Bekleyiş.
Çakmak Caddesi’nden alır da başını deniz yönüne yürürsen eğer; yolun sonuna doğru Mersin Tren Garı’nın küçük, mütevazı binası seni karşılar. Bu binanın içerisinde küçük bir bekleme salonu ve birkaç çalışır gişe bulunur. Binanın alana açılan kapısının üstündeki beton sundurmada eski bir saat asılıdır. Günler, aylar ve de yıllar burada; askıdaki saatin Romen rakamlarında dönenip durur. Kapıdan dışarıya adım atar da alana girersen, sol tarafında ne ararsan bulabileceğin bir büfe, tam karşında ise gövdeleri yarıya kadar kirece boyalı bodur palmiyeler ve palmiyelerin arasına sırt sırta yerleştirilmiş banklar gözüne çarpar. Günün her saati, bankların üzerinde, yanında veya yöresinde, birbirine sevdalı iki aşığın bir diğerini yolcu ettiğini, babaların oğullarını uğurladığını, eşlerin hüzünle vedalaştığını yahut tam tersi hepsinin kavuştuklarını, birbirlerine özlemle sarıldıklarını, öpüşüp koklaştıklarını görebilirsin. Dalları göğe doğru fışkıran palmiyelerin, Çukurova’nın o meşhur bataklıklarını kurutan okaliptusların gölgesinde dinlenen, çoğu yolcunun farkına bile varmadığı ve benim küçük bir çocukken musluklarına ağzımı dayayıp kana kana sularını içtiğim çeşmeyi söylemezsem, sen sevgili okuyucu, burayı ömründe hiç görmemiş sen bile, “Bu tasvirde bir eksiklik var,” diyebilirsin. Çeşmenin ilerisinde şu an bile ne amaçla orada durduğunu bilmediğim sarı renkli, tek katlı, demiryollarına ait binalar ve peronlara yatırılmış meçhule doğru uzanan raylar istasyonun geniş alanı süslemeye devam eder. Dış peronlarda sessizce duran yüklü marşandizler, sabırla hareket edecekleri vakti bekler. Doğu yönünde lokomotifler için büyük bir tamirhane, onun da ötesinde rayların üzerinden aşan mavi bir üst geçit görünür. Bu üst geçit şimdiye kadar tasvir edilen resmin çerçevesi gibidir. Bu resimden gözlerini ayırır da şöyle çevrene bir bakınırsan, gar binasının arkasında il kütüphanesini, onun da arkasında tarihi Katolik kilisesini fark edebilirsin. Kilisenin bahçesine geçen yüzyılda inşa edilen saat kulesinin –ki aynı zamanda çan kulesidir- tepesinde bir haç dikilidir. Geceleri ışıl ışıl parlayan bu haçın, gar binasının çatısına oturtulmuş, yüzü göğe bakan hilal ve yıldızın içinde durmadan dönen demir kanatlı, demir tekerleği izlediğini anlarsın.
Yola Düş-
Kanatlı tren tekerleğinin üzerindeki güvercinler aniden havalanınca irkildim. Başımı kaldırıp bir süre alaca gökte kanat çırpıp süzülmelerini, birbirlerine dalaşmalarını izledim. Saatime tekrar baktım. Trenin hareket etmesine az bir vakit kalmıştı. Sırt çantamı elime alıp peronda harekete hazır halde bekleyen trene doğru yürüdüm. Düdüğü öttü. Diğer yolcuların aksine telaşsız bir şekilde trene bindim. İçerisi pek kalabalık değildi. Bir cam kenarı bulup oturdum. O sıra düdük bir daha öttü.
Sırt çantamı cam kenarına yastık niyetine koyup başımı çantaya dayadım. Tren yavaş yavaş yol alırken bu vaziyette bir süre yanım sıra akan rayları, yol kenarlarındaki limon bahçelerini, pamuk tarlalarını, uzakta sisler içindeki dağları ve bulutsuz puslu gökyüzünü izlerken durumdan sıkılıp gözlerimi kapadım ve çok geçmeden kısa bir uykunun ortasında kondüktörün sarsmasıyla uyandım. Kondüktör,
“Bilet! Hemşerim, bilet!” diye ünledi sarsarken.
Gömleğimin cebindeki bileti uzattım. Şöyle bir baktıktan sonra kâğıda paraf atıp geri verdi. Kabalığını gülümseme ile telafi etmeye çalışırken:
“Bir durağın kaldı, uyuma sakın,” dedi.
Şaşırdım:
“Kapıdere’ye mi?” diye sordum.
“Hayır, Adana’ya. Bu tren Kapıdere’ye gitmez. Adana’da inip aktarma yapacak, Fırat Ekspresine bineceksin.” Anlamaz gözlerler kendisine baktığımı fark edince yan koltukta oturan yolcunun biletine de paraf attıktan sonra,
“Sen iyisi mi, inince bir bilene danış,” diye tembihledi.
Çok geçmeden Adana istasyonuna vardık. Bir bilene danıştım. Dediği gibi önce aşağı indim, Kapıdere’ye bilet aldım. İstasyonun içinde bulunan alt geçitten yürüyüp merdivenlerden yukarı çıktım. Yedi vagonlu Fırat Ekspresi peron içinde sessizce bekliyordu. Elimdeki kuşkonmaz rengi delikli karton bilete baktım. Bir bilenin dediği gibi koltuk numarasına bakmadan rast gele bir kompartımana girip oturdum. Koridorda dolaşıp son kontrollerini yapan demiryolu işçisine trenin ne zaman hareket edeceğini sordum.
“Bir buçuk saat sonra,” dedi. Bir buçuk saat! Bir buçuk saat bu kompartımanın içinde oturup beklemek için uzun bir süre diye düşündüm ve sırt çantamı kompartımanda bırakarak, gara inip etrafta aylak aylak dolaştım. Her geçen dakika trene binenler oluyordu. Eşyalar yükleniyor, çıkınlar taşınıyor, insanlar birbirleriyle bağıra çağıra konuşuyor, sanki tren birkaç saniye içinde kalkacakmış gibi acele ediyordu. İki peron arasında bulunan büfeden poğaça, gazoz ve bir Milliyet aldım. Almadığım gazetelerin manşetlerine bakmayı da ihmal etmedim.
SİYASETTE DEPREM: ANASOL-M Hükümeti ekonomik krize boyun eğdi. Koalisyon erken seçime gidebilir.
BÜYÜK YILDIZ FENER’E: Sarı-lacivertli taraftarlar Yeni Maradona olarak adlandırılan Ortega’yı dört gözle bekliyor.
BİR PARTİ DAHA: Kulislere göre istifa eden milletvekilleri yeni parti kuracak. Sandalye sayısı gittikçe düşen DSP meclis çoğunluğunda dördüncü sıraya gerileyebilir.
KRİZ BÜYÜYOR: Ekonomik kriz orta direğin belini büktü, tencerede aş kaynamaz oldu. Memur ve emeklilerin gözü temmuz zammında.
SIRADA SADDAM VAR: Afganistan yetmedi, Amerika gözünü Irak’a dikti. Washington’un yeni söylemi, Irak’ta nükleer silahlar olduğu yönünde.
Gazeteyi katlayıp koltuğumun altına aldım ve kompartımana geri döndüm.
Büyülü Dağ.
Cam kenarında iri yarı, kasketli bir ihtiyar oturuyordu. Koridor tarafında ise sıska bir adam. Selam verip yerime geçtim. Poğaçaları önce ihtiyara, sonra sıska adama uzattım. Afiyet olsun, deyip el sürmediler. İhtiyar kasketini diz kapağına koyunca kel kafası meydana çıkıverdi. Bu haliyle dev bir balbala benziyordu. Başını mendili ile sildikten sonra bana dönüp gür sesiyle:
“Yolculuk nereye?” diye sordu.
“Kapıdere’ye.”
“Bilirim orayı, yolun uzun.”
“Doğrudur.”
“Oralılara hiç benzemiyorsun?”
“Oralı değilim.”
“Ya niye gidiyorsun o halde?”
‘Amma da meraklı,’ dedim içimden. “Askerlik arkadaşımın düğünü var, sağdıç olacağım.”
Mendilini katlayıp ceketinin cebine koydu:
“Hayırlı olsun,” dedi.
“Siz nereye?” diye sordum, kabalık etmemek için.
“Cebelibereket’e.”
“Yakın mı, hiç bilmem orayı.”
“Yakın sayılır.”
Deminden beri baktığı gazeteyi gösterdi:
“Okuyabilir miyim?”
“Tabi, buyurun.”
Gazeteyi uzattım. İlk sayfaları şöyle gözüyle süzdü. Ortalarda bir müddet durdu. Son sayfaları da umduğumdan hızlı geçti. Ben gazeteyi bana uzatacak diye beklerken ilk sayfaya tekrar döndü. Yavaş yavaş mırıldanarak okumaya başladı. Bu esnada içeri orta yaşlarda bir kadınla iki küçük çocuk girdi:
“Boş mu?” diye sordu ortaya. İhtiyar gazeteye dalmıştı, köşedeki sıska adam ise uyukluyordu. Kadın bana baktı:
“Boş,” dedim. Koridor köşesine, uyuklayan adamın karşısına geçip oturdular. Poğaçalarımı onlara da uzattım. Büyük oğlan birini aldı, küçüğü utanarak başını annesinin koltuk altına soktu. Kadın:
“Afiyet olsun,” dedi ve büyük oğlanı, poğaçayı arsızca aldığı için payladı.
İhtiyar, başını salladı. Haberin son kelimelerini yüksek sesle okuyup ‘cık cık’ etti.
“Dünyanın çivisi çıkmış. Çivisi,” dedi.
Trenin düdüğü uzun uzun öttü, birazdan hareket edeceği bilgisi anonsla duyuruldu. Poğaçamdan bir ısırık aldım ve merakla etrafıma bakındım. Koridorda insanlar oraya buraya aceleyle gidip geliyordu. Dışarıda da bir acayip telaş vardı. Şalvarlı, kasketli adamlar, beyaz tülbentli kadınlar hızlı hızlı, karınca misali çıkınlarını hareket etmek üzere olan trene doğru taşıyordu.
İhtiyar, gazeteden başını kaldırıp bana baktı:
“Bu ekonomik kriz bitmez.”
“Belli olmaz,” dedim.
Trenin düdüğü bir daha öttü. Birkaç saniye sonra bir daha. Ve bir daha. Sonra demir tekerlekler ağır ağır dönmeye başladı. Gar binası, bir tabelanın içinde pençesini açık bir kitaba koymuş kanatlı aslan resmi, el sallayan insanlar, Adana apartmanları, sokaklar, caddeler, gecekondular sırasıyla geride kaldı. Mavi renkli demir bir köprüden geçtik sallanarak. Altı minareli camiyi ve yanından akan masmavi Seyhan’ı hayranlıkla izledim. Sonra yine sık makiler gibi bitişik, yan yana yoksul gecekondular bir müddet daha akmaya devam etti.
İhtiyar o sıra gazeteyi uzattı:
“İçim karardı.”
“Benim de biraz içim kararsın,” deyip bu sefer ben okumaya başladım. İkinci sayfaya geçmiştim ki, ihtiyar sıkıldığını çok belli ederek:
“Ne iş yapıyorsun?” diye sordu.
“Kâtibim.”
“Belli. Mürekkep yalamış birine benziyorsun.”
Güldüm.
“Siz?”
“Emekliyim, demiryollarından.”
“Trenlere yabancı değilsiniz demek.”
“Evet, bu rayların arasında nice alın terim var.”
Gazeteyi katlayıp kenara koydum. Çekik gözlerini kısıp camdan dışarıya baktı:
“Ne olacak böyle?”
“Ne, ne olacak?”
“Memleketin hali yani?”
“Kara gün kararıp kalmaz elbet.”
“Öyle. Öyle ama…”
“Düzelir, düzelir,” dedim.
“İnşallah,” dedi. Kasketini başına takıp bana döndü, “Şu Demirel’in kıymetini bilemediler. Memleketi ne güzel mamur etmişti. Ah, Demirel gibi adamlar dünyaya bir kere gelir. Keşke başa geri gelse.”
Cevap vermedim.
“Adın ne?”
Adımı söyledim. Ben de onunkini sordum.
“Mustafa.”
O zaman bu adı da bu adamı da hiçbir zaman unutmayacağım hissine kapıldım. Derken, sol yanıma bakınca şaşkınlıktan küçük dilimi yuta yazdım. Yol boyu görmekten sıkıldığım gecekondular saniyeler içinde yok olmuş, birdenbire yerini geniş sokaklı Amerikan evleri ve mahalleleri almıştı.
“Bunlar nedir?” diye sordum. İhtiyar, durgun bakışlarını aynı yöne çevirip:
“Burası İncirlik Üssü. Bunlar da Amerikan askerlerinin lojmanı,” dedi. “Ne güzel evleri var değil mi? Sapasağlam, korunaklı. Sokakları tertemiz.” Devasa uçaklara, jetlere baktım. Birkaç dakika sonra ihtiyar, iri parmaklı eliyle ağaçların arasındaki bir mahalleyi gösterdi.
“Burası da Misis,” dedi. “Burada çok akrabam vardı. Geçen senelerde deprem oldu, hatırlarsın. Çok insan öldü. Arkadaşlarımı, dostlarımı yitirdim. Çok ceset çıkardım yıkıntıların içinden.”
Tren, altından köpüklü sular akan yüksekçe bir köprüden daha geçti. İhtiyar akan suyu göstererek:
“Burayı biliyor musun?” diye sordu.
“Ben buradan doğuya ilk kez gidiyorum, bilmem,” dedim.
“Ceyhan Nehri. Aşağıda bir de köprü var. Misis Köprüsü. Lokman Hekim’in ölümsüzlüğün sırrını bulduğunda kara kaplı defterine yazıp oradan geçerken Cebrail aleyhisselamın gelip kırmızı tüylü kanadıyla vurduğu gibi defteri suya düşürdüğü köprü.”
Buradan sonra bir rehber gibi geçtiğimiz yollarda ne varsa hepsini bana anlatmaya başladı.
“Bak şu tepedeki sivri kaleyi görüyor musun? Bak işte orada! Orası Yılankale. İçinde binlerce, milyonlarca yılan yaşarmış eskiden.”
“Biliyorum,” deyince şaşırdı:
“Nereden biliyorsun?”
“Yaşar Kemal’in romanında okumuştum.”
“Yaşar Kemal benim çocukluk arkadaşım,” dedi. Bu sefer şaşırma sırası bendeydi:
“Gerçekten mi?”
“Tabi, biz beraber büyüdük. Yazdığı kitapların hepsini bilirim. Anlattığı hikâyeleri. Eşkıya kavgalarını. Çeltik tarlalarını. Irgatlıklarını. Hapse girdiğini. İstanbul’a gittiğini,” diye başlayıp uzun uzun eski günleri anlattıktan sonra elini çenesine götürüp, “Yahu, bu konuya nereden geldik?” diye sordu.
“Yılankale’de binlerce yılan varmış,” dedim.
“Evet, başlarında da Şahmeran adında yarı insan yarı yılan bir padişah. Kalenin altından dağlara, ovalara tüneller açtırmış, saraylar kurdurmuş. Öyle büyük bir sultanmış. Sonrası işte insanoğlu. Bir yolunu bulup Şahmeran’ı oyuna getirmiş ve öldürmüş. Bedenini üçe bölmüşler. Kaynar kazanlarda haşlamışlar. Başının suyunu Lokman Hekim içmiş, dünyanın en zeki insanı oluvermiş.”
Bir müddet sustu. O susunca deminden beri uyuklayan sıska adam bizi dinlediğini bildirircesine:
“İnsanoğlundan iyi şeyler umulmaz,” dedi.
“Umulmaz,” diye destekledi ihtiyar. Gazete canını sıkmıştı. Memleketin üzerinde dolanan kara bulutlar herkes gibi onu da huzursuz ediyordu. Konuşmak, yermek, söylemek, patlamak istiyordu. Ellerinde, yüzünde, gözlerinin alevinde, yalımında bunu görebiliyordum. Esasında yalnız olmadığını görmek istiyor, kendi gibi memleketin haliyle dertlenen birilerini arıyordu. Konuyu değiştirmek için işlerimden bahsettim, neler yaptığımı anlattım. Gözlerime bakarak dinledi ama aklı başka yerdeydi. Sıska adam da ara ara lafa girmeye başlamıştı.
İnşaatlarda çalışırmış, akşama kadar beli bükülürmüş. Patronları yevmiyesini eksik verirmiş. Bazen, ‘işe gelmedin o gün,’ deyip hiç vermedikleri de olurmuş. Yevmiye defterini çıkarıp bize gösterdi, parasını alamadığı günleri karalamamış, hakkını helal etmiyormuş. Öyle hızlı, öyle anlaşılmaz konuşuyordu ki bir süre sonra kompartımandaki herkes sıkıldı ve kendi iç dünyasına dönüp manzaraları izlemeye başladı. O sıra kondüktör aniden çıkageldi. Yarım ağız, yolculuğumuzun nasıl geçtiğini sordu. Cevapları beklemeden karton biletlerimize delikler açıp gitti. Ardından kadın ve çocukları geldikleri gibi sessizce kompartımandan çıktılar. Sıska adam da konuşmaktan yorulmuş, köşesinde iyice büzülmüş halde uykulara daldı. Fırsattan istifade edip gazeteyi elime alınca ihtiyar bir kez daha sessizliğini bozdu:
“Babam da benim gibi demiryolu işçisiydi. Cumhuriyetin ilk yollarını hep onlar yapmış. Buradan Malatya’ya hat döşenirken, bir dağa denk gelmişler. Bir dağ ki, bela bir dağ; safi kayalık. Kazmayı vururmuşsun da kâr etmezmiş. Bir Alman mühendis varmış, sapsarı genç bir oğlan. Dağın etrafını dolanmayı teklif etmişler, “Olmaz,” demiş. “Buraya tünel açacağız.” “Aman etme mühendis bey, bu dağ inatçı, bu dağ geçit vermez. Dinamit bomba fayda etmez.” Yok, dinlememiş. “Kazmalarınızı alın arkadaşlar, en sert kayaya vurun, bir mecidiye büyüklüğünde delik açarsanız biz bu işi başarırız,” demiş. Babam eline kazmasını almış, bir iki derken mecidiye büyüklüğünde deliği açmış. Sonra da döşemişler dinamiti! Birkaç kayayı patlattıktan sonra dağın ciğeri meydana çıkmış. Öyle yumuşak, öyle güzel bir toprakmış ki, ekin eksen susuz boy verir. İnsan kazma vurmaya kıyamazmış, öyle serin, öyle narin bir toprakmış. Babam toprağı almış yüzüne sürmüş. “O kayalı çetin dağ nere, bu toprak nere?” demiş.” Birkaç dakika durdu, soluklanır gibi derin bir nefes aldı. Bir bana, bir yanımdaki işçiye baktı. “Demem o ki, bazen bize dıştan çok çetrefilli görünen işler aslında gözümüzde büyüttüğümüz kadar olmayabilir. O yüzden hep umutlu olmak lazım, değil mi? Deminki isyanıma kulak asma. Umudun olmadığı yerde yaşanmaz. İnsanlara kızıyorum bazen, yok yere değil elbette. Ama sonra hiç beklemediğim anda bir şey oluyor, misal bir insan hiç tanımadığı birine iyilik ediyor, içime bir umut doğuyor. O zaman babamın bu anısı aklıma geliyor. İnsan aslında iyidir ya, çevresini hep bir kayalık sarmıştır. Onu aşmak gerek işte, onu aştın mı insanın özüne inmiş olursun.”
Kompartımanın içinde ayağa kalktı, uzun boyu daha da uzamış, daha irileşmiş gibiydi.
“Bak şu karşıdaki dağa! Ne güzel, yemyeşil değil mi? İçinde kurt kuzu, börtü böcek. Suları akar ki buz gibi. Ama bir yudum alsan boğazın yanar, öyledir. Buraya Cebelibereket derler. Zamanında aşiretler çok kan dökmüş, çok cana kıymış burayı yurt edinmek için. Bak, bak kime kaldı? Kurttan kuştan başka kime kaldı? Kalmaz, kimseye kalmaz.” Gözlerime baktı. “Sen iyi bir delikanlısın, gençsin daha. Önünde uzun bir yaşam var. Ben öyle değilim, delinin tekiyim, olmadık yerlerde verir veriştiririm, üstelik bir ayağım çukurda...” Trenin yavaşlaması üzerine sözünü yarıda kesti ve üst rafa, çuvalına doğru kolunu uzattı. “Çok gördüm geçirdim şu hayatta. Güldüm, eğlendim, oynadım. Yeri geldi ağladım ama ömür ne tez gelip geçti anlamadım. Lafı uzatmanın da bir anlamı yok şimdi, zamanın kıymetini bil, demek istiyorum. Ve de her şeyi gönlünce yaşa.” Yönünü kapıya döndü, “Eh, benim yolculuğum buraya kadar. Size iyi yolculuklar,” dedi ve raftan çuvalını indirdi. Heybeye benzer kırmızı kuş örgeli çuvalı elinden aldım, “Aman zahmet etme ben götürürüm çuvalı,” dediyse de vermedim, vagonun kapısına kadar birlikte yürüdük. “Allahaısmarladık,” dedi. Elime üç tane ceviz tutuşturdu. “Acıkınca yersin.” Arkasını döndü, ağır ağır yürüdü. Hareket eden trenin kapısından gözden kaybolana kadar onu izledim. Arkasına dönüp bakmadı.
Bir müddet orada kaldım. İhtiyarın memleketine bakıp düşlere daldım. Kendimi Alplere tırmanan Hans Castrop’a benzettim. Hasta mıydım? Kapıyı açıp bir sigara yaktım. İhtiyarın bahsettiği başı dumanlı, büyülü dağa baktım. Aşiretler kan akıtmış, can almış bu dağa konabilmek için. Ağaçların, ormanların içinden sesler işittim. Tüfekler, piştovlar patlayıverdi aniden. Duldalardan Cerit beyleri fırladı; eli kanlı Cerit beyleri. Avşarlarla vuruştular. Ahlar işitim, kargışlar, ağıtlar; dağın en derininden, mora çalan kara ağıtlar. Davlumbazlar vuruldu, gökler gürledi ve tüfekler bir daha patladı. O tüfeklerden çıkan ince dumanlar süzüldü, süzüldü yukarıda dağın başında toplandı. Anladım, bu büyülü dağın başındaki duman o zamandan kalmadır.
Alacaklı.
Cebelibereket’i aşınca tren uzun, sonu gelmek bilmeyen tünellere girdi. Sonu gelmek bilmeyen tünellerden çıktı. Her tünelde geceyi, çıkınca gündüzü yaşadım. Karanlığa alışmış gözlerime ışık vurdu. Işığa alışık gözlerime karanlık indi. “Tuhaf,” dedim. Bir tünel, bir ışık-Bir tünel, bir ışık. Başım döner gibi oldu. Ulu dağları aştık. Ulu dağlardan indik. Köprüler, nehirler, ovalar geçtik. Köylere girdik, ıpıssız. Köylerden çıktık, ıpıssız. Her çeşit, her renk toprak gördüm. Sarı toprak, kara toprak, kırmızı-mor toprak. Ağaçlar gördüm. Yeşil ağaç, sarı ağaç, yanık ağaç. Bulutlar gördüm, bulutlar. Her şeye benzeyen bulutlar, buluta bile benzemeyen bulutlar. Hayvanlar gördüm. Kuşlar, kurtlar, ejderhalar. Yol kenarlarına atılan raylar, kalın kalaslar. Yol kenarında unutulan eski vagonlar. Terk edilmiş, kimsesiz istasyonlar. Sonra rayların, tekerlerin çıkardığı tekdüze sesler durdu birden. Durdu tüm gördüklerim; bir dağın başında durdu. Bekledik; bir asır, iki asır, üç asır bekledik. Tren yerinden kıpırdamaz oldu. Koridordan geçen kondüktörü yakalayıp sordum:
“Ne oldu, neden gitmiyoruz?”
“Lokomotif bozuldu.”
“Tamir mi edilecek?”
“Hayır.”
“Ya?”
“Yeni lokomotif gelecek.”
“Nereden?”
Bu da soru mu, der gibi yüzüme baktı:
“Adana’dan.”
Yolculuğa başladığım yerden lokomotif gelecek. Üç saattir yoldayım, o halde üç saat bekleyeceğim. İnsem, yürüsem Kapıdere’ye. Olmaz. Ne kadar uzakta olduğunu bile bilmiyorum. Vagonun kapısına yöneldim. Bir sigara daha içtim. Koridorlarda yürüdüm, insanlar karşıma çıksın istiyordum. Herkes kompartımanına kapanmış, durumu kabullenmiş bir vaziyette oturuyordu. Odaları dinledim. Çıt bile çıkmıyordu. Gazetemi elime aldım, okuduğumdan da bir şey anlayamadım. Saate baktım bunca süre yaptığım şeyler sadece yirmi dakika sürmüştü. Zaman bir türlü geçmiyordu.
Anladım, tren yolculuğunda ya uyuyacak ya konuşacaksın. İhtiyarın niye bu kadar çok konuştuğunu, inşaatçının niye bu kadar uyuduğunu o zaman anladım. Uykucu sıska adamı uyandırdım.
“Kalk,” dedim, “kalk konuşalım, yoksa delireceğim.” Mahmur gözlerini ovaladı, nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Korktuğu belliydi ama beni hatırlayınca rahatladı:
“Ne konuşalım?” diye sordu.
“Anlat,” dedim, “şu senin şerefsiz patronları anlat. Yevmiyeni vermemişler ya, onu anlat. İnşaatları anlat. Tuğlaları, çimentoları, elektrik kablolarını. Kimin kimsen yok mu be adam! Karın, kızın, oğlun? Onları anlat.”
Anlatmaya başladı. Patronlar, verilmeyen yevmiyeler, üstü çizilmiş günler, okuyan çocuklar, evde bekleyen eş, terk edilmiş köyler, uzak gurbetler bir kulağımdan girip öbüründen çıktı. Tam bunalmak üzereyken beklenen lokomotif geldi. Yeniden yolumuza devam ettik.
Çok geçmemişti ki, tren yine durdu. Sıska adam:
“Fevzipaşa’ya geldik. Burada yarım saat bekleyeceğiz. Karnım kazındı, inip bir şeyler alalım,” dedi.
“Neden bekleyeceğiz?” dedim sıkılarak.
“Lokomotif yön değiştirip tekrar diziye bağlanacak. Yani geldiğimiz yöne döneceğiz ama bu sefer aşağıdan gideceğiz.”
Anlamadım ama her türlü yarım saat bekledikten sonra ne olduğu önemli değildi. Çoğu yolcu bizim gibi aşağı inmiş, istasyonun arka tarafındaki mahalleye doğru yürüyordu. Sıska adam:
“Arka sokakta iyi bir pideci var. Pide alalım. Manavdan da üzüm. Bakkaldan peynir. İyi gider,” dedi.
“Olur,” dedim.
Ben fırının önündeki pide kuyruğuna girdim. O ise bakkal ve manava gitti. Pideleri alıp çıktığım zaman kapıda beni bekler buldum.
“Ömründe böyle güzel öğün gördün mü?” deyip güldü.
“Hayır,” dedim.
Beraber trene doğru yürüdük.
“Sen kâtip misin?” diye sordu.
“Evet.”
“Bir şey soracağım amma…”
“Sor,” dedim.
“Kâtipsin ya, bilirsin. Şu benim paraları alabilir miyim?”
“Hangi paraları?”
“Yevmiyeler canım. Hani patronlar üstüne yattı ya, o paraları.”
“Alırsın.”
“Nasıl alırım?”
“Mahkemeye başvuracaksın.”
“Mahkeme hemen verir mi?”
“Hemen vermez.”
“Neden?”
Vagona bindik. Konuyu yarım yamalak dinlediğim için ne olduğunu tam bilmiyordum.
“Sigortan var mı?”
“Demin söyledim ya, yok.”
“Doğru, söylemiştin. Sigortanın olmaması kötü bir şey.”
“Neden?”
İşlerin nasıl yürüdüğünü, kendisinin ne yapması gerektiğini, hangi mercilere başvuracağını yemeğimizi yerken basit bir şekilde anlattım. Bir süre düşündükten sonra:
“Bu iş aklıma yatmadı,” dedi.
“Başka yolun var mı?”
“Var.”
“Ne?”
“Gidip paramı isteyeceğim.”
“Daha önce istemedin mi?”
“İstedim.”
“Vermediler?”
“Vermediler.”
“Bu sefer?”
“Bu sefer vermezlerse çekip vuracağım.”
“Para için mi?”
“Para için değil.”
“O halde ne için?”
“Kötü oldukları için.”
İkimiz de sustuk. Elimdeki çirtimden bir tane ağzıma atıp camdan dışarıya baktım. Yamalı bir sofra bezine benzeyen renk renk, biçim biçim tarlaları seyrettim. İkindi güneşi içeri süzüldü, kompartıman aydınlandı.
“Şu gazetede ne yazıyor?”
“Al oku,” dedim, uzattım. Sesli sesli, heceleyerek okudu, her habere kendince bir yorum yaptı. Sıkılınca gazeteyi katlayıp bana uzattı. İkimiz de sustuk. Benim yabancısı olduğum, onunsa tanıdığı manzaraları izledik.
“Eh,” dedi bir süre sonra, “benim yolum buraya kadar. Sana iyi yolculuklar kâtip efendi kardeşim. Ben buranın Harmanlı Köyü’ndenim. Duvarcı İlyas dedin mi, herkes bilir. Gel köyümüze çayımızı iç, yemeğimizi ye, misafirimiz ol. Beklerim.”
“İnşallah,” dedim. Çuvalını alıp kompartımandan çıktı. Koltuğun üzerindeki katlanmış gazete ile baş başa kaldım. Paketteki son dalı yaktım. Dumanı kıvrıldı, büküldü ve süzülerek büyülü dağa doğru uçup gitti. Kulaklarımda tüfek seslerinin çelik çınlamasını duydum. İnsan asker arkadaşının düğünü için bu kadar yolu teper mi, diye düşünmeye başlamıştım ki, kondüktör bağırdı:
“Bir sonraki durak Kapıdere! Kapıdere yolcularının dikkatine. Bir sonraki durak Kapıdere!”
Ahmet Akdere
Comments