Öykü- Ahmet Akdere- Bosnalı
- İshakEdebiyat
- 1 dakika önce
- 7 dakikada okunur
Ona Bosnalı derdik. Asıl adını, nereli olduğunu, nereden geldiğini, ne iş yaptığını bile bilmezdik. Mahalledeki büyüklerimiz öyle çağırdığı için adı Bosnalıydı işte. Ama onlar da bilmezdi neden öyle dediklerini. Bir yerden mi duymuşlardı, biri mi söylemişti yahut bir adı yok diye herhangi bir şeyle çağrışım yapılıp ortaya öylece atılan bir lakap mıydı, kimse hatırlamazdı. Sonraları kulaktan kulağa çok laf dolansa da gerçek anlamda hiç kimse –evet, hiç kimse- bilmezdi onu neden bu isimle çağırdığını. Kendisiyse çok önemsemezdi bunu. “İster Ali deyin, ister Veli, ne fark eder,” derdi, “nereli olduğum ne fark eder?”
Uzun boylu, ince yapılı, zayıfça bir ihtiyardı. Bembeyaz saçları başından hiç çıkarmadığı kasketinin altından sürekli dışarı taşardı. Çok sigara içmekten ortası sararmış bıyıkları solgun dudaklarını, çalı gibi kaşları da rengini hiç anlayamadığımız çipil gözlerini örterdi. Elmacık kemiklerinin üzerine serpilmiş koyu renkli çilleri yüzüne çocuksu, masum bir ifade katardı. Sakalı yoktu ama o, devlet memurları gibi köse yüzünü tıraş etmekten geri kalmazdı.
Gecekondu mahallesinin uç tarafında kalırdı evi. Etrafı ağıl gibi tenekelerle çevrili bir alanın ortasında briketlerden, sararmış tuğlalardan örülü küçücük kulübeden ibaret bir yuvaydı burası. Ve bu yuvanın hemen arkasında kendi gibi ölüme çok yakın bir incir ağacı ırgalanır, ihtiyarın harabesini tozlu gölgesiyle serinletir, kulübenin üzerine yatırılmış paslı çinkonun üstünde bulunan kalasların, araba lastiklerinin ve yağmurlu günlerde su akıtmasın diye gerdirilmiş mavi renkli naylonların üzerine olgunlaşmış, şireli mor tanelerini cömertçe düşürürdü. Tenekelerden birinin delinen köşesinden incir ağacının kaim dalına doğru uzanan gergin çamaşır ipine kırış kırış, -belki kırk yerinden- yamalı, rengi solmuş partal elbiselerini asardı, ihtiyar. Perşembe akşamları mahallelinin hayır olsun diye verdiği yemeklerden gayrı ne yiyip içtiğini, evde olmadığı zamanlar nerelere gittiğini, nerelerde kaldığını bilmezdik. Ara sıra gözden kaybolur, puslu hatıralar gibi hafızamızdan da okulla ev arasında sıkışıp kalan yaşantımızdan da silinip giderdi. Göz görmeyince de çocuk dillerimiz adını anmaz olurdu. Sonra birden bire gergin ipte asılı duran yamalı kıyafetlerini görürdük de öyle hatırlardık varlığını.
Sessiz, sakin ve içine kapanık bir adamdı. Mahallenin büyükleriyle çok muhatap olmasa da bizi sever, demin söylediğim şireli mor incirlerinden ikram eder, başına toplanınca sessizliğini ve yalnızlığını unutarak bize daha önce hiç duymadığımız ve başından geçtiğini iddia ettiği garip, bir o kadar da gülünç hikâyeler anlatırdı.
“Kitaplarda bulamazsınız bu anlattıklarımı,” cümlesi düş mü yoksa gerçek mi bir türlü anlayamadığımız masalsı hikâyelerinin girizgâhı olurdu. Kimi hikâyesinde bir otobüs şoförü olup ülkeler arası yolcu taşır ve yollarda başına olmadık işler gelir, kimisindeyse bir gemi kaptanı olur, gemisini ve mürettebatını denizin dibini boylamaktan kurtarırdı. Hiç tanımadığı insanlarla avlara çıkar, göllerde çulluk, keklik, üveyik ve de yaban ördeği avlardı. Kızıl bir tilkiyle üç yıl boyunca balta girmemiş ormanlarda yaşamışlığı da vardı, bir ren geyiğinin sırtında Çin’den Maçin’e, mağripten maşrıka yıllarca dolaşmışlığı da. Amerika’da Kızılderililerle dost olduğu da olurdu, Meksika’da kartellerle savaştığı da. Anlatmayı en sevdiği anıları 79 senesinde İstanbul’da Bizans döneminden kalma bir define haritası bulunca dört arkadaşıyla birlikte zengin olma hayalleri kurduğu kış günlerinde yaşadıklarıydı. Şimdi adını unuttuğum uzak bir Afrika ülkesinde usta büyücülerin yanında sihir ilmini öğrendiğini söyler, sonra parmaklarının arasına bir ellilik alarak anlamsız, karmaşık cümleler mırıldanır, en sonunda “hokus pokus” diyerek gözlerimizin önünde yok ettiği bozukluğu, kimimizin kulağının ardından, kimimizin yakasından, gömleğinin cebinden yahut saçlarının arasından çıkarır, tarafımızca kuvvetli bir alkışı hak ederdi.
Evinin önündeki geniş toprak alanda top oynadığımız zamanlar bu hikâyeleri dinlemek, sihirlerini görmek için çocuk zalimliğiyle uykusundan uyandırırdık zavallıyı. Topumuz, evini çevreleyen tenekelere sertçe çarptığı zaman acı tütünün, kuru öksürüklerin tahrip ettiği ağlamaklı kırgın sesiyle kulübesinin içinden sitem edercesine:
“Uyutmadınız,” diye inlerdi, “uyutmadınız babam!”
Biz de arsızca, “Çık dışarı,” derdik, “çık dışarı ihtiyar. Çık da yine o hikâyelerinden anlat bize. Eğer çıkmazsan ihtiyar, eğer çıkmazsan… Evini top atışına tutarız, bilmiş ol!”
Bunu bir görev edinmiş gibi şikâyet etmeksizin sessizce kapının önüne çıkar, bizi etrafına toplar, dış kapısının önünde bekleşen sarı oturak taşına oturur, tuhaf hikâyelerini kendine özgü neşesiyle anlatır, hakkında net bir şey bilmediğimiz hayatı daha da karmaşıklaşırdı.
Bazı zamanlar çocuklarla onun hem hiçbir şey bilmediğimiz, hem de çok şey bildiğimiz geçmişi hakkında çıkarımlarda bulunurduk. Birisi çıkıp şöyle derdi sözgelimi.
“Bence bizim ihtiyar Bosna’nın en zengin adamlarından biriydi zamanında. Fakat kötü bir huyu vardı, çok kumar oynardı. Bunları nereden mi biliyorum? Ben kumarbazları ellerinden tanırım da oradan biliyorum. Kemikli, uzun parmakları olur onların. O kadar zenginlikten buraya nasıl geldi, diyecek olursanız, onu da tahmin etmek zor değil. Bir gün kumarda bütün varlığını kaybedince, karısı ve çocukları terk etti Bosnalıyı. Eee, ne demişler, papaz her gün pilav yemez, demişler. Ondan sonra tekmeyi yiyince de buralara düştü anlayacağınız. Allah düşürdü mü böyle düşürür yoksa Mersin neree, Bosna nere?”
Bir başkası ona katılmadığını belirterek bambaşka bir hikâye uydururdu.
“Öyle değil,” derdi, “abim anlattı bana, onun hikâyesi öyle değil. Benim abim, İdman Yurdu’nun alt yapısında olduğu için futbolcularla ilgili her şeyi bilir. Dünyada onun bilmediği tek şey, kesirli matematik problemleridir. Her neyse, bu Bosnalı kendi memleketinde kaleciymiş gençliğinde. Zaten o yüzden uzun ya boyu, kaleci olduğu için yani. Öyle koftiden kaleci de değilmiş ha, Rüştü bile eline su dökemezmiş. Adam geçer top geçmez cinsinden, bildiğin pantermiş! İşte bir gün bizim Bosnalı bir kupa maçında geri pasla atılan topu tutamamış, cerreden ‘tık!’ diye yemiş golü. Geçenlerde de oldu ya hani, Halilagiç’le Fevzi gibi işte canım. Golü yiyince şampiyonluğu da kaybetmişler. Taraftarlar ıslıklamış, yuhalamış ve de ellerine ne geçtiyse hepsini kafasına atmışlar Bosnalının. Kimsenin yüzüne bakamamış memleketinde. Terk etmiş oraları, buraya yerleşmiş.”
Sert bir itirazla, başka bir hikâye başlardı.
“Öyle bir attın ki Orkun, kimse tutamaz. Onun hikâyesini asıl ben biliyorum. Şeytangilin mahallesindeki bakkal var ya, Kürt Memet. İşte o babamla konuşurken duydum. Beş altı sene önce Bosna’da bir savaş çıkmış. Çoluk çocuk, ihtiyar kadın demeden herkesi kıyım kıyım kıymışlar. Bosnalının köyünü de basmışlar, baştan aşağı taramış, yakmışlar! Bizimki canını zor kurtarmış. Bir de çok korkmuş. Dişleri o yüzden dökülmüş, saçları da o yüzden böyle süt gibi beyazmış. Sonra koşmaya başlamış korkudan, koşmuş, koşmuş, koşmuş. O korkuyla buralara kadar kaçıp gelmiş.”
Abuk sabuk hikâyeler böyle uzayıp giderken, “Sahi nerede bu Bosna?” diye sorardı en sonunda bir meraklı.
“Türkiye’de değil, orasını biliyorum,” derdi bir diğeri.
“Bosnalı yabancı mı yani,” diye şaşırırdı birkaçı.
“Yabancı tabii,” derdi en bilgiç olanımız.
“O zaman nasıl Türkçe konuşuyor, yabancılar Türkçe bilmez ki!” şeklinde bir savunma yapılırdı. Bunun üzerine birimiz evden bir koşu ders kitaplarından birini getirir, en arka sayfadaki her şehre anlamsız bir renk verilen Türkiye haritasını açar, işaret parmaklarımızı hızlı hızlı gezdirerek hep birlikte Bosna’yı arardık.
“Yok,” derdi en sonunda Bosnalının yabancı olduğunu savunan, “buralı olsa haritada bulurduk.”
Sonra Bosnalı unuttuğumuz yerlerden çıkagelirdi.
“Söyle,” derdik, “söyle ihtiyar! Nerede bu Bosna, haritada aradık taradık bulamadık? Nerede, söyle!”
Yıkık dökük kulübesine, yamalı elbiselerine, kimsesizliğine ve yoksulluğuna tezat düşen ağzının içindeki üç altın diş şavkırdı o zaman, “Bosna,” derdi, “Bosna çok uzaklarda babam. Trenle, otobüsle günler; uçakla saatler sürer oraya gitmesi.”
“Sen Bosnalı mısın peki, hiç gittin mi Bosna’ya?” diye tuzak bir soru sorardık.
“Siz Bosnalı dediğiniz için öyleyim,” derdi, “Kayserili yahut Trabzonlu deseydiniz oralı olurdum herhalde! Ama ben dünyaya öyle bakmıyorum ki. Ben yaşadığım her yerliyim. Bosnalıyım, İstanbulluyum, Bursalıyım, Mersinliyim. Ve daha bunlar gibi güzel, birtakım kalabalık şehirlerdir benim memleketim. Her yerli olmak kadar güzel bir şey var mı? Bana göre yok, çünkü her yerli olursan ne yaşadığın yeri sahiplenirsin, ne de seni oradan kovmaya kalkarlar. Her yerli oldu mu bir insan, yaban olduğunu bile unutur. Bosna’ya gitme meselesine gelince… Gitmiştim bir seferinde, uzun yıllar önce.”
“Nasıl bir yer Bosna?” diye bir soru gelirdi.
“Yemyeşildi o zamanlar. Eski, tarih kokan binaları, uzunca köprüleri, hür gülüşlü, nazik insanları vardı. Bir nehir akardı şehrin içinden. Şırıl şırıl, masmavi.” Gözü uzaklara dalar, son cümleleri hüzünle mırıldanırdı, “Şimdi oralar ne halde, nasıl, bilmiyorum.”
“Arif senin kaleci olduğunu söylüyor. Ona da abisi söylemiş, doğru mu?”
Neşesi hemen tazelenir, ağzındaki üç altın dişi ipilerdi birden.
“Doğru tabii, kalecilik de yaptım gençliğimde.”
“Yalanın batsın be ihtiyar, bir şeyi de yapmadım de!”
Bu söz üzerine şavkıyan altın gülüşü yüzüne yayılır ve radyo spikerlerinin heyecanıyla kaleci olduğu dönemlerden hikâyeleri, zorlu deplasmanlarda yaşanan garip maçları, karlı, yağmurlu çetin mücadeleleri, rekor fiyatlara gerçekleşen transferlerini anlatırdı bu sefer.
Zamanın nasıl akıp gittiğini anlayamadığımız o çocukluk çağının hızlı, curcunalı ve heyecanlı günlerinin içinde Bosnalı’yı yine bir zaman unuttuk. Soğuk bir kış günü okuldan sırılsıklam olmuş bir vaziyette eve gelmiştim. Annem hemen üstümü değişip sobanın başına oturtmuştu beni. Dışarıda gürültülü bir yağmur vardı. Benden beş dakika kadar sonra da babam girdi içeri. Üstü başı çamur içindeydi. Anneme bakmadan, “Hemen banyoyu hazırla, yoksa kirden hasta olacağım,” deyip üstündekileri çıkarmaya başlayınca annem de meraklanıp, “Ne bu halin, ne oldu sana?” diye sormuştu.
“Sorma,” demişti babam, “kahvede oturuyorduk Ömer’le. Batak falan atalım, dedik, Murat çıkageldi birden. Görsen yüzü kireç gibi. Ne oldu, deyince, ‘şu bizim Bosnalı,’ dedi, durdu kaldı öylece.”
Annem kısa bir süre hafızasında yarım yamalak yüzleri ve birbirine karıştırdığı isimleri taradıktan sonra hatırlamıştı Bosnalıyı.
“Şu köşede, kulübede yaşayan ihtiyar mı?”
“Evet,” demişti babam, “işte o.”
“Ee, ne olmuş Bosnalıya?”
Sorulardan çabuk sıkılan babam, atletini sıyırırken oflayıp puflamış ve yarım ağızla cevap vermişti.
“Mezarını açmışlar. Konu komşu toplanıp tekrar kapattık.”
“Vah vah, öldüğünden bile haberim yok. Zararsız, kimsesiz bir garibandı. Ne diyelim, Allah rahmet eylesin. Neden açmışlar zavallının mezarını?”
İçimde bir şeylerin koptuğunu o an fark etmiştim. Ölmeden evvel insanların böyle zamansız vedalarının olacağının farkına varabilsek onlara yine aynı şekilde mi davranırdık, diye düşünüp olduğum yere çökmüştüm. Demek Bosnalı ölmüştü. Ama nasıl? Ne zaman? Bunu babama sorup sormamakta çok tereddüt ettim sonraları. Babam biraz huysuz adamdı, belki soruma sinirlenip hiç olmadık bir ölüm uydurur, Bosnalıyı başka türlü öldürür, benim buna üzüleceğimi düşünmez, bir daha sormayayım diye düşüncesizce geçiştiriverirdi beni.
“Anla işte canım,” demişti o sıra babam çoraplarını sabırla çıkarırken, “Mezar soyguncuları… dişlerini çalmışlar.”
O vakit nasıl oldu bilmiyorum, gözlerimin önüne geldi Bosnalının dişleri. Pırıl pırıl parlardı gülünce. O gülüşü kaç para etti şimdi? Çocuklara söylemedim. Benim gibi Bosnalının ölümünü bilen bazı çocukların da diğerlerinden bunu sakladıklarını laf aralarında şüpheli konuşmalarından anladığımda müdahale etmedim. Hepimiz yıkık dökük kulübenin önünde bir zaman onun gelmesini, kuyumcu ocaklarında eriyip giden ve kim bilir belki genç bir kadının küpesi olan ya da iki âşık nişanlının yüzüğüne dönüşen sıcak gülümsemesiyle bize yeniden hikâyeler anlatmasını, adını unuttuğum o uzak Afrika ülkesinde usta büyücülerden öğrendiği sihirbazlık numaralarını yapmasını bekledik.
Ahmet Akdere
תגובות