“Anahtarını al.”
“Ne gerek var! Geldiğimde evde olacaksınız.”
“Olsun. Sen al yine de.”
Koridor boyunca geldiği yolu homurdanarak geri gitti. Boğazlı kazak ceketle beraber kalın gelmiş, anahtarı alıp kapının önüne inene kadar sırtındaki ter damlacıkları çoktan kaşındırmaya başlamıştı.
“Ne vardı bu kadar giyinecek!” diyerek söylendi.
Saate baktı. Daha vardı gelmelerine. Kapının önünden sokak lambasının altına doğru geçti. Tanıdık sokak geceye boyanınca ürkütmüştü. Canı sigara çekti. Unutmayayım diye çantaya ilk sırada attığı aklına gelince onca eşyanın altından alıp çıkarmaya üşendi.
“Anahtar, sigara… Müthiş başlangıç…” diyerek söylendi.
Zaman geçsin diye bir türkü doladı diline. Boş sokak içli bir yankıyla karşılık verince durdu. Bunca yıllık sokağının böyle bir yeteneğe sahip olması. Hem de bu ürkütücülüğüne rağmen.
“Gün içinde boğulup gitmiş bunca zaman,” diye düşündü.
Kaldığı yerden devam edecekken aniden yanında duran minibüsten korkup bir adım geri attı.
“Uyuyacaksan, git yatağında uyu oğlum!”
Pencereden uzanan kafa tanıdıktı.
Atladı minibüse. Şakalaşmalar, ufak yollu kızdırmalar ardından yeni binenler ve yine aynı şeyler. Tüm yolcularını alıp ana yola çıktığında minibüsün ışıkları kapandı. Kimi uykuya daldı kimi tamam çıkmazsa arkasını arayabilecekmiş gibi içindeki hesaba… Biraz önceki damlacıklardan dolayı ürperdi. Sarıldı ceketine.
“Abi açayım mı kaloriferi?”
Dikiz aynasından göz göze geldiği şoföre hayır anlamında kafasını salladı. Yatarlarken sobaya odun atmaya çalışan annesine de engel olurdu. Battaniyesinin altında sıcacık uyurken soğuğun yüzüne dokunması hoşuna gider, battaniyenin sıcaklığı tatlı bir güven verirdi. Çocukluktan kalma huyunun verdiği rahatlıkla daldı uykusuna.
Aracın girdiği sert dönemeçte sarsılarak uyandı. Karanlığa alışmaya çalışan gözlerini ovuşturdu. Nerede olduklarını kestirmeye çalışırken iyot kokusu yolculuklarının bitmek üzere olduğu haberini verdi. Az sonra da cılız sokak ışıklarının altında evler göründü. Evlerin arkasındaki büyük karaltı kıyıda gürültülü ince beyazlığa dönerken diğerleri de uyanıyor, minibüsün içindeki hareketlilik artıyordu.
İnecekleri durağa ulaşan minibüs susunca meydan tamamen dalgalara kaldı. Kumsala iyice yanaşan minibüsten indirdikleri eşyaları soğuk kumların üzerine sıraladılar.
Dalgaların ucundan kopardığı damlacıkları buz tanelerine çeviren ayaz ceketlerden içeri girebileceği boşluk aramaktaydı. Devam eden yolculuklarının diğer aracı önlerindeki korkutucu karanlığın içinde yalpalamaktaydı. Suya batıp çıkan ahşap gövdesine, ceviz kabuğundan hallice büyüklüğüne ve her an batacakmış gibi duran haline bakıp vazgeçmek üzereyken,
“Beyler hadi!” Kaptan işareti vermişti.
Bu saatten sonra dönüş olmadığını anlayıp eşyalarını diğerleriyle beraber tekneye yüklemeye başladı. Diğerleriyle beraber aşağıda bulunan iki kamaradan boş olana eşyalarını koydu. Yukarı çıkarken malzemelerini ve oltasını almıştı. Herkes yerleşince teknenin ucundan başlayıp genişleyerek devam eden çizgileri arkalarında bırakarak yol aldılar.
“Fazla yemi olan var mı? “
“Yok artık!”
Ardından gelen alaycı bakışlara rağmen arkadaşının cümlesini duymamış gibi tekrar etti.
“Fazla yemi olan var mı?”
Kaptan elindeki kabı yanına bırakırken, “Sadece bu seferliğine,” demişti.
Çocuksu bir utançla oltanın ucuna yemi takıp diğerleri gibi denizdeki balıklara bıraktı. Sıra şişenin dibindeki balıklardaydı. Buzluğa koydukları içkilerle mezeleri çıkarttılar. Pay edip dağıttılar her şeyi.
İlerleyen saatlerde daha az sözcük daha çok kahkaha duyulmaya başladı. Denizin, gecenin ve şişenin ortasında, teknenin güç bela yanan ışığının altında beklenilen ama istenilmeyen girişi yapmıştı.
“Ya biz çoktan öldüysek ve burası bizim cennetimizse?”
“Ohooo!”
“Al başladı yine!”
Böyle sorularla gelen o olurdu hep. Yer ve zaman gözetmeden. Şimdi olduğu gibi.
“Eğer öyleyse, tembel bir Tanrı’mız var demektir,” dedi en başta oturan. Bardağını kaldırarak selamladı onu. Tek dikişte.
“Ya bakın ayda yılda bir kaçabiliyoruz. Her gün zaten esir alıyorsunuz. Bari burada rahat bırakın!”
İsyanı başlatmıştı. Diğerleri arkasından döküldü. En sonunda çözümü bulmuşlardı. Onları yan yana getirip kurtulmak.
Yanına gelmesi için yardım etmiş ortalarındaki küçük sehpaya bardağını koyduğunda,
“Tembel bir Tanrı ha!” cümlesiyle kaldıkları yeri hatırlatmıştı.
Bardaktan bir yudum aldı. Yüzü çatalın ucundaki kavunun tadı gelene kadar buruşuk kalmıştı. İyotu anasona karıştırıp ciğerlerine çektikten sonra, “Karanlık ve deniz. Kendimi aciz hissettiren iki şeyin ortasında sonsuza kadar sürecek bir yaşam. Bunun nesi mükafat? Tanrıysan aynı şeyi uygulayamazsın kullarına. Uygulamamalısın. Tüm kurallarına uyduktan sonra en büyük iki korkumu sonsuz mükafat diye sunamazsın bana.”
“Eşitlik işte. Herkese aynı.” Kışkırtıyordu. Dünyaya çoğu zaman aynı yerlerden bakmalarına rağmen çoğunluğun dışında kalan yerleri keşfetmek için yapıyordu bunu. Daha önce yarım kalan ve bu gece devam etmeye çalışacağı bir keşif.
“Eşitlik mi?"
Kafası karışmıştı. Ne alakası var diye düşünürken geçen günkü konuyu açmaya çalıştığını fark etmişti. Çakırkeyif haliyle son hamleleri hatırlamaya çalıştı. Taşların son yerlerini. Madem öyle der gibi bakıp, “Eşitlik insanlığın uydurduğu en büyük yalan. Sana bu cenneti bahşeden Tanrı bizi neredeyse hiçbir konuda eşit yaratmamışken insanoğlunun bu eşitlik takıntısını anlamak mümkün değil! Her zaman dediğim gibi, odaklanmamız gereken devinip duran bütünün birbirini tamamlayan parçaları olmak. Gerisi zaman kaybı,” dedi.
Sıra ondaydı. Aklında turlayan fikirlerin dilinde rahatça çözülebilmesi için fondip yaptı. Bardağı doldururken aklının boşaldığını hissetti. Cesaretle ağzını açmaya hazırlanırken teknenin ışığı daha fazla dayanamayıp söndü. Yıldızların içindeydiler. Denizden tekneye çıkan yakamoz oltaların gövdesindeydi.
Karanlıktan şikayetler homurtulara dönünce kaptan yedek güç kaynağını dönüş yolunda diğer ekipmanlar için kullanacağını söyledi. Karanlığın av için işlerine daha çok yarayacağına inandırmaya çalıştığı misafirlerinden dişlerini birazcık sıkmalarını istemişti.
“O zaman eşit olmayan bu dünyadan memnunsun? Eşitsizliğini neredeyse doğumla ölüme kadar sıçratmaya cüret edebilen bu dünyadan. Öncesi veya sonrası karanlığın içinde eşitken tek bir ışık huzmesiyle bambaşka yönlere ayrılan yollardan.”
Dili beklediğinden hızlı çözülmüş fakat aklı dağılmıştı. Kışkırtmaya çalışırken saçmalayıp kendi tuzağına düştüğünü anlayınca “Sanırım bu sefer diğerleri haklı. Bu halde olacak iş değil.” dedi pişmanlıkla.
Nasıl bitirebileceğini düşünürken birden teknenin ön tarafından minibüsü beklerken diline doladığı türküyü duydu. Düşünmeden kurtarıcısına katıldı.
“Gördün mü? Türkü söylerken herkes eşit işte!” dedi şakaya vurup. Yarıda kaldıklarına ilk kez bu kadar sevinmişti. Bitince dayanamayıp bir türkü daha söylediler. Sonra bir türkü daha. Zamanla türküler yerini mırıldanmalara, mırıldanmalar ıslıklara, ıslıklarda sessizliğe bıraktı. Aklın sınırlarına dayanan sessizliğe.
Dem koyulaşıyor, zaman bardaklardan hızla boşalıyordu. Bulutlardan serpilen peri tozu tadını sunmuştu bile birkaçına. Gözleri açık zihinleri puslanmış olanlar önce birkaç denizkızı gördü. Hatta biri sudan başını çıkarıp öpücük bile göndermişti. Sonra canavarları, korsan gemilerini ve daha nicesini.
Etrafındakiler hikayelerinin ödülleri olarak balıkları toplarken oltası hiç kıpırdamıyordu. Yemi değiştirdi önce. Sonra toplayıp tüm gücüyle en uzağa fırlattı. Bekledi ses çıkarmadan. Yine hiçbir şey yok.
Sigarasını aradı. Hala çantanın içinde olduğunu hatırlayamadı. Birilerinden istemek üzereyken oltanın ufak hareketlerini fark etti. Takılı olduğu yerden çıkarıp sakince sarmaya başladı oltasını. Makarasını daha fazla döndüremeyince kavislenmeye başlayan oltayı yerine takıp kilitledi.
Tekneden sarkıp bir umut elleriyle çekebileceğini düşündü. Ne olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Ta ki yardım istediği kaptanla beraber çekmeye başlayana kadar.
Ay ışığının vurduğu oltanın ucunu gördüklerinde dehşetle geri çekildiler. Ellerinden kurtulup bir yerlere takılan misina, ucundakini teknenin gövdesine sarkaca bağlı bir top gibi vurmuştu. Birbirlerine şaşkınlık içinde bakarken diğer taraftan bir ses geldi.
“Hey maşallah! Gelene bak be!”
Ardından büyük bir çığlık.
“Lan. O neydi?”
Sorduğu şeyin benzerinin teknenin gövdesine çarpmakta olduğunu daha anlayamamıştı. Dönüp baktığında kimse oralı değildi. Ayaktaki kaptan ve arkadaşı hariç. Karanlıkta seçebildiği kadarıyla onlara doğru bakarken tok bir ses duydu. Bir şeyler oluyordu. Veya olmuştu. Bir kez daha aynı ses. Çocukken izlediği korku filmlerinden birindeydi sanki. Fazlasıyla sakin bir ortamda düzensiz aralıklarla duyulan bir ses ve görüldüğünden emin olunamayan görüntüler. Ayaktakilerin yüzlerinin dönük olduğu ve sesin geldiğini tahmin ettiği arka kısma eğilip baktığında son kez çığlık attı.
Oltanın ucundakiyle masal bitmiş, peri tozu, deniz kızı ve diğerleri yok olmuşlardı.
Denizin yaşattıklarına diğerlerinden daha aşina olan kaptan hızla yedek güç kaynağını ışığa takıp denize tuttu.
Deniz geceye içindeki insanlığa ait olan kötülüğü kusmuş, karanlığının terk ettiği yerleri batıp çıkan cansız vücutlar halinde teker teker ışığa bırakıyordu.
Diğerleri de final kısmında dahil olmuşlardı korku filmine. Kusarak, feryat ederek ve ağlayarak…
Titreyen ellerle çantasındaki sigarasını arayan o hariç.
Abdullah Karakaya
Comments