası İstanbul’dur…
1950, Güzelce Kasımpaşa Ortaokulu’nda okurken “Üç Güvercin” operetiyle “Ses Tiyatrosu”nda ilk kez sahneye çıkar.
1952, Taksim Atatürk Lisesi öğrencisiyken yazı işleri müdürlüğünü Abdi İpekçi’nin yaptığı “İstanbul Ekspres” gazetesinde öyküleri yayımlanır. Tiyatro ve sinema, tutkusudur Yeşilçam Sokağı’na gidip gelmeye başlar.
1953, Renan Fosforoğlu ile tanışır: “Gel bakalım delikanlı, oyuncu mu olmak istiyorsun.” Cevabı “Evet”tir. Renan Fosforoğlu onu Önay Film’e götürür. “Köprüaltı Çocukları” filminin kadrosuna alınır. Lise bitmez. İlk öykü kitabı “Tellâk Ali”yi kendi bastırır (Raşit Bütün Matbaası) Bumin Gaffar Güney imzasıyla.
1955, Avni Dilligil’in “Çığır Sahne/Saat 6 Tiyatrosu”nda, Haldun Dormen’in “Cep Tiyatrosu”nda ile “Dormen Tiyatrosu”nda rol alır. Öykücülüğü 1958’e kadar sürdürür; öyküleri, “Seçilmiş Hikâyeler” ve “Dost” dergilerinde yayımlanır.
1958, “Sahne 8” adıyla ilk tiyatrosunu kurar.
1958-1960 arası askerdir.
1961, öykülerine Bumin Gaffar Güney diye imza atar atmasına da bir türlü sevemez adını; askerlik dönüşü mahkeme kararıyla Fikret Hakan’dır artık. İlk evliliğini yapar Lale Sarı ile. 1960’lı yıllar Türk Sineması’nın ağır toplarındandır ama tiyatroya öyküye davrandığı gibi davranmaz. 1960-61 “Oraloğlu Tiyatrosu”nda,1963 “GEN-AR Tiyatrosu”nda, 1968-1969 “Ankara Sanat Tiyatrosu”nda oynar.
1962, Metin Erksan’ın yönettiği Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen “Yılanların Öcü”nde başrol oynar. Neşecan Paşmak ile birlikteliğinden kızı Elif dünyaya gelir.
1963, 15 yaşındaki Semiramis Pekkan ile evlenir ve birkaç ay sonra boşanırlar. (Karanlık bir hikâyedir.)
1966, tek çocuğunun annesi Neşecan Paşmak üçüncü eşi olur.
1970, geçirdiği trafik kazası ve ardından başlayan seks filmleri furyasıyla sinemadan uzak kalır. Marmaris’e yerleşir, bir süre teknecilikle uğraşır. 1970-1975 arası “Cemo/Dedikleri Gerçek İmiş,” “Dostun Gülü/Löberde” ve “Aşk Uğultusu/Sancı” plaklarını yapar.
1971, pop şarkıcısı Hümeyra ile evlenir; birkaç hafta sonra eşine şiddet uyguladığı iddiasıyla boşanırlar.
1980 sonrası Bodrum’a yerleşir.
1983, tiyatroya yeniden döner ve Fikret Hakan Tiyatrosu’nu kurar.
1988, Devlet Sanatçısı unvanı verilir. (2002’de Danıştay kararıyla iptal edilir.)
1989, beşinci evliliğini Fatma Zeynep Mirgün ile yapar.
1991, Tijen Kılıç son eşidir.
1997, ikinci öykü kitabı “Hamal’ın Uşakları” yayımlanır. (Telos Yayını).
1999, babası A.Gaffar Güney’in çevirilerini “Klasik Rus Edebiyatının Baş Yapıtları” adı altında toplayarak yorumlar.
2009, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi tarafından fahri doktor unvanı verilir. Burada ve İstanbul Kültür Üniversitesi’nde dersler verir. Sinemaya döner ama ülke gibi sinemada değişmiştir; arabesk filmlerde ve ikinci rollerde oynar.
2009, tüm öykülerini “Joe Brico Masumdur” adıyla yayımlar (Umuttepe Yayını).
2010, önemli bir arşiv çalışması olarak “Türk Sinema Tarihi” kitabını yayımlanır (İnkılâp Kitabevi).
2017 11 Temmuz’unda İstanbul’da noktayı koyar, akciğer kanseriyle mücadelesini kaybeder; Kartal Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden Zincirlikuyu Mezarlığı’na son yolculuğudur. Onunki, babasının komünistlikten suçlanarak Sansaryan Han’da “tabutluk” işkencesine kadar giden insanlık dışı serüvenine tanıklığın travmalarıyla dopdolu bir yaşamöyküsüdür.
2018, Bodrum/Göltürkbükü Mahallesi’nde adını taşıyan (eski 189) sokaktaki otuz üç yıl yaşadığı ev, son eşi tarafından “Fikret Hakan Oteli Anı Evi ve Müzesi”ne dönüştürülür.
Fikret Hakan, babasından dolayı çok zengin bir kitaplık ortamında büyür, küçük yaşlardan itibaren okumak ve yazmak yaşamının ayrılmaz parçası olur.
Bir dönem adı “Mavi” dergisi hareketiyle anılır. “Mavi” hareketinde Ahmet Oktay, Güner Sümer, Asaf Çiğiltepe ve Orhan Duru ile beraberdir. “Baylan Pastanesi”nde toplanan edebiyatçılarla Baylancı olur; Ömer Faruk Toprak’tan Atilla İlhan’a, Erdal Öz’den Hilmi Yavuz’a... Salim Şengil’in 1947-1957 arası (113 sayı) Ankara’da yayımladığı “Seçilmiş Hikâyeler”de yer alır öyküleriyle. Bu mahfillerde edebiyatçı kişiliğini geliştirir ama sinema ağır basar hep. Aktör Fikret Hakan-Öykücü Bumin Gaffar farkı!
Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmış ve Hasan Ali Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı döneminde çok başarılı Rusça çevirilere imza atan babası, Rus ajanı olmakla suçlanır, fişlenir, öğretmenlikten atılır. Dellenip sokaklara düştüğü, perişan bir halde öldüğü rivayettir. Samet Ağaoğlu’nun “Öğretmen Gafur” romanında hikâyesini anlattığı A.Gaffar Güney, Haldun Taner’inde öğretmenidir. “Joe Brico Masumdur” öyküsü, bu bağlamda biyografik unsurlarıyla göz önüne alındığında babasının 1943’te İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Sansaryan Han’daki Siyasî Şubesi’nin karşısında bulunan tabutlukta (özel işkence yerleri) işkence gördüğü tahmin edilecektir.
Fikret Hakan’ın öykü dili, yalındır. Bu yalınlık süreğen bir burukluk taşır; çocukluk dönemi zihninden hiç kaybolmaz ama canlanmaz da hep canlıdır çünkü. Güncel yaşanılan yerle ilişki bağı ikincil önemdedir; bilinçaltında ortaya çıkan kurguda anılar ve geçmişe dair mekânsal veriler etkilidir. Öykülerinde, geçmişi bugüne bağlarken yeniden, yeniden ve yeniden çocukluğuna gidip gelir.
Vefasızlık, acımasızlık, toplumsal eleştiri, insancıl çıkarımlar, aşk ötesi cinsellik ve kaybedişler öykülerinde tematik seçimleridir; ümitsizliğe yaslanmaz hiç. Biyografik yaslanmaları, geçmiş olayların kronolojik sıralamasından öte bir durumdur öykülerinin kurgusal yapısı içinde. Fikret Hakan, bunu iyi uygular.
“Joe Brico Masumdur” daha önce basılmış iki kitabıyla 1952’de “İstanbul Ekspres” gazetesinde yayımlanan öykülerinin toplamı külliyatını oluşturuyor. Toplu öyküleri, aynı zamanda “Mavi” hareketi, “Baylan” buluşmaları ve “İkinci Yeni” üçgeninde kendi öykü (ve şiir) dilini oluşturan genç Fikret’in edebiyatı sinemaya feda edişinin de tanığıdır. Fikret Hakan’dan 1953 tarihli bir tadımlık: “Aptülşazi Bey”
Aptülşazi Bey, dalgın dalgın kahveye giden yola saptı. Karısı demin evden çıkarken, ona: -Bey, (Birbirlerini bey, hanım diye çağırırlardı.) demişti. Akşama erken gel… Biliyorsun damatla bizim kız gelecek.
Hâlbuki o, onlar gelsin, daha doğrusu akşam olsun istemiyordu. Hele yatmak düşüncesi müthiş azap veriyordu ona. Üç gündür hayatı kapkaranlık görüyordu. Gerçi bunu kendine dahi itiraf etmekten çekiniyordu. Fakat hakikat meydandaydı. Kocalık vazifesini yapamıyordu artık! tam 61 yaşındaydı. Ve karısı da su içinde 55 vardı ama… O bir askerdi. Asker tekaüdüydü. Hayatı boyunca bütün kaybettiklerine aldırmamıştı. Fakat bu yıkıyordu, onu.
Üç gece evvel yatakta, 30 seneden beri ilk defa olarak karısına karşı vazifesini yapamamıştı. O zaman (kendini bütün zorlamasına rağmen) uzuvlarına hâkim olamadığını anladı. Zaten son günlerde büyük bir zorluk çekmişti. Dakikalarca o gece kaybettiğini bulmak için hicap ve müthiş bir hırsla çırpınmış, terlemiş fakat muvaffak olamamıştı işte. En nihayet karısı yorganın altından çekine çekine: -Ziyanı yok bey, demişti… Bugün çok yoruldun… Kalsın!
Karısının sesinde derin bir teessür, geçmiş gecelerin hasretini çeken bir hâl, buruk bir ifade var gibiydi. Cevap verememişti Aptülşazi Bey. Ve sabaha kadar bir türlü uyumamış, kederinden şakaklarına dayanılmaz sancılar girmişti. Sonraki iki gece de, çaresizlik içinde karısına sırtını dönüp yatmıştı. Fakat bu gece, bu gece artık bir şeyler yapmak lâzımdı.
Çamurlu yolda ayakkabılarının ve paçalarının (eskisinin aksine) kirlenmesine aldırmadan yürüdü.
Kahve oldukça tenha idi. Paltosunu astı. Nasırlı, iri ellerini ovuşturarak sobanın yanındaki eski yerine oturdu. Az sonra meydancı, hususi fincanlı acı kahvesini getirdi.
-Merhaba bey amca!
Sonra Aptülşazi Bey’i tetkik ederek:
-Rahatsızsın galiba bey amca, dedi…
-Biraz evlât.
-Geçmiş olsun… İstersen sana ıhlamur kaynattırayım.
-Yok, sağol evlât kalsın…
Meydancı cevap vermedi. Elindeki havluyu masaların üzerinde üstünkörü dolaştırarak uzaklaştı. Aptülşazi Bey kahvesini, akşamı düşüne düşüne yudumlarken, içeri Kasap Cafer girdi. Kasap Cafer’le çok sevişirlerdi. Gerçi aralarında 20’den fazla yaş farkı vardı ama, iyi anlaşırlardı. Cafer efendiden bir çocuktu. Sonra Aptülşazi Bey gibi de tavla hastasıydı. Selâm vererek oturdu.
-Ne var ne yok bey amca?
-Ne olsun be evlât!
-Hasta gibisin?
Fark etmişti…
-Ya ya evlât. Biraz rahatsızım. Ne olacak ihtiyarlık… Ee… yaş geldi 62’ye. Artık yarım adam sayılırız!
Sesi titriyordu. Başını omuzlarının arasına bırakıverdi. Ve galiba birazcık da gözleri yaşarmıştı. Cafer onun bu halini görmemezlikten geldi.
Meydancı bu sefer elinde tavlayla yaklaştı.
-Oynayacaksınız değil mi?
Aptülşazi Bey mendiliyle burnunu ve kaçamak tarafından gözlerini silerken: -Tabiî ya, dedi… Bırak masaya…
Cafer’le meydancı uzun uzun aralarında bakıştılar.
Tavla partisi epeyce devam etti. Cafer, her ne sebepten olursa olsun, böyle üzgün, hasta bir ihtiyarı -kendi zarının bütün kuvvetine rağmen- yenemeyecek kadar düşünceli, iyi bir gençti. Yenmedi de. Hatta “Yaman oynuyorsun bu oyunu bey amca…”, “Hakikatten erbabısın!” gibi sözlerle de Aptülşazi Bey’in kazandıkça yerine gelmeğe başlayan eski neşesini de canlandırmaya çalıştı.
Oyunun bitiminden biraz sonra Kasap Cafer müsaade isteyerek gitti. Aptülşazi Bey de havanın karardığını fark edinceye kadar; yirmi beş kuruşa kılıç açanları, partisi beş liraya bom oynayanları seyretti. O sıralarda, tuğla fabrikalarından dağılan işçilerin bir kısmı kahveyi doldurdu… Aptülşazi Bey o zaman büyük bir ürkeklik içinde yerinden kalktı. Bir müddet kahve kapısından dışarıya, karanlıklara baktı. İçinden bir şeylerin (bu hadiseler de olabilir) yeniden canlanıp, derisini aştığını, oradan suratına yapışıp sonra da beynine dolduğunu hisseder gibi oldu… Paltosunu sırtına geçirdiği gibi dışarı fırladı. Birkaç nefeste cadde üzerindeki Müskiratçı Kâzım efendinin dükkânına vardı. Sigara ve kibrit alıp, hemen bir tane yakıverdi. Cadde boyunca yürürken: “30 sene… Dile kolay.” diye kendi kendine mırıldanıyordu.
Evlendiği gece karısı: “Bey,” demişti… “Kızma ama, şu tütünle rakıyı bırakırsan öyle sevineceğim ki… Fena koku yapıyor.”
Karısı daha ilk geceden beri böyle, hiç sözünü sakınmadan söylerdi! Ertesi gün Aptülşazi Bey de her iki alışkanlığından vazgeçmişti. Bugün ise… Bugün ise, artık evli saymıyordu kendini…
-Ağzımın kokup kokmamasından ona ne, diye mırıldandı... Nasıl olsa artık onu öpecek de değilim… Kardeş gibi olacağız…
Son cümleyi birkaç kere tekrarladı. Böyle bir şeyi havsalası almıyordu bir türlü. Birden gözleri boşanıverdi. Sesli sesli ağlamağa başladı. Neyse ki etrafta kimseler yoktu. İlk rastladığı meyhaneye daldı. Radyo:
“Buğday, Trakya… İki üç çavdarlı,” deyinceye kadar içti. Sonra ağzında sigara evin yolunu tuttu. Daha sokak kapısında, karısı, kızı ve damadı onu hayretler içinde karşılayıp, hiçbir şey söylemeden sırtlayıp yatağına götürdüler.
***
(Ben: birçok olayları sizlere anlatan o bilinmeyenim… Bundan sonraki kaderini de kalemime bırakan Aptülşazi Bey; bu geceden sonra, itiraf edeyim ki; son derece ayyaş, aksi bir ihtiyar olacak. Ve iki ay sonra da bir ezan vakti ölecek. Fakat, hayır hayır, güneşin batışı sırasında arzumuzu yerine getirmesi daha hoş! Evet, zaten bu böyle olmalı… Onu tanıyanlar son günlerdeki vaziyetine hayret ederek:
“Vah vah! Çok iyi adamdı, Allah rahmet eylesin ama son zamanlarda sapıtıverdi,” diyecek. Ama hiçbiri de; niçin, böyle birden değiştiğini kestiremeyip, kendi kafasına göre fikir yürütmeğe çalışacak. Ama karısı, siz, ben, bir de Allah; onun ne için, hangi düşüncenin tesiri altında; ayyaşlığa vurduğunu, zorla ölmeğe çalıştığını, daima bilip susacağız!”)
Zekeriya Şimşek
Özgeçmiş için; Feyzan Ersinan Top’un “Asla Unutmadım” (2006, Dünya Yayıncılık) ile Nigâr Pösteki’nin “Fikret Hakan Eskimeyen Yeşilçamlı” (2009, Umuttepe Yayını) kitaplarından yararlanılmıştır.
Hakan, Fikret (2009), Joe Brico Masumdur, İstanbul: Umuttepe Yayını, s.81-86.
Comments