“Sakarmeke” Mehmet Fuat Pürselim’in okuduğum ilk öykü kitabı. Bursa’ya Tüyap Kitap Fuarı’na geldiği zaman onun imza günü olduğunun ertesi gün olduğunu bilmeden almıştım Sakarmeke’yi. Bazı kitapların ismi gibi kapağı da güzeldir çünkü. Ertesi gün tekrar kitap fuarına gittiğimde yayınevinin olduğu bölümde karşımda Mehmet Fuat Pürselim’i görünce şok olduğumu hatırlıyorum. Ama ben sizin kitabınızı dün almıştım siz yoktunuz, bugün siz varsınız ama kitabınız yanımda yok, gibi bir şaşkınlık ile mahcubiyet arasından sonra kendime gelip hemen bir tane daha “Sakarmeke” kitabını almıştım.
Eve gelince kitapları incelerken, yazarın yazdığı cümleler ile bu kitabı mutlaka okumalısın dediğimi hatırlıyorum -Gökyüzündeki tüm kuşların bir fazlası kadar mutluluğunuz olsun- Bu yaz okuduğum en güzel öykü kitaplarından biri oldu benim için “Sakarmeke”. On bir tane öykü var içinde. İnişler ve çıkışların olduğu bir kitap. “Ledli Zaman Hikâyesi” ve “Erektus Kalesi” sizi distopik ülkelere doğru uçururken, “Turna” ve “Martı Avcısı”nda sonsuz semada süzülüyorsunuz.
Zamanda sıçramaların olduğu öyküler. Ben, öyle metafor şu bu arayıp hmm şöyle güzel beni burdan yakaladı filan diyemiyorum öykü okurken. Bilmiyorum, belki de hâlâ duygularım ile tüm kalbimi vererek her cümleyi okuduğum içindir. Altında bir şey mi var acaba diye değil de okuduğum bir öykü bende neyi tetikledi, hangi hayali kurdurdu, hangi anımı hatırlattı, diye düşünüyorum.
Dili akıcı, ironisi yüksek, benzetmeleri ise beni kıs kıs güldüren ve aynı zamanda düşündüren cümleler. Bazı öyküler kısa bazıları ise biraz daha uzun. Merakla çeviriyorsunuz sayfaları.
“Her Vakit”
Yaşlansa da insan nasıl unutur ki her vakit kalbini çarptıranı, kulağını şenlendireni.
“Ölmeden önceki vakti kaçırmaktan korkuyordu.”
“Sözler tükenince bunun gömleğinin yanı alev aldı.”
“Gençliğinde beni sarmalayan kocaman gövdesinden kalanları kucağıma sığdırdım.”
“Ledli Zaman Hikâyesi”
Distopik bir öykü, enerji tasarrufu için kullanılan parlak ledli sokak aydınlatmaları insanların hayatlarını günden güne karartmakta. Afşin Kum'un “Sıcak Kafa” kitabını okur gibi bir hisle okudum; distopyanın göbeğinde insanlar beyaz körlük parlak ışıklar altında geçiyor. Atmosferi çok güzel kurulmuş bir öykü ve sahneler gözümde canlandı, etkileyiciydi. Gecemiz günümüze karışsa önceleri hoş gelen aydınlık, fazla fazla rahatsız etmeye başladıysa aslında karanlığa boğuyorsa insanı, at gözlüklerini takıp geçici çözümler üretiyorsak kendimize, insan olduğumuzu hatırlayıp güneşe bakıp umut etmekten başka çaresi var mıdır? Kimin gücü yeter ki güneşi karartmaya.
“Artık geceler de gündüz gibi aydınlık olmuştu.”
“Bakmayı sürdürünce dünya beyaza kesti. Buna beyaz körlük diyorlardı. Geçiciydi ama uzun ve sürekli bakışlarla kalıcı hale gelebiliyordu. Güneş yukarılarda bir yerlerde hala duruyor, benim görememem onu ortadan kaldırmaz, diye düşünerek evime girdim.”
Ufak Bi’Teslimat
Komik bir şekilde başlayıp, biraz gerilim ve bolca hüzün ile veda eden bir öykü. Biraz da fantastik öğeler söz konusu. İş bir adamın yaşlı bir adam ile gazetedeki ilginç ilan ile yolu kesişir ve olaylar peşi sıra gelir. Ufak bir teslimat karşılığında para mutluluk getirecek mi? Yoksa yalnızlık bir ömür boyu mu sürer? İç sese bir sormak lazım nihayetinde cevabı içimizde saklı.
Hikâyede geçen betimlemeler yine çok iyiydi.
“Göz çapalı, poğaça ve gecikmiş maaş kokan yolcular dolup boşalıyordu.”
“Öldün sen! Sus artık!” dedim. “Ölüler konuşmaz!”
Turna
Hikâyeyi okurken kanatlarım var olsun istedim, Turna olmak mesele.
İş hayatında oldukça bunalan bir kadının aynı iş yerinde çalışan Turna ile bağlantılı kuşlar ile dolu hikayesi. Hayatı sorgulayan, aidiyet duygusu ön planda bir kısa öykü ama en etkilendiklerimden biri olduğunu söylemem gerekiyor. Martılar mesela neden evlerin çatılarına yuva yaparlar, insanlara çok mu güvenirler yoksa ait olma telaşları mı vardır? Serçeler, yelkovan kuşları, içimizdeki kuşları da unutmamalı.
“Her geçen gün farkında olmadan duvarları daralan bir kafeste çalışıyor gibiydik. Kapı açık olduğu için kendimizi özgür sanıyorduk. Fakat kanadı budanmış kuşlar gibi bir avuç yem, bir yudum su uğruna kendi ayaklarımızla her sabah tıpış tıpış girdiğimiz hapishaneden farksızdı.
“İstenilen her şeyi yapar fakat çok sıkılırdı. Kapalı kapılardan, çekilmiş perdelerden, penceresiz odalardan hiç hoşlanmazdı. “İçimdeki kuşlar ölüyor” derdi. Gerçekten de içinde bir kuş sürüsü vardı sanırım. Serçe gibi az yerdi, puhu gibi çok düşünürdü, leylek gibi hep gökyüzüne bakardı, bazen güvercin gibi hüzünlü olurdu.”
Benzetmeleri, betimlemeleri ile yine mest olduğum alıntılar ile devam etmek isterim.
“Kafes aramaya çıkmış kuşlara benzemiyor muyuz?”
“Yuva diyorum abla. Yuva kurmak için havalanmamız gerekirken.”
“Zaten adımı Turna koyarken biliyorlardı; sürgün bir ülkede yaşayamayacağımı, bir gün o özgür güneş ülkesine gideceğimi.”
Serçe
Bir minik serçe olmaktı hayali, sesi güzel ama kilosu fazlaydı. Üstelik evlatlık olduğunu öğrenmiş kendini hayaller dünyasına atmıştı Serçe. Kalbi pır pır atıyorken her kızıl saçlı kadında kumru annesini arıyordu, Yeşilçam filmleri gibi hayaller kuruyordu. Yemek yemekten vazgeçmiyor, acılarını dindirsin diye kollarını kanatıyordu. Hayatı ve kendini tanımaya başladıkça yuvaya ait olup olmadığını bilmiyordu, kanatlarını çırpmaya devam ediyordu. Hayalleri kanatlarından büyüktü Serçe’nin. Büyümek ise her zaman uzun engebeli bir yol.
Bu hikâye bana biraz uzun geldi, diyaloglar fazlaydı, hayaller belki biraz daha az mı olmalıydı diye düşünmedim değil.
“Kolumdaki kesikten kirli olduğum günlerdeki gibi kan akarken, ben öz annemi deşmişim gibi rahatlıyordum.”
“Ben sekizden sonra okumadım. “Şişko Serçe, uçsana,” diyenleri kovalamaktan yoruldum çünkü. Koşsam da zaten havalanamıyordum.
Kitle
Eşinden ayrılmış ve kendini ölümcül hasta sanıp oğluyla son bir tatile çıkan bir adamın hikayesi. Sevmekten yorulmuş, ilgiden bunalmış bir adam. Oğluna baktıkça kendini ve gençliğini sorgulayan pişmanlıklar ile keşkelerinin çetelesini yapıyor her baba gibi. Ne zaman büyüdüğünü anlamadığımız çocuklarımız. Ölüm korkusu sardıkça sarıyor ve fakat doktordan çıktığında kuş gibi hafifliyor; sonrasında da keşkelerini oldurmaya çalışıyor. Ah annesiyle olan konuşması var ki çok duygulandım. Kısa bir öykü ancak alınan dersler ile insanın yüreğini hafifletiyor.
“Kuşların da içi sıkılır mı anne?”
“Sıkılmaz mı kuzum? Sıkılmasa neden başlarını alıp oraya buraya gitsinler?”
“Geçer mi sonra?”
“Geçer elbet. Hani yükselirler ,yükselirler sonra süzülmeye başlarlar ya… İşte o zaman bil ki ferahlamışlardır.”
Erektus Kalesi
Distopik hikayelerinden birisi daha karşımızda. Bu hikayesini de diğer distopik hikâye gibi soluksuz okudum. Kadın ve erkeğin bitmeyen kavgası mı demeliyim, cinsiyet savaşı mı? Aslında aslolanın insan olmaktan geçtiği, bireyin tercihlerine saygı duymaktan geçtiğini de heybeme kattım. Anlatım tekniği farklı bir öyküydü, iki taraflı bir anlatım, vakanüvise anlattığı gerçekler ile günah çıkartırken, himayesindekilere olan boş söylevleri ile erkek egemen bir dünyayı diretmeye çalışmakta olan bir avcının hikayesi. Güçler dengesi nasıl da şaştı ve galibiyet insanı nasıl da çirkinleştirdi. Harika bir kurguydu. Kukumav kuşu gibi oturup düşünmeli.
“Şimdi anlıyorum ki bizim en büyük hatamız aşka düşmekmiş.”
“Melek, peri en azından kuş olsalardı, uçmalarını beklerdik.”
“Güçlü ve efendi olan bizlerdik, güçsüz ve hizmetçi olansa onlar. Kaburgamızı alanlar bu kez de kalemizi çalmışlardı.”
İlgi
Güçlü bir distopik öykünün ardından gelen İlgi ile tempo biraz düşüyor. Genel olarak kitaba baktığımda aslında çocukların hayalleri nasıl da sonsuz ve masum. Muş’ta çok iyi futbol oynayan bir çocuk evden kaçar ve hayalindeki takım GS’nin tesisine gelir. Hayallerini gerçekleştirmek keşke insanca konuşmaktan geçseydi, büyüdükçe hayalleri başka yönlere çevrildi ama yolu hep GS’ye çıktı. İlgisi nereye aksa, ilgilenenler ondan uzaklaştı. İlgi için bilgi olması gerekirdi,b harfi hep sen suçlusun.
Bekledim De Gelmedin
Anlatımı farklı bir öykü, bilinçakışı eşliğinde karşı tarafa yazılmış mektuplar adeta. İki zamanlı ve iki kazalı bir öykü, kazadan önce ve sonra olmak üzere, sarsıcı bir anlatım ile soluksuz okuduklarımdan oldu. İtalik ile zamanların ayrılması okurken kolaylık sağlamakta, aksi durumda biraz zor bir okuma olabilirdi. Kendini sevdiğine anlatan, sevdiğine doymayan bir tür sayıklama hali. Hayaller yine başrolde. Sevgiye aç bir adamın hüzünlü bir öyküsü.
“Zagor olduğumu hayal ederken bile Çikoluktan ötesine gidemiyordum.”
“Nisan ayında erken açmış iğde çiçeği gibi kokuyordun. Zaten hayatı da mevsimini arayan bir çiçek gibi yaşamadın mı?”
“İçindeki aşk kırıntılarını toplayacağın faraşa ihtiyacın varsa beni çağırırdın.”
“Aklının kenarına kaza süsü takıldığından mı arabayı uçuruma sürdün?”
“Ya beni kurtaracak kadar çok sevmiştin ya da kurtulmak isteyecek kadar nefret etmiştin.”
Atatürk Yalnızlığı
Anlatıcının değiştiği bir öykü var sırada. Sona doğru yaklaştıkça hayal gücü sınır tanımıyor, bir kitap olsam ne olurdum sorumun cevabını buluyorum adeta. Yıllar sonra doğduğu kasabaya gelir ve neden açmaması gerektiğini bildiği kitapçıyı neden kapatması gerektiğini bilen bir karakter.
Okumuyor insanlar okumuyorlar. Hikâyede geçen kitaplar sahneye çıktıkça Esmer’de başka bir hikâyeden geri gelmişti. Sevdiğim kitap isimlerini gördükçe hikâye daha bir anlamlı geldi, nihayetinde okur ile yazar arasında bir köprü değil midir kitaplar. Kasabaya gelen bir yoldaş yalnızlığına iyi gelmiş olsa da başına iş açmıştı sanki kitaplar. Körlük, Damızlık Kızın Öyküsü, Dönüşüm, biraz da Ursula ve Ray Bradbury. Galiba kitap okumak. Kitap kahramanları ve yazarlar ise gerçek dostları olmuştu.
Şu sözleri kaç defa okudum bilmiyorum
“İnsanlardan kaçıp her zamanki gibi kitaplara sığınıyorsun… Bir kez daha sıcacık yürekleriyle sarmalıyorlar seni. Demir Ökçe, Dune, Fahrenheit 451 büzüştüğün yerde, elinin altında duruyor. Ayak sesleri yaklaşıyor. Vaktin yok. Ray Bradbury’nin kapısını çalıyorsun. Hemen içeri kabul ediyor seni; gözlerin cümlelere, parmakların paragraflara, beynin sayfalara, benliğin kitaba karışıyor …”
Martı Avcısı
Bir göç hikâyesi ile sona eriyor kitap. Öyle bir göç hikayesi ki gözleri doluyor insanın yaşanan çaresizliğe. Ajite etmeden göçmenlerin sorunları ele alınmış; önceki yaşamları, mücadeleleri ve çaresizlikleri ile birlikte zamanda sıçramalar eşliğinde olan bu hüzünlü hikâye yine soluksuz okuduklarımdan. Bir avuç sağ kalanın yaşama tutkusu, farklı olmanın yükünü de taşımak zorunda kalan Azad’ın kahramanca haykırışı ise hep aklıma gelecek.
“Keşke iki kolumuz yerine kanadımız olsaydı. O zaman hem silah tutamazdık hem de dilediğimiz yere uçar giderdik, diye düşündü.”
“Ardı ardına saldıran dalgalar can almaya çıkmış bir müfrezeye benziyordu. Ana yeleğinin düğmesindeki yunustan güç bulan Azad, can havliyle su yüzüne çıktı.”
“Gökyüzüne bir kuş sürüsü toplandı. Güneşi kapatacak kadar çoklardı. Dakikalarca daireler çizerek döndüler. Sonra Azad yorgun bir mermi gibi yere düştü. Göç mevsimiydi, kuşlar uçup gitti. Azad da peşleri sıra.”
Her birimiz birer kuş gibi süzülüyoruz aslında semada. Kanatlarımız yok belki ama umudumuz var. Bende devamı gelecek olan yazarlardan Mehmet Fırat Pürselim.
Öykülerin hepsi birbirinden farklı, beynimin içindeki on bir kafesin içini açıp salıverdim sanki kuşları, iyi geldi ruhuma, uçsunlar istedikleri kadar. Nihayetinde özgürüz hepimiz.
Zümrüt Sibel Kaymaz
Zümrüt Sibel hanım , emeğinize sağlık, sizin bu ilgi çeken yazınızdan sonra okumamak mümkün değil.