top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Abdulaziz Doğu- Akreplerin Sırtı

Elçin uyku saati gelmesine rağmen hâlâ elindeki fırçayla yunus balığının sivri dişi arasındaki böceğin üzerinde çalışıyordu. Tablonun ortasındaki kocaman meşe ağacı tabloyu ikiye bölüyordu. Turuncu kamuflajlı, kafaları usturayla tıraş edilmiş bir düzine muhafız ağacın gölgesinde uzanıyor, korkuyla açılmış gözleriyle sol tarafa bakıyordu. Baktıkları yerde taştan yapılmış yan yana iki zindan vardı. Zindanın önündeki dört yargıcın kafaları önlerine eğikti. Ellerinde boylarından uzun asalarla, sert ve keskin çizimlerle betimlenmiş asık suratları ve cüppeye benzer kapkara giysileriyle ayaktaydılar. Tam ortalarında da Elçin’in ağabeyi duruyordu. Burada gerçekteki gibi hiç de çirkin değildi. Uzun, siyah saçları omuzlarına dökülmüş, elleri arasındaki parşömenin üzerinden nefretle zindandaki mahkûmları inceliyordu. Her zindanda birer ihtiyar mahkûm vardı. Mahkûmlardan birisi Elçin, diğeri babasıydı. İkisi de kördü ve vücutları çökmüş, saçları ağarmıştı. Elçin’in boyu neredeyse iki metreye yakındı. Yere bağdaş kurup oturmuş, önündeki kapta bulunan sulu yemeği kirli parmağıyla karıştırıyordu. Babasının boyu ise tersine çok kısaydı ve zindanın tam ortasında, ayaktaydı. Ellerini kirli ve yırtık entarisinden içeri sokup koltuk atlarına sıkıştırmış, kafasını yukarıya kaldırıp tepesindeki küçücük boşluktan içeri sızan ışığa dikmiş, gülümsüyordu. Tablonun sağ tarafındaysa, kafasına geçirdiği miğferi, boynuna taktığı gümüş kolyesi ve giydiği siyah kamuflajıyla kumsalda durmuş bir komutan Nil Nehri’ne bakıyordu. Nil Nehri’ndeki yunus balığının karnı şişkindi, uzun burnuyla dalgaları aşarak kıyıya doğru yaklaşıyor, diliyle dişindeki böceği ezmeye çabalıyordu. Elçin fırçasını dağınık çalışma masasına bırakıp ballı sütünü aldı. Tablosuna bakmak için birkaç adım geri çekildi. Sütü kafasına dikerken resme başlamasına sebep olan simsiyah atla böceğin ayakları arasındaki benzerliği fark edince şaşırdı. Gözleri büyük büyük açıldı. Sütünü bitiremeden bardağı masaya bırakıp boyalı ellerini sinirle birbirine sürttü.

Elçin görüp de hatırladığı ilk rüyayı çizdiğinden bu yana resim yapmaktaydı. İlk rüyasını gördüğü gece ter içinde uyanmıştı. Vakit gece yarısı üçü biraz geçiyordu. Belli belirsiz bir istekle yatağında doğruldu, avuç içleri yatağa sabit, derin derin nefes alırken, odasının kapalı penceresinden dışarı baktı. Perde biraz sıyrılmıştı. Rüyasını düşünürken, kedisi Osiris’in mırlamalarını da duyuyordu. O zamanlar henüz yavruydu Osiris. En başından sonuna kadar bir öykü okur gibi rüyasını okuduktan sonra ne yapması gerektiğini fark etti. Gülümsedi. Artık acele etmesine ya da endişelenmesine gerek yoktu. Yatağının başucunda, komodinin üzerindeki ballı sütü alıp kafasını dikti. Çıplak ayakla yatağından çıkıp içi sütle dolu yemek kabının yanında uyuyan Osiris’i öptü. Sonrasında hemencecik yan odaya, kendisinden dokuz yaş büyük ağabeyinin odasına sessizce girmişti bile. Ağabeyi yatağında yüz üstü uyuyor, horluyordu, pikesi yere düşmek üzereydi. Sağ ayağı yatağın dışındaydı. Elçin dağınık çalışma masasındaki üniversite kitaplarının arasında parmaklarını gezdirmeye başladı. Biraz sonra, beyaz kâğıtları koltuğunun altına, renkli kalemleri de parmakları arasına sıkıştırınca gidip ağabeyinin üstünü örttü. Bir anlığına ağabeyini uyandırıp rüyasını anlatmak isteği duydu ama hemen caydı. Anlatmak değil, göstermek istiyordu. Nasıl geldiyse öyle parmak uçlarında, kapıya doğru giderken kitaplıktaki yarısı bitmiş yapıştırıcıyı görüp aldı ve sessizce odadan çıkıp kapıyı kapattı. Merdivenlerden aşağıya, mutfağa indi. Duvara dayalı mutfak masasında ne var ne yoksa alıp tezgâha bıraktıktan sonra kâğıtlarla kalemleri masaya koydu. Beyaz sayfaları masaya yaydı. Yapıştırıcıyla kâğıtları birleştirmesi uzun sürdü ama sonra gün ağarana kadar rüyasını çizmeye koyuldu.

Sabaha doğru kahvaltıyı hazırlamak için uyanan annesi kızını mutfakta görünce şaşırmış, kapı ağzında sessizce bekleyip uzun bir süre izlemişti.

Elçin kafasını kâğıtların üzerine eğmiş, ayaktaydı ve harıl harıl, büyük bir iştahla çiziyordu.

Annesi sonunda dayanamayıp içeri girdi ve “Günaydın” dedi sertçe.

Elçin kafasını çevirip annesine baktı ama cevap vermeden tekrar çizimine döndü.

Kısa bir süre sonra “Günaydın” diye yanıtladı.

Annesi kızının tepesinde dikilip çizime bir süre göz attıktan sonra “Afferrrin” dedi sinirle. “Afferin kızıma!”

Elçin annesini fark edince ellerini, kollarını ve kafasını masaya doğru uzatıp kâğıtların üzerini kapatmaya çalışırken “Bakmasana ya.” dedi. “Bakma. Daha bitmedi. Bakmaa işteeee!”

“Ne yapıyorsun? Ne yapıyorsun Allah aşkına ya?”

“Rüyamı çiziyorum.”

“Rüyanı çiziyorsun demek!”

Evet, anlamında kafasını salladı Elçin.

“Süpermiş valla!”

“Di mi?”

Hümeyra Hanım Elçin’in kemikli yüzünü, sapsarı gözlerini ve kapalı dudaklarını rüyalardaki silik insan manzaralarına benzediğini düşününce tuhaf bir duyguya kapıldı.

“Çoraplarını giy bari” dedi. “Çorapların olmadan çizemiyor musun?”

“Ne?”

Elçin kafasını eğip çıplak ayaklarına baktı.

“Offff anne! Ne çorabı ya! Görmüyor musun, bitmedi hâlâ. Bitsin giyerim.”

“Gerçekten. Niye yatağında değilsin canım benim?”

“Dedim ya, rüyamı çiziyorum. İnanmıyor musun bana?”

“İlk defa görünce?”

“Eee? Başka nasıl olacaktı ki anne? Ben de ilk defa gördüğüm bir rüyayı tamamen hatırlıyorum.”

Annesi dizlerini kırdı, yere çöktü. Kızının kalem dolu elini tuttu, gözlerine baktı ve mürekkep bulaşmış elini alıp yanaklarına götürdü.

“Ellerin sıcak ama.”

“Rüyamda aylardan Temmuzdu ve sıcak rüzgâr esiyordu.”

“Unutmamak için mi çiziyorsun?”

“Sabah sabah çattık ya! Hayır, tabii ki! Unutup daha farklı rüyalar görmek istiyorum.”

“Püh, püh, püh! Maşallah kızıma!”

“İleride ressam olacağım.”

“Başka?”

“Rüya göreceğim.”

“Başka?”

“Osiris’in sütünü içirip onunla beraber uyuyacağım.”

Kızının elini bırakıp ayağa kalktı. Buzdolabını açtı, kapağından tutup eğildi ve kafasını dolaba yaklaştırdı.

“Göstermeyeceksin madem anlat bari.” dedi annesi. Kâseden siyah bir zeytin alıp ağzına attı. “Çok mu gizli yoksa ha?”

“Offf anneee! Anlasana, olay da bu zaten. Anlatmamak için çiziyorum.”

“Ne zaman biter? Bütün gün çizmeyeceksin ya!”

Elçin cevap vermedi ve uzun uzun resmi inceledi. Sonunda elindeki kalemle sayfanın sağ alt kısmına imzasını atınca “Gerekirse, ” dedi “çizerim ama şimdi bitti.”

“Allah’ım, Allah’ım! Yallah yatağa o zaman, yallah!”

Elçin kalemlerini sandalyeye bırakıp annesinin yanağından öptü.

“İyi uykular o zaman bana.”

“İyi uykular.” İşaret parmağını dudaklarına götürdü. “Şiiii“ diye devam etti. “Babaya söylemek yok. Sana değil, bana kızar yoksa. Bu gece burada olanlar bizim küçük sırrımız tamam mı?”

Elçin annesini taklit ederek işaret parmağını dudaklarına götürdü. “Şiiii” dedi. Gülüyordu. “Evet, bu bizim küçük sırrımız. Oleyyy, yaşasııınn!”

“Bağırmasana kız.”

“Uyanınca babama göster ama tamam mı?”

Elçin mutfaktan çıktı. Çıkarken, annesi “Ellerini yıkamayı unutma. ” diye seslendi ama Elçin’in cevap olarak ne dediğini anlamadı. Bir zeytin daha alıp ağzına attı ve dolabı kapattı. Gidip avuç içlerini masaya dayadı, askeri bir haritayı inceleyen bir komutan gibi resme baktı.

Temmuz ayının yakıcı güneşi altında keçisakallı bir ihtiyar, 7.65 kalibre, Ortiges marka silahını; kırılmış bileğini yere dayayıp önündeki samanı iştahla yiyen simsiyah Arap atının kafasına doğrultmuştu.

O günden sonra rüyalar, her şeyiyle Elçin’in yaşam tarzı olmuş, bambaşka bir kıza dönüşüvermişti. Simsiyah tüyleri, upuzun ve sert bıyıklı kedisi Osiris dışında oyuncaklarını ve odasının duvarını süsleyen eşyalarını kutulara koyup evin ıvır zıvırla dolu bodrum katına kaldırdı, babasının doğum gününde aldığı bisikleti bir daha sürmedi. Her şey güzel gidiyordu. Yaş alıp büyüyor, rüyalar görüp resimler çiziyordu ama bir gün evdekiler anaokuluna başlayacağını söyledi. Gitmeyi hiç mi hiç istemiyordu. Canı çok sıkıldı. Elçin’i ikna eden annesi ya da babası değil, ağabeyiydi. Ağabeyi ona anaokulunda geçireceği her hafta için büyük bir ressamın tablosunu Cuma günü yatağının başucuna koyacağını söyledi. İlk başlarda Elçin ikna olmadı ama iyice düşününce kabul etti.

Sınıftakilerin hiçbirine içten bir yakınlık duymadığı hemencecik anlaşıldı ama yine de arkadaşlarıyla konuşuyor, gülüyor, oynuyor, anaokulundaki günlerini tuhaf bir hoşnutsuzluk içinde geçiriyor, uysallığını kaybetmemeye çabalıyordu. Bir ara, birdenbire değil, yavaş yavaş içinde büyüyen hoşnutsuzluğun sebebini fark etti. Bu sebep sonsuz ve bölünmez zamanın ta kendisiydi, sınırlıydı ve durmadan ilerliyordu. Anaokulunda sıkıldıkça rüyasındaki arkadaşlarına, ağabeyinin aldığı tablolara ve kendi çizimlerine daha çok bağlanıyor, aralarındaki bağın kuvvetlendiğini hissediyordu. Şövalelerini ve fırçalarını anaokuluna getirmeyi akıl edince işler bir nebze daha düzelse de anaokulu bitti. Sonunda Elçin her şeyden kurtulduğuna ikna oldu. Zamanı elde ettiğini, kazandığını ve hatta somutlaştırdığına inandı ama sonraları…

Yaz boyunca ballı sütünü içip uykuya dalınca rüyaları ve sabahleyin şövalelerin başına geçince tablosu büyük bir karnavalın küçük ve gizli odasına dönüşmüştü ancak tatilin sonlarına doğru ailesi bu sefer birinci sınıfa yazılacağını söyledi. Elçin yine okula yazılmak istemediyse de değişen hiçbir şey olmadı. Bu sefer üzüldü, yıprandı ve mutsuzluktan hiç rüya görmedi. Rüya görmediği gecelere sabırla katlandı. Okulun açılmasına haftalar kala sara hastalığına yakalandı. Annesiyle babası çığırından çıkan bu gerçeği artık değiştirmeleri gerektiğine inandılar. Hastane koridorları çıplak gerçeğin duvarlarıyla örülmüştü. Elçin okulun açılmasına on gün varken hastaneden taburcu olsa da evdekilerin hastane odalarındaki dalgınlıkları, suskunlukları, korkuları ve fısıltılı konuşmaları eve taşındı. Birbirlerine bakarlarken aynaya bakıyormuş izlenimine kapıldığı saatleri herkes sessizce kendi içinde taşıdı. Bir tek ağabeyi aynıydı, değişmemişti ama o kadar meşgullerdi ki farkına bile varamadılar.

Elçin bir gece evdeki sıcacık yatağında uyurken uzun zamandan sonra bir rüya gördü. Sabah uyandığında kendini zinde hissetti, fırlayıp yatağından çıktı. Yatağının karşısındaki duvara dayalı şövalesini düzeltip bacakları arasında dolanan Osiris’in kambur ve dik sırtını okşayıp gülümserken babası odaya girdi. Ağzını açıp Elçin'e hiçbir şey söylemeden okul üniformasını ve kitaplarını yatağının ayakucuna koyup odadan çıktı. Okula başlayacağı günün öncesindeki Pazar gecesi de, annesi Elçin'i yatağında ağlarken görmüş olması hiçbir şeyi değiştirmedi. Ağabeyi odasından çıkmıyor, ağzını açıp ne anne babasına ne de kardeşine tek kelime ediyordu.

Okulda bir kişiyle bile arkadaşlık kurmamaya özen gösterdi. Bu konuda öylesine titizdi ki tuhaf bakışları, sözleri ve hareketleri tümüyle kabullendi. İçine kapanık, soğuk ya da umarsız değildi, öteki öğrencileri küçümsediği de yoktu. Sadece ve sadece rüyasında gördükleriyle çizdikleri şimdi de ona yetiyordu. Seneler ilerledikçe etrafındakiler ona bulaşsa da bulaşmasa da kendi yaşıtındaki çocuklar ne kadar neşeliyse o da o kadar neşeliydi. Hayatı düzene girmişti. Dengeyi tutturabilmişti.

Beşinci sınıfın ikinci dönemindeyken bir akşam yemeğe birisi davet edildi. Bu kişi Elçin’in babasının çocukluk arkadaşıydı. Böyle söylenildi. Elçin’in karşısındaki sandalyede oturuyordu. Elçin yemeğin sonlarına doğru, artık daha fazla dayanamayınca çatalını tabağa bırakıp ayağa kalktı. Yan yana oturan annesiyle babasına baktı. Nefretle ama sakince “Çocukluk arkadaşın olabilir baba ama” dedi “bu adamın bize niçin geldiğini biliyorum.” Sandalyesini geriye itip halının üzerindeki tabakta yemeğini yiyen Osiris’i kucağına aldı, ağabeyinin yanına gitti. Osiris’i tekrar yere bıraktı. Ağabeyinin kocaman kafasını ellerinin arasına alıp kendisine yaklaştırdı, alnını alnına dayadı. Resim üzerine yazılmış ne kadar kitap varsa alacağını ve senede bir sefer de olsa yurt dışındaki müzeleri ziyaret edeceklerine dair söz vermesini istedi. Ağabeyi Elçin’in elinden tuttu. Gözleri seğiriyordu ama “Benden bu kadar” dedi. “Anladın mı, benden bu kadar. Bıktım artık senin şu saçmalıklarından.” Babasını gösterdi ama Elçin gözlerini ağabeyinden ayırmadı. “Git, ondan iste, senin baban o, ben değilim.” Elçin dolu dolu gözlerle ağabeyine bakarken babasının arkadaşı ayaklanınca kafasını çevirip annesine döndü. “Bütün bunlar bizim küçük sırrımız değil miydi?” diye sordu ama cevabı beklemeden koşarak yukarıya, odasına çıktı. Yatağında, battaniyenin altında ağlarken, gördüğü ilk rüyanın en büyük serveti olduğunu daha iyi kavradı. Ömrünce ruhunda taşıyacağı bu kaos ve disiplin kendisine verdiği bir armağandı ama her armağanın beraberinde getirdiği felaketlerin bilincinde olacak kadar tecrübeli değildi.

Karşısındaki Yunus Peygamber adlı tablosuna dolu gözlerle bakarken simsiyah atın kırılmış bileğiyle böceğin ayaklarını birbirine benzetirken ne kadar çok tecrübe kazandığını hissetti. Artık sekizinci sınıfa gidiyordu. Yıllar içinde eserleri çok daha büyüleyici olmuştu. Yine de bu benzerlikten korktu. Gerisin geriye yürüdü. Bütün bu başından geçenleri hatırlayınca vücudu yavaş yavaş ağırlaştı. Kafasını çevirip sağ omzunun üzerinden krem renkli minderde uzanan Osiris’e baktı. İyice şişmanlamıştı ve kocaman karnı yavaşça inip şişiyor, nefesi hırıltılı çıkıyordu. Birden odanın kapısı açıldı.

İçeri babası Erol Bey girdi. Elçin babasını görünce Osiris’in yanına gitti, Osiris’i kucağına aldı, mindere bağdaş kurup oturdu. Uzamış tırnaklarıyla Osiris’in sırtını kaşırken babasına baktı. Babası orta boylu, yapılı biriydi. Dökülmeye başlamış siyah saçları ve kırışık yüzüyle yaşlanmaya başladığı belliydi ama kocaman ela gözleri ve kızıl sakallarıyla neredeyse yakışıklı sayılırdı. Burnu kancalıydı, sağ yanağında on kuruş büyüklüğünde et beni vardı. Yaşı ilerledikçe yüzündeki canlılık kayboluyor, her şeyi daha fazla ciddiye alıyordu. Babası kapıda durup hiçbir şey söylemeden önce kızına, sonra odaya ve ardından Yunus Peygamber tablosuna uzun uzun bakıp çalışma masasının yanına gitti.

Yarısı süt dolu bardağı alıp sırtını çalışma masasına dayadı. Karşısındaki tabloya bakarken “Hâlâ bitmemiş. ” dedi.

“Süt mü tablo mu?”

“İkisi de.”

“Sen sütü iç, tabloyu ben bitiririm.”

Babası sütü kafasına dikti. Bardağı masaya bırakıp “Pasaportlar hazır” dedi.

“Nereye gidiyoruz?”

“Bu sefer Londra.”

“İyiymiş.”

“İyi mi? Müthiş olacak. Çok şey öğreneceksin.” Sustu, kızına dikkatle bakıp “Bir şey mi oldu, sevinmedin sanki.” diye ekledi.

“Abim. Abimle konuşsuna, o da gelsin.”

“Gelmeyeceğini biliyorsun.”

“Biliyorum, biliyorum ama gelsin işte. Bu sefer gelsin bari.”

Babası kafasını çevirip odanın açık kapısına baktı. Yavaşça kapıya gitti, kafasını koridora uzattı. Kimseyi göremeyince kapıyı kapatıp tekrar kızına döndü.

“Ne oldu?” diye sordu Elçin şaşkınlıkla.

“Bir şey olduğu yok ama artık büyüdün, bilmen gerek. Abine tek kelime etmeyeceksin. Hatta annene bile söylemeyeceksin. Tamam mı?”

Elçin evet anlamında kafasını salladı.

“Olmaz öyle” dedi babası. “Söz ver.”

“Söz baba ya, söz. Söyle işte.”

“Kaybolan tabloların nerede sence?” dedi. “Biliyor musun nerede olduklarını? Ya da aslında hiç kaybolmadıklarını? Dört sene önce kaybettiklerinden bahsediyorum. Beş sene önce miydi yoksa? Neredeler sence?”

“Ne bileyim nerede baba. O günden sonra bir daha hiç görmedim.”

“Birbirinize hiç benzemiyorsunuz.” Sol tarafındaki Yunus Peygamber tablosuna yaklaştı. “Abin var ya, abin. Sen müzeleri süsleyeceksin. Göreceksin, her şey yerli yerine oturacak, her şey belli olacak ileride.”

“Ne olmuş abime?”

“Sabırlı, çirkin ve kocaman bir akrep o.”

Cebinden sigara paketini çıkardı.

“Burada içmeyeceksin di mi baba?” diye sordu ama babası sigarasını yakmıştı bile. “İçme işte burada!”

Babası parmağını ileriye, tabloya doğru uzattı. “Böcek mi bu?”

Elçin ayağa kalkıp Osiris’i mindere bırakırken “Dokunma sakın. Kurumadı daha.”.

“Ney bu? Böcek mi?”

“Evet, böcek.”

Babası yanağındaki bene dokunurken gülmeye başladı.

“Ha ha ha! Güzel, güzel. Baksana çok benziyorlar ama onun ayakları var.”

“Rüyamda öyleydi. Ayakları olmasa onu da çizmezdim.”

“Görüyorsun di mi abinin bize nasıl baktığını? Burada bile aynı. Ah Semih, ah, delirtir insanı.”

“Bilmiyordum. Çaldığını.”

“Çaldı ve bazılarını yaktı.” Kafasını kızına çevirdi. Göz göze geldiklerinde önce umutsuzca kabardı, sonra bir süre öyle durdu ama sonunda yavaşça tekrar tabloya döndü. Parmağını ileri doğru uzatınca Elçin babasının ne yapacağını anladı. Neredeyse koştu ve “Baba!” diye bağırdı. Kolunu bile tuttu ama artık çok geçti…

Babasıyla kız kardeşinin sesi artık gelmiyordu. Semih beş dakikadır kulağı kapıya dayalı, koridorda, ayakta durmuş onları dinliyor, kendini zor tutuyordu. Bütün konuşmaları duymuş, zorlukla kendine hâkim olabilmişti.

Sonunda kapıyı çaldı ve seslendi.

“Elçin?”

Cevap yoktu. Biraz bekledi ama sonra tekrar kapıyı çaldı.

“Elçiinnn, içer’de misin? Babaaa!”

Daha fazla dayanamadı ve yavaş yavaş kapıyı açtı. Kel kafasını ileri doğru uzatıp içeri baktı. Ortalıkta kimse görünmüyordu ve her şey yerli yerindeydi. Odaya girdi. Kapının karşısındaki pencereye yürürken, Osiris ayaklanıp yanına geldi. Bacakları arasında dolanınca eğilip Osiris’i kucağına aldı. Mırlıyor, karnı gurulduyordu ama Semih pek aldırmıyor, pencerede yansıyan yüzüne bakıyordu. Kel kafası, kocaman ablak ve tıraşlı suratı akreplerin sırtına benziyordu. “Hiçbir halta yaramıyorum.” diye geçirdi içinden. Çirkinim diye. Sırf çirkinim diye. Yaşamım boyunca her zaman nefret ettim kendimden, sevsem bile nefret ettim. Haklı olmasa, haklı olmasa ayakkabımın topuğuyla böcek gibi ezerdim onu! Sırtını pervaza yaslayıp tekrar odaya göz attı. Yunus Peygamber tablosu dikkatini çekince Osiris’i kucağından indirip tablonun karşısına geçti.

Babası Nil Nehri’nin karşısında bağdaş kurmuş, oturuyor, ellerini saçlarına daldırmış kafasındaki kumları silkeliyordu. Tepedeki yakıcı güneşin altındayken gözleri kısılmıştı. Elini indirip gözlerini ovuşturdu ve havayı kokladı. Hemen ilerisinde, kumsalın yakıcı kumları üzerinde yanan sigarasını gördü. Duman yükseliyor, denizden esen rüzgârla birlikte kokusu kendisine doğru geliyordu. Bir anlığına gözleri telaşla kocaman açılıverdi. Etrafına bakınca hemencecik sakinleşti. Elçin sol tarafındaydı, kumsalda yüz üstü uzanıyordu. Ayaklarını aşağı yukarı sallarken avuç içlerini çenesine yerleştirmiş Nil Nehri’deki yunus balığını seyrediyordu. Dudakları büyük sekiz biçimindeydi. Saçları uçuşuyordu. Erol uzanıp sigarasını aldı ve derin bir nefes çekip ayağa kalktı. Kızının yanına gelince tepesinde dikildi.

“Eee” dedi. “Annene nasıl haber vereceğiz? Evde görmeyince çok kızacak.”

Elçin kafasını kaldırıp gülümseyerek “Abim de kızacak” dedi. “Londra’ya gelmezdi ama buraya kesin gelirdi.”

“Neredeyiz ki?”

Kızının yanına oturup bağdaş kurdu.

“Neredeyiz değil baba. Asıl soru hangi zamandayız.”

Babası gülümseyip “İyi bir ressam ama kötü bi’ hırsızsın” dedi. “Eee, eve nasıl döneceğiz?”

“Bilmem. Yunus Peygamber’e sorarız.”

“Kime, kime?”

Elçin eliyle işaret edip yunus balığı gösterince baba kız hayranlıkla bakmaya başladılar.

Semih, kız kardeşine ve babasına defalarca el salladı, bağırdı, ıslık çaldı ama onu ne duyuyor ne de görüyorlardı. Canı sıkıldı. Bir süre kendine bakınca rahatladı. Olmak istediği ama asla olmayacağını bildiği kişiydi. Arkasına döndü. Dağınık çalışma masasını görünce gülümsedi. Yılların ağırlığını üzerinden atabileceğini sandı. Gözleri alev alev yanıyordu. Çirkinliğini unutup akreplerin neye benzediğini hatırladı. Masaya gitti, fırçayı mor renge boyadı ve küçük küçük adımlarla neredeyse dans ederek geri dönüp tekrar tablonun karşısında dikildi. Hiç acele etmeden sakince ve büyük bir gururla ıslık çalarken fırçayı havaya kaldırdı. Fırçayı tabloda gezdirdikçe, tabloyu boyadıkça ve tablodaki görüntüler kayboldukça Semih içindeki akrebi büyüttüğünü ve çirkin olmadığını düşünüyor, kendini hiç hissetmediği kadar güçlü hissediyordu.

Elçin kafasını kaldırdı, gökyüzüne baktı ve ardından babasına döndü.

"Şu rengi görüyor musun baba?"


Abdulaziz Doğu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page