top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Akdere- Jivago, Bunu Bize Neden Yaptın?

-II-

Ertesi gün öğleden sonra kukla dükkânına geldiğinde ihtiyarın üzerinde yeni bir palto vardı. İnce, kirli beyaz renginde çizgi desenleri olan, şık bir paltoydu. İçeri girer girmez, yalnız yeni elbiselerde duyulan kumaş kokusu dükkândaki herkesin dikkatini çekmişti. O ise kendisini izleyen yüzlerce göze aldırmadan doğruca ocağın başına geçerek cezveye doldurduğu kahveyi pişirmeye koyuldu. Keyifliydi. Ara sıra oyun oynar gibi üstünden çıkarmadığı paltosunun boş ceplerini yokluyor, kül renkli büyük düğmelerine dokunuyor, paltonun koyu karasına hayran hayran bakıyor ve bundan tarifsiz bir haz alıyordu. Öyle ki kahve köpürene kadar neşeli ıslığını bir an olsun kesmemişti. Dolu fincan ile masaya doğru yürürken, sürahinin yanında olması gereken Jivago’yu göremeyince yüreğinde bir şeylerin koptuğunu hissederek meraklı gözlere telaşla sordu.

“Nerede,” dedi, “Jivago nerede?”

Kısa bir süre daha kimseden çıt çıkmadı. İhtiyar yanıt alamayınca kendisine dönük yüzlere dehşetle bakarak aynı soruyu tekrarladı. Herkesin sessizliğe gömüldüğü o anda kalabalığın en kıdemlilerinden olan Kulaksız Kerim Ağa’nın tumturaklı sesi duyuldu:

“Gitti. Dün akşam sen çıktıktan kısa bir süre sonra bizimle vedalaştı ve gitti.”

Bir iki adım atınca sendeleyen ihtiyar, fincanı masaya bırakarak düşmemek için duvara tutundu. Böyle bir ayrılığı yaşayacağı aklına gelir miydi? Kırk yıllık dostu Jivago, onu terk edip gitmiş olabilir miydi?

“Bana bir şey söylemedi mi?” diye sordu nice sonra.

Kerim Ağa başını iki yana salladı.

“Beni aramasın ama unutmasın da dedi.”

Bu söz üzerine, “Ah,” diye sızlandı ihtiyar, göz kenarlarında irice yaşlar birikti, “neden Jivago, bunu bize neden yaptın?”

 

-I-

İhtiyar kuklacının kırışıklar içindeki yüzü tedirgindi. Gözlerini kırpmadan tek bir noktaya bakıyor, derin, sonu gelmez girift düşüncelerin içinde kaybolup duruyordu. Aklı yıllar öncesine; bir zamanlar sokaklarında avare dolaştığı karlı ülkelere, buz tutmuş camların üzerine Kiril harfleri ile yazdığı kadın isimlerine, neşeli kahkahaların, alkış tufanlarının duvarlarını inlettiği sürekli dolup taşan büyük tiyatro salonlarına, çoğu zaman tipiden ya da kardan dolayı yırtılan kızıl Sovyet bayraklarına ve o bayrakların kendinde çağrıştırdıklarına gidiyordu. Rengi atmış çatlak duvarların raflarına özenle dizdiği ve tavandan sarkan uzun, sağlam iplere tutturduğu kimi tahtadan, kimi kumaştan veya kalın bezden yapılmış etrafını saran yüzlerce kukla gibi kıpırdamadan, neredeyse nefes bile almadan öylece düşünüyordu. Bir zaman durgun bir nehrin suyu gibi; camlara yazılmış Kiril harfleri, karlı geniş caddeler, şato benzeri heybetli yapılar ve trenlerle ya da kamyonlarla sınırlar arası yaptığı kaçak yolculuklar ile netliği silinmek üzere olan tatlı anılar ve hayatını derinden etkilediğini varsaydığı bazı yanlış kararlar hafızasının içinde kederle akmaya devam etti.

Neden sonra uykudan uyanır gibi silkindi. Birkaç saniye nerede olduğunu anlamaya çalışırcasına şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Ömrünün şu son zamanlarının büyük çoğunluğunu geçirdiği, atölyesinde, -şen yuvasında- kukla dükkânındaydı. Kim bilir kaç zamandır böyle kukumav kuşu gibi tünedim buraya, diye içinden geçirdi. Gömleğinin cebindeki kalın camlı gözlüğünü taktı ve başını kaldırıp tavandan sarkan kuklalara baktı. Uzun yüzlü, büyük gözlü, geniş ağızlı, kimi zaman kendine bile korkunç, kimi zaman kendine bile gülünç gelen kuklalarına. Başında kartal tüyleri ile Cherokee şefi Atnalı, Polonyalı topal asker Süngüburun, orman sürgünü ve aynı zamanda cüceler şahı-devler penahı Baltacıoğlu Mihri Bey, Altmış Yedinci Orta’nın medarı iftiharı Kulaksız Kerim Ağa ve onun gözde civeleği Gül Hasan… Hepsi bir derviş suskunluğu içinde, sanki arada bir yel değiyormuş gibi ırgalanıp duruyordu. Arkadakileri göremeyince ihtiyar kataraktlı gözlerini raflara indirdi. Oyalı ile Yamalı. Melekyüz ile Günügarip. Hayali ile Sahi. Temel Reis’in biricik aşkı Safinaz ile yedi mahallenin haracını yiyen külhanbeyi Safiküfür. Arka köşede bir sığıntı gibi oturan tek kaşlı, pala bıyıklı Haydut Temo. Alt raflarda Dokuz bağın güzeli al yanaklı Gülizar ile namı diğer bülbülkovan Korkuluk Memo ve onun hem ustası hem babası, namı diğer kuşlar yağısı Bahçıvan Ali ve daha bunlar gibi niceleri.

Gözleriyle Jivago’yu aradı. Sanki bu eski kukla yerinden kalkıp da kaçacakmış gibi bir an, sadece bir saniyeliğine çekip gitmiş olabileceğini düşündüyse de, başında kahverengi kovboy şapkası, siyah renkli şayak yeleği, palaskasından sarkan Smith-Wesson tabancası ve altın suyuna batırılmış pırıl pırıl mahmuzlarıyla tahta rafın üzerinde boşluğu izleyen Jivago’yu görünce içi rahatladı.

“Ah Yuri,” diye inledi, “bir an gittiğini sandım, eski dostum.” Oysa kukla tanrı sessizliğinde ve tıpkı diğerleri gibi kıpırtısız bir şekilde boşluğu izlemeye devam ediyordu. Kuklanın gözlerinde, yüzünde koygun bir kederin belirgin çizgilerini gördü. İhtiyar önce irkildi. Jivago’nun yüzünde böyle çizgiler olduğunu hatırlamıyordu.

“Acaba bu çizgiler yeni mi oluştu,” diye kendi kendine sordu. Sonra durup haline güldü. “Oluşmak mı,” dedi, “oluşmak ha!”

Yerinden kalkıp Jivago’yu raftan aldı. Bir süre kuklanın çelik yeşili, durgun ve cansız gözlerine baktı. “Zaman ne de çabuk geçiyor,” dedi. Sandalyesine oturup tahta kuklayı da masanın üstündeki sürahiye dayadı. “Şöyle karşılıklı sohbet etmeyeli uzun zaman oldu ha? Dertleşmeyeli. Yalancıların basit bahaneleri gibi ‘hayat telaşından’ deyip işin için sıyrılalım mı?” Parmaklarını masaya vurarak, dimağında sağlam bir şekilde yer edinen çok eski bir şarkının ritmini tutmaya çalıştı, birkaç saniye sonra da vazgeçti. Alnına biriken terleri sildi, gözlerini kuklanın gözlerinden kaçırdı. “Biliyor musun, sana baktığımda gençlik fotoğraflarıma bakıyormuşum gibi hissediyorum. Seni her gördüğümde otuzlu yaşlarının başındaki o ahmak doktoru hatırlıyorum. Hırçın, inatçı ve bir o kadar da korkak o aptal doktoru... Ama yine de bazı zamanlar o halimi özlüyorum. Geriye dönsem, diyorum, geriye dönsem muhtemelen yine aynı şeyleri yaparım.” Bir gerçeği hatırlar gibi yüzü değişti. “Gerçi Jivago sen, sen eski dostum birçoğunda yanımdaydın. Prag’da, Berlin’de, Moskova’da. Ah, ne günlerdi!” Dizlerine vurdu, zamanın acımasızlığına mı yoksa geçmişin şimdi bir düş şeklindeki sahteliğine mi kızdı anlayamadı. Bir müddet bunun üzerine kafa yordu. “Sence en mutlu olduğumuz zamanlar hangisiydi?”

İhtiyar susup Jivago’nun konuşmasını bekledi. Yanıt gelmeyince de kendi ağzıyla sesini incelterek:

“Sokaklarda şarkı söylediğimiz zamanlar,” dedi.

“Evet, evet haklısın Jivago,” diye yanıtladı kendi sesini, “o günler bir başkaydı.” Gözleri yine boşluğa daldı; püsküllü kır kaşlarını havaya kaldırdı, alnındaki kırışıklıklar dalgalandı. “O günler bir başkaydı.”

“Prag'daki kuklacıda karşılaşmıştık. Yaratıcım amma da övmüştü beni sana.” Jivago’nun sesini bu sefer tam benzetememiş, sesi daha çatallı çıkmıştı. Boğazını temizledi, kalın, tok sesiyle:

“Evet,” dedi ve belini tutarak yerinden kalktı. Raflardan birine bıraktığı sigara paketinden bir dal çıkarıp dudaklarına götürdü.

“Dün gibi hatırımda… Bir doktor önlüğü vardı üzerinde. Ameliyattan yeni çıkmış gibi yüzüne de bir maske oturtulmuştu. Gülünçtün doğrusu!” Baş parmağıyla kendi göğsünü işaret ederek, “Ülkesinden kaçan komünist bir doktora benziyordun,” dedi. Kutusundan çıkardığı kibritle sigarasını yaktı, kibriti de bir iki sallamayla söndürdü. “Kukla satıcısı, gençlik yıllarında sinemada gösterime giren filmden esinlenerek seni yaptığından, adını Jivago koyduğundan ve en nadide kuklalarından biri olduğundan falan söz edip uçuk bir fiyat söylemişti.” Sigarayı parmaklarının arasına alıp dumanını raflarda dizili duran diğer kuklalara doğru üfledi. “O zamanlar cepte para mı var? Zaten kaçak köçek yaşıyorum, bir de başıma kukla belası sarmayayım, dedim.”

“Tam gece yarısı vitrinlerde bir şangırtı duyunca sen olduğunu anlamıştım Doktor,” dedi kukla.

İhtiyar, başıyla onayladı.

“İlk ve son hırsızlığımdı! Sonra iki doktor sokaklara düşüp şarkılar söylemeye başladık. Nasıldı o?” Bunu söylerken ellerini hayali bir kukla oynatır gibi havaya kaldırmıştı. “Well, if you told me you were drowning/ I would not lend a hand”

“Ne parçaydı! Slav kadınlarını mest eden sesinle adeta büyülü bir ezgiye dönüşürdü.”

İhtiyar, Jivago’ya ‘seni gidi seni’ der gibi parmağını sallayarak güldü. Kuklayla şarkı söylerken Jivago’nun elinden güzel kadınlara güller uzattığı basit numaraları anımsadı. Ağzında acı bir tat bırakan sigarasını içmekten vazgeçerek küllükte büktü ve kollarını bağlayarak tekrar sandalyeye oturdu.

“Hiçbir zaman bir hülya adamı olmadım Jivago,” dedi ve büyük bir özlemle andığı eski günleri gözlerinin önüne tekrar getirmeye çalıştı. “Olamadım desem daha doğru,” diye ekledi sonra. “Aşktan, sorumluluktan hep kaçtım. Şimdi bana anlamsız gelen o siyasi kavgaların kahramanı sayardım kendimi ve aşkın, aşka düşmenin zayıflık olduğunu savunurdum. Duygusallığı bizim gibi devrimcilere yakıştıramazdım. Bu yüzden hayatım boyunca hep gerçeğinden peşinden gittim ya da gittiğimi sandım. Her zaman mantığımla hareket etmeye çalıştım ve hiç kimseye yalan söylemedim.” Elini alnına dayadı. “Neden durduk yere böyle bir savunmaya geçtiğimi merak ediyorsun değil mi?” Başında dayanılmaz bir ağrı hissetmeye başlayınca diğer elini de alnına götürdü, şakaklarını ovaladı. “Bu duyguyu daha önce de yaşadım,” dedi kendi kendine. Yıllar önceydi, dizlerinin dibinde sarışın bir kadın ağlıyordu. O ise dışarda yağan karın sessizliğine şaşıyor, buğulu cama birkaç dakika önce yazılan “Ольга” yazısının son harfinden aşağı doğru kayan su damlasını izliyordu. “Evet,” dedi, “bu duygu bana hiç yabancı değil.” Düşüncelerinin içinde daha fazla kaybolmak istemedi ve ayağa kalkıp sırtını Jivago’ya döndü, yıllarca sokaklarda ip sarkıtıp kukla oynatan emektar ellerini arkasında bağladı. Hayalbazlığın vücuduna bıraktığı teberiği olan kamburu da bu sıra belirginleşti.

Ciddi bir tavırla, “Artık buranın kirasını bile ödeyemiyorum Jivago, lafı dolandırmanın anlamı yok. Korkarım yakında hepimiz kapı dışarı edileceğiz,” dedi, “kimse kukla oyunu izlemek istemiyor, biliyorsun. Çocuklar, liseliler telefonlarıyla daha mutlu. İnsanlar sesimin eskisi kadar…” durdu, bu can yakan gerçeği kendine bile itiraf etmemekte ısrarcıydı. “Anla Jivago, cebe beş kuruş girdiği yok. Eski şatafatlı günler bitti artık. Şu halime bak, kışın ortasında üstüme giyecek bir paltom bile yok!” Başını öne doğru eğdi. “Şu biraz evvel…” dedi. Kalbi sıkışır gibi oldu, elini ihtiyar yüreğine götürdü. En son ne zaman böyle üzgün olduğunu hatırlamıyordu. “Şu biraz evvel,” dedi tekrar, “biraz evvel gelen adam ne tuhaftı öyle değil mi? Koleksiyoncuymuş, çocukların eskiden oynadığı oyuncakları topluyormuş. İplerin olmayınca seni oyuncak sandı herhalde. Bir müze kuracakmış! Nostalji Müzesiymiş adı. Dünyanın her yerinden, her yaştan insan gelip bu oyuncakları görecekmiş.” Boğazının düğümlenmesine engel olmak için başını tavana doğru kaldırdı. “Ne garip insanlar var! O kadar kuklanın içinde parmaklarıyla seni göstererek, ‘İşte şu kadar para, onu bana ver!’ demez mi?” Yüzüne sahte bir gülümseme kondurdu. “Hıh, senin en yakın dostum olduğunu bilmiyor tabii.”

Jivago’nun vereceği yanıtı bekleyerek bir müddet sustu. Kukla en az kendisi kadar zekiydi. Söylediklerinin ne demek olduğunu anlamıştı muhakkak. Bunun bir teklif olduğunu anlamıştı. Kafasında konuşmasını tartmak istedi. Bu bencillik miydi? Kendi refahı için arkadaşını sıkıştırmak ve kararı ona bırakmak. Üstelik kendine acındırarak, duygularını sömürmeye çalışarak.

“Ne demişler,” dedi, okun yaydan çıktığını belli edercesine, “dostluklar bir gün başlar sonra unutulur. Öyle değil mi Yuri? Gerçekçi olalım, böyle bir teklif de insanın karşısına her daim çıkmaz.”

Bir süre daha bekleyince kuklanın konuşmamasından işlerin yolunda gitmediğini, Yuri’nin kalbinin incindiğini anladı. Ağır ağır arkasına döndü. Jivago’nun gözlerindeki yaşları gördü ve hemen masaya atılıp kuklasına sarıldı.

“Hayır,” dedi, “hayır, bunu yapamam. Bu kadar gaddar, bu kadar duygusuz olamam! Para için dostumu, en yakın arkadaşımı, oğlumu, geçmişimi satamam. Hayır, Jivago böyle bir şeyi aklımdan dahi geçirmemeliydim. Özür dilerim. Özür dilerim, Jivago! Sana bunları söylediğim için bile kendimi hiç, hiç affetmeyeceğim.” Yanaklarındaki yaşları silerken sımsıkı sarıldığı kuklasını sürahinin yanına bıraktı.

Pişmandı, gerçekten ölesiye pişman. Para teklifinde bulunan adama da, parasına da, bu duruma düşmesine de lanetler yağdırdıktan sonra talihin iki eski dostu hiçbir şeyin ayıramayacağına dair hikâyeler uydurarak öz varlığını kısa bir sürede buna ikna etmeyi başardı. Üstünden ağır bir yükün kalktığını hissederek rahatladı. Yine böyle yoksul, beş parasız yaşayabilirdi. Ömrünün büyük çoğunluğu böyle geçmemiş miydi zaten?  En büyük zenginlik insanın dostlarıyla birlikte olması değil miydi? Hem kendini sevenleri bir daha bırakmayacağı üzerine yeminler etmemiş miydi, “Ольга” yazısının son harfinden aşağı doğru kayan su damlasını izlerken? Kalın camlı gözlüğünü işaret parmağıyla düzeltti ve dükkân vitrininden dışarıya bakınca hafif bir yağmurun başladığını fark etti.

“Akşam oldu,” dedi, “eve gitme vakti. Yarın ola hayrola.” Tüm kuklalarına hitap ederek söylev veriyormuş gibi sesini yükseltti.

“Temkinli olun dostlarım. Kimse canını sıkmasın yok yere. Bir hal çaresine bakacağım, enseyi karartmaya gerek yok.”

Yeni bir sigara yaktı ve kapıyı çekip çıktı.

Ahmet Akdere

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page