top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Akdere- Gül Alı, Nar Moru

Âdem Beylerin evinde yas havası vardı. Büyük kızı Zeynep’in düğününe iki hafta kala, her şey yolundayken -ve herkes öyle olduğunu sanırken- müstakbel damatları Nihat’ın kendi mahallelerinden bir hemcinsi ile münasebet içerisinde olduğu ve bazı çevrelerde adının şöyle böyleye çıktığı dedikoduları birdenbire ortalığa yayıldı. İlk zamanlar inanmasa da yalan söyleyeceğine ihtimal vermediği yakın akrabalarının da aynı sözlerle ona gelmesi Zeynep’in içine kurt düşürmüştü. O, yapısı gereği insanları başkalarının sözlerine bakarak yargılayacak yaradılışta değildi, bu yüzden gerçekleri nişanlısından duymak istedi. Elbette böyle bir şeyin olmadığını, bütün bu şayiaların iftira olduğunu söylemesini bekleyerek.

Nihat’ın izin günü her zaman görüştükleri Sevgi Pastanesi’nde buluştular. Havadan sudan, eşten dosttan bahsettiler. Garip bir biçimde, sanki daha önceden anlaşmış gibi yaklaşan düğüne, düğün hazırlıklarına ve davetiyelerin durumuna hiç girmeden, Nihat’ın işlerinin yoğunluğunun ve Zeynep’in kardeşi Bayram’ın askere gideceği gün evde neler yapılacağının üzerinde durdular. Asıl konuya ise bir türlü gelemediler. Konuşma süresi boyunca gözlerini sürekli kaçıran damat adayı bir süre sonra yürüyüş yapmayı teklif etti.

Sıcak bir öğle vaktiydi. Atatürk Parkı’nın içinde, palmiyelerin, okaliptusların, çam ve huş ağaçlarının altından bir baştan sona sessizce yürüdüler. İkisi de dehşetli bir iç sıkıntısı içerisindeydi. Peyzaj mimarının projeyi tamamlamazdan evvel son anda aklına gelen renkli lalelerin iç açıcı güzelliği bile biraz olsun gönüllerine ferahlık vermemişti. Bu durum park içerisinde kendilerine gül satmaya çalışan çingene çocuklarını ilk kez reddetmelerine neden oldu. El ele tutuşmadılar, göz göze gelmediler. Onları görenler iki nişanlı değil de yan yana yürüyen iki yabancı zannederdi. İkisi de yürüyüş boyunca hiç konuşmadı. Gittikçe uzayan sessizlik aralarındaki boşluğu derinleştirdi ve Zeynep’in oluşmasını hiç istemediği bir mesafe yarattı. Sekiz aydır tanıdığı, sesini duyduğu, alıştığı, yüz hatlarını artık ezbere bildiği bu adamın her şeyiyle kendinden uzaklaştığını görebiliyordu. Her sebebe, her olumsuzluğa rağmen içindeki inatçı umut yine de onu ayakta tutuyordu. Söylenenlere inanmak istemese de adım attıkça düşündü, düşündükçe umutları tükendi.

Tanıştıklarından beri doğru dürüst el ele tutuşmamışlardı, sarıldıkları anlar ise çok kısa ve resmî törenlerdeki gibi soğuk olurdu. Zeynep o anlarda bir erkeğe değil de kalbi atan bir puta sarıldığını hissederdi. Çarşı buluşmalarının sonunda yahut çeyiz alışverişlerinde birkaç kez Nihat’ı yanağından öpmüştü fakat nişanlısından aynı karşılığı alamamıştı. O zamanlar bu ilginç durumu Nihat’ın utangaçlığına ve ahlak anlayışına verirdi. Neden olmasındı? Nihat, dindar bir aileden geliyordu. İçki, kumar gibi kötü alışkanlıkları yoktu. Babasına “Hacı” diyorlardı. İhtiyar adam, yıllar önce diyanetin çıkardığı bir ilmihal kitabı bile yazmıştı. Annesi ise ağzından Kuran eksik olmayan naif, kendi halinde bir kadıncağızdı. Kız kardeşleri başına eşarp takmadan sokağa çıkmazlardı. Düşününce Nihat’ın kaçışlarına en temel dayanak yine buydu. Başka bir olasılık aklının ucundan bile geçmemişti. Fakat ne olursa olsun bir ailenin iyi yanları bireylerinin ruhuna her zaman aynı şekilde tesir etmeyebilir. Şimdi, bunu daha iyi anlayabiliyordu. Bir vakit sonra sessizlikten sıkılıp, “Ayaklarım ağrıdı Nihat, daha yürüyecek miyiz?” diye sordu. Nihat dalgın, kendi iç âlemindeki düşüncelerin girdabında kaybolmuştu. Geçen çarşambayı anımsadı. Düğünde sağdıç olarak görev yapacak olan Ekrem’in evindeydiler. O zamana kadar hiç kimsenin dikkatini çekmeyen ve şüphelenilmeyen bu iki ‘yakın’ arkadaşın ev görüşmelerinin sırrı sonunda aşikâr olmuştu. Saat yediyi geçiyor olmalıydı, hava daha kararmamıştı. Kapının açıldığının farkında bile değillerdi. Ekrem’in kız kardeşi Semiha ve arkadaşları ikisini öyle görünce… Korkunun ve ölçüsüz bir hayretin nefretle karıştığı, genç kızların tiz, şaşkın çığlıklarını yeniden duyar gibi oldu. “Bir haftada ne çok şey değişti,” dedi içinden. Hayatındaki her şeyin bu bir haftada daha da zorlaştığını kısa zamanda anlamıştı. İş yerinde sözlü tacizler, laf dokundurmalar, kötücül şakalar şimdiden başlamıştı ve ilerleyen zamanlarda sokaklarda hatta mahallelerde bile rahat yürümeyeceğini, küfre bulanmış uzun parmakların kendini her yerde kargışlarla işaret edeceğini, bir lanetli gibi gittiği her yerden kovulacağını, dışlanacağını yüreğinin en derininde hissediyor, bu da onu şimdiden korkutuyordu. O günden beri eve gitmediğini acaba Zeynep biliyor muydu? Babasının halini düşündü. “Böyle üzücü bir durumu ona yaşatmak istemezdim herhalde,” dedi. Acaba evlatlıktan reddeder miydi? Kız kardeşlerinin söylediğine göre annesi günlerdir gözyaşı döküyordu. Her şeye rağmen Ekrem, kendinden beklenmeyecek bir arsızlıkla, “Buralardan gidelim,” deyip duruyordu. “Karışık,” dedi içinden, “öyle karışık ki!” Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de herkese hesap vermek, boynunda utanılası bir yaftayla dolaşmak, olmadığı gibi görünmeye çalışmak ve kendini savunamamak ne kadar can sıkıcıydı.

“Ben de yoruldum,” dedi nihayet, “şu banka oturalım mı?”

Banka iki yabancı gibi aralarına mesafe koyarak oturdular. Söze ihtiyaç duyulmayan zamanlar olur hani, işte tam da öyleydi. Yürüyüşte başlayan suskunluk otururken de devam etti. Sessizlik çok şey anlatmış, bütün soruları yanıtlamıştı gerçi ama yine de Zeynep kesin bir cevabı hak ettiğini düşündü. Israrlıydı. Öyle ya, kaç aydır onun kocası olacağı hayaliyle yaşamıştı. Sevgilisine -bu kelime ne kadar bayağı geliyordu şimdi- doğru döndü, kırlaşmaya ve seyrelmeye başlamış saçlarına, terler biriken esmer alnına, kıvrık küçük çenesine ilençle bakarak, “Hakkında bazı şeyler duydum,” dedi, “inanmadım elbette ama çok yakın tanıdıklarım da aynı sözlerle bana gelince işin aslı astarı nedir, senden duymak istedim.”

Genç adam, dirseklerini diz kapaklarına dayadı ve ayaklarının ucunda çekirdek kabuklarının arasındaki sarı renkli taşa gözlerini dikti. Suskunluğu daha da derinleşti. Öylece hiç ses etmeden sonsuza kadar bekleyebilirdi. Zihninin yorgunluğu bedenine ağır bir yük yüklemişti sanki.

Karşılarında duran keçiboynuzu ağacının yayvan dallarına büyükçe bir karga kondu ve kalın, tok sesiyle “gak!” diye ünledi. İstasyondan hareket eden bir trenin sarsıcı, uzun düdüğü ağaçların içinde ötüşen kuşların cıvıltısını bastırdı. Parkın içinden bir seyyar satıcı geçiyordu, “Elmalı şeker,” diye bağırıyordu. “Elmalı şeker, elmalııı…” Küçük, camekânlı arabasının arkasından çocuklar tozu dumana katarak koşuşturuyor, ellerindeki kâğıt paraları sallayarak şeker istiyorlardı.

Zeynep de dalmıştı, ilk tanıştıkları zamanı anımsadı birden. Geçen yılın aralık ayında, eski komşuları Sıdıka Hanım çıkagelmişti. Çay, kahve derken annesinin yanında hiç çekinmeden ağzındaki baklayı çıkarmıştı.

“Zeynep kızım, seni ne kadar severim bilirsin. Senin mutlu olduğunu görsem, kendi kızlarım mutlu olmuş gibi sevinirim. Ya, sevinirim kızım hem de çok sevinirim. Başından birkaç talihsiz olay geçti ya, aldırma. İki nişan attım, bahtım kapandı, diye üzülme. İnsan olanın başına ummadık şeyler gelir; bunalır, sıkılır, hayata küser. Sonra zaman geçer; günler, haftalar ve aylar su gibi akıp gider, bir de bakarsın ki, birden güneş doğmuş, karanlıklar geldiği gibi çekip gitmiş. Ya kızım, öyle değil mi? Çekip gitmiş. O günlere gülüp geçersin sen de. Ne çocukmuşum, bunlara mı üzülmüşüm, dersin. Neyse, lafı dolandırmayayım güzel kızım. Esasında ben geçen gün pazarda annene de çıtlattım ya, belki söylemiştir sana. Bizim ev sahibinin oğlu var, adı Nihat. Bir görsen, erkek güzeli. İşinde gücünde, aklı başında, çalışkan bir çocuk. Armudun sapı üzümün çöpü derken o da evlenememiş. Ya, kızım evlenememiş. Nasip sonuçta! Anacığı da, Evimin tek oğlu, mürüvvetini göreyim, deyip duruyor. Evvelsi gün bizim Necati’ye söyledimdi. Birden aklıma sen geliverdin. Necati, dedim, Âdem’in kızı ne güne duruyor, Nihat ondan iyisini mi bulacak? Hem ondan iyisi bulunur mu, de bakayım, dedim. Haklısın hanım, dedi, Zeynep’ten iyisini mi bulacak? Ya, işte böyle dedi Necati amcan. Ne dersin kızım, hı? Zeynep’im… Bir görüşsen, tanışsan.”

Zeynep göz göze geldiği annesinin başıyla, bu işi, onaylamasına şaşırırken Sıdıka Hanım yeleğinin cebinden kumpanya hokkabazlarının beklenmedik yerlerden tuhaf nesneler çıkarması gibi bir vesikalık fotoğraf çıkarıp Zeynep’e uzatmıştı.

“Bak, bu da resmi. Nasıl yakışıklı, değil mi?”

Nihat’ın açık alnına, kara yuvarlak gözlerine, burnunun altına zorla oturtulmuş gibi duran gülünç bıyıklarına bakan Zeynep, o her türlü iltifata şayan gülümsemesinin ardından dudaklarını bükerek, “Bilmem, pek içime sinmedi Sıdıka Teyze,” demişti.

Sıdıka Hanım’ın odada yankılanan yapmacık, tiz kahkahası diner dinmez, “A kızım,” demişti, “hangi erkek olsa senin güzelliğinin yanında sönük kalır elbet. Sen hele bir konuş, Nihat tatlı dillidir, için ısınır o zaman.”

Uzun uzadıya dil dökmüş, en sonunda evden çıkarken, “Ha,” demişti, “söylemeyi unuttum. Nihat oğlumuz otuz altı yaşında. Yaşı biraz büyükçe ama olsun, ne çıkar? Erkeğin olgunu makbuldür. Sen de yirmi sekizindesin. Necati amcanla benim aramda da sekiz yaş fark vardı, gül gibi geçindik. Ya kızım, geçindik.”

Biraz önce sıkıntıyla kalktıkları Sevgi Pastanesi’ndeydi ilk buluşmaları. Nihat, kendisinin yaptığını söylediği çeşitli boncuklardan dizili, pembeli kırmızılı renklerle bezenmiş garip bir bileklik hediye etmişti. Zeynep ilkin şöyle bir bakmış, umursamadan çantasına atıvermişti. Bir müddet sonra ikisi de konuşacak konu bulamayıp etraflarına bakınmaya başladıklarında garson imdatlarına yetişmiş, “Ne alırsınız,” diye sormuştu. Nihat çekingen misafirler gibi utana sıkıla, “Pastanız var mı?” demişti.

“Var efendim, neyli istersiniz?”

“Elmalıı şekerr, elmalıı!”

Tatlı, hoş bir rüyadan hayatın sert gerçeklerine uyanır gibi yüreği bungun bir şekilde, sevinçle koşuşan çocukların arkasından bakan Zeynep, Nihat’ın suskunluğuna isyan eder gibi sorusunu yineledi.

“Doğru mu bunlar, bu dedikodular, bu iğrenç söylentiler doğru mu?”

Nihat gözlerini taştan ayırmadan, alaylı, bıkkın sesine keskin bir kararlılık katarak, “Doğru,” dedi, “hakkımda ne duyduysan hepsi doğru.”

Zeynep elleriyle yüzünü kapadı, birkaç damla gözyaşı yanaklarından aşağıya, çenesine doğru sessizce aktı. Bu durum iki dakika kadar devam etti. Sonra gözyaşlarını kuruladı, günlerdir aklını kurcalayan soruyu sordu. “Neden,” dedi, “böyle bir şey varsa benimle neden evlenmek istedin?”

Nihat, taşı ayağıyla kundurasının altına alınca taşın sivri ucu tabanına battı. Sertliğini tabanında hissettiğinde ellerini birleştirdi ve parmağındaki yüzükle oynamaya başladı. Kadınların bu kadar kolay gözyaşı dökmesine alışkındı. Yolun sonu göründü, diye düşündü ve kendinin de anlam veremediği aptal bir gülümsemeyle, “Çok tuhaf,” dedi, “sen şimdi acılar içindesin ancak ben hiçbir şey hissetmiyorum. Ayakkabımın altındaki şu taş ayağımı sızlatıyor, canımı yakıyor ama ben seninle ilgili en ufak bir duygu hissedemiyorum. Bu çok tuhaf, öyle değil mi?”

Ve bir daha görüşmediler.

Ruhuna tebelleş olan üzüntünün ağırlığıyla birlikte Zeynep kendini eve zor atmıştı. İlkin sıkılmadan, kimseden çekinmeden hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağladıkça içinin açıldığını ilk zamanki acının şimdikiyle aynı derinlikte olmadığını fark etti. Annesi ve kız kardeşine her şeyin iyi olacağını, bunu da zamanla atlatacağını söyleyerek odasına çekildi. “Üzülmek bile yersiz,” dedi kendi kendine. Bir müddet uyumayı ya da herhangi bir şeyle oyalanıp aklındakileri unutmayı istedi. Bunun için bile bedeninde takat kalmamasına şaşarak uzun uzun tavanı izledi. Geçmişten kurtulamayacağını anlayınca daha da eskilere gitmeyi denedi. Üniversitede İlhan adında bir sevdiği vardı; zayıf, çöp gibi bir oğlandı. İlk aşkıydı. Sert görüntüsünün ve zaman zaman yersiz parlamalarının altında ince, duygulu bir sevdalı yatardı. “Ben sevgimi yazarak daha iyi anlatıyorum,” der, sayfalarca mektup yazar, gül alı, nar moru rengindeki zarfların içine tıkıştırdığı bu mektupları Zeynep’in çantasının içine atar, “Sonra oku, eve gidince,” diye tembihlerdi. Sık sık oturdukları zeytin ağacının altında kendisini bırakmayacağına dair yeminler ederdi. “Okul biter bitmez yüzük takalım, gerisi zamanla hallolur,” dediği zamanı hiç unutmamıştı, Zeynep. O sıra parmağını sıkan yüzüğü hatırladı. Aylar önce heyecanla taktığı bu altın halkayı, şimdi ellerindeki kiri temizler gibi tiksinerek çıkardı ve komodinin üzerine bıraktı. Yerinden doğruldu, dolabının dip tarafında, elbiselerinin arkasında gizlediği kutunun içerisindeki allı morlu zarfları çıkarıp önüne yaydı ve mektupları tek tek ‘yeniden’ okumaya başladı.

Akşamüzeri odasından çıktı, salonda kendisi için endişelenen annesine yüzüğü uzattı, “Bunu Sıdıka Hanım’a ver,” dedi, aklında sağa doğru eğilmiş kelimelerin oluşturduğu sevgi cümleleri vardı.

“Kısmet böyleymiş, hayırlısı olsun, Zeynep güzel kızdır sakın ha üzülmesin, daha nice nasibi çıkar, canını sıktığına değmez,” gibi beyhude temenniler komşu ziyaretlerinde, sokak tesadüflerinde yahut kahve fallarında söylenmeye devam ederken özenle hazırlanmış dört dörtlük gül kokulu çeyiz bohçası Âdem Bey’in evine bir kez daha geri getirildi. Altınlar ve birtakım kıymetli hediyeler bir kez daha iade edildi. Okuntu diye alınan çoraplar ve atletler soyka muamelesine uğrayıp hısım akrabaya dağıtıldı, mendiller ilkokul talebelerinin ceplerine sıkıştırıldı, elde kalan isimsiz davetiyeler yırtıldı ve hatırası olan her şeyle birlikte çöp kenarlarında yitip gitti. Çeyiz bohçasının açıldığı günün akşamı Zeynep’in babası düğünün yapılacağı yer olan Seyhan Nehri’nin kıyısındaki çay bahçesinden kendi payına düşen kaporayı geri aldı ve Kilisli Arif’in meyhanesine kafa çekmeye gitti. Böylece Zeynep adına hayaller bir kez daha ertelenmiş oldu ve herkesin mutlu sonla biter gözüyle baktığı hikâye yarım kaldı, hatta bozuldu. Fakat her bozuluşun yeni bir oluş olduğunu o hengâme içinde kimse düşünecek durumda değildi.


Ahmet Akdere

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page