“Öğretmenim Ali ağlıyor.”
“Neden, ne oldu? Kavga mı ettiniz yine?”
“Bilmiyorum öğretmenim. Yok, kavga etmedik.”
“Nerede peki şimdi?”
“Te şurada. Çeşmenin başında.”
“Siz girin sınıfa.” dedim çocuklara. “Sobaya yaklaşmayın. Yerinize oturun, geliyorum ben.” Onları sınıfa soktuktan sonra Ali’ye doğru yürüdüm.
İri iri gözleri var Ali’nin. Su yeşili. Sıcak. Kederli. Yaklaştım iyice. Arkasında durdum. Fark etmedi beni. Ali’nin bedeni zayıf. Marazlı gibi. Bacakları incecik. Güçsüz. Kolları da. İç çekişlerini duydum çocuğun. Sessiz. Sessizliğini duydum.
“Ali!”
Duymadı beni. Belki de duydu. Bakmadı. Gücenik mi bana? Neden ki? Ne yaptım ben?
“Ali!”
Döndü bu kez. Ağır ağır. Usul usul. Gözleri ıslak. Yeşil bir su akıyor gözlerinden. İpince, sicim gibi.
“Ne oldu, neden ağlıyorsun burada? Kavga mı ettiniz biriyle?”
“Yok.”
“Kalk haydi, soğuk.” dedim. “Üşürsün.”
“Üşümem.”
“Bak üstüne bir şey de almamışsın. “Haydi kalk, gidelim sınıfa. Sobanın başına otur. Sana çay da veririm. İçin ısınır.”
Kımıldamadı. Yüzüme boş boş baktı, sonra başını diğer tarafa çevirdi. Uzaklara doğru bakmaya başladı. Onun baktığı yere baktım. Okulun karşısındaki tepedeydi ikimizin de gözleri. Mozık dedikleri yerde. İçini çekti. Sessizliğini duydum yeniden.
“Ali! Gel diyorum oğlum. Hastalanacaksın. Bak üstünde bir şey yok. Neden böyle çıktın?”
Duymadı beni. Hayır, duydu. Gömüldüğü sessizlikten çıkmak istemedi sanki. İçinde neler birikmiş kim bilir? Dönsen, anlatsan, döksen içindekileri. İstersen bağır çağır. Ben bir şey demem sana. Sen küçücüksün daha.
“Ali, oğlum!”
Yüzü yerde. Kaldırmadı başını. Bakmadı bana. Sinirli sinirli sözler döküldü dudaklarından.
“Gocuğum yandı benim. Dün yandı. Başka da yok. Anam böyle yolladı. Ondan böyle çıktım.”
Ah oğlum! Demek gocuğun yandı. Derdin bu mu? Bu yüzden mi ağlıyorsun? Bu mu seni böylesine kederlendiren?
“Nasıl yandı?”
“Yandı işte.”
“Onun için mi ağlıyorsun? Gel girelim sınıfa. Hem sana gocuk alırız yarın ilçeden. Söz, istediğin gocuğu alacağım. Rengini de sen seçersin.”
Kalkmadı yerinden. İnat. Biliyorum, zorlasam daha beter olacak. Kaçıp gidecek. Yapmadığı şey değil. Derdi gocuk değil onu da biliyorum. Başka bir şey var söylemiyor. Çaresiz, bıraktım orada. Şu kırık dökük çeşmeden sınıfa varana kadarki kısacık yolda kaç defa dönüp baktım ona. Bilmiyorum.
Dinlememişler beni. İçeri girdiğimde hepsi sobanın başına toplanmış. Osman’ın anlattıklarına gülüyorlardı. Onlar da haklı. Bu soğukta ne yapsınlar? İçerisi iyi ısınmıyor ki! İçimden gelmese de yükselttim sesimi.
“Geçin yerinize. Haydi hemen. Hepiniz. Ben yerinizde bekleyin demedim mi?”
Geçtiler. Sosan derin derin öksürdü yine. Kaç gündür geçmedi kızın öksürüğü. Siraç’ın sümükleri burnunda kurumuş. Yarısı hasta çocukların. Her kış böyle. Herkes oturunca daha yüksek çıktı sesim.
“Kim ağlattı Ali’yi? Ne oldu, kavga mı ettiniz?”
Çıt çıkmadı sınıftan. Öylece baktılar yüzüme. Sesimi alçaltıp bir daha sordum. “Söylesenize çocuklar. Neden ağlıyor? Üşümüş. Hava buz gibi. Gelmiyor da.”
“Ben getiririm. Gideyim mi?” diye sordu Osman.
“Git.” dedim aceleyle. “Donacak yoksa.”
“Osman getirir öğretmenim. Osman gittiyse Ali gelir.”
Koşarak çıktı Osman. Pencerenin kenarına yaklaştım. İzledim. Ali olduğu yerde duruyor. Kımıldamadan. Ürperdim birden. Soğuk, pencereden fena vuruyor. Üşüdüm. O ise dışarıda. “Odun atın şu sobaya.” dedim belli belirsiz. Kalktı çocuklardan biri.
“Üç tane yeter mi öğretmenim?”
“Yeter kızım.”
Osman tazı gibi. Boşuna değil arkadaşlarının onu böyle çağırışı. Bir anda bitiverdi Ali’nin yanında. Yapıştı koluna. İncecik Ali’nin kolu. Dokunsan kırılacak. Asıldı Osman. Çektikçe çekti. “Yavaş, yavaş oğlum! Kıracaksın çocuğun kolunu.” İçimden mi söyledim bunu? Dönmedi Ali. Bir tuhaf oldum? Değişik bir his. Üzüldüm mü? Sevindim mi? Osman’a bile dönmedi. Kafasını kaldırmadı bile yerden. Taş kesilmiş sanki. Put kesilmiş. Osman, kafasına vurdu oğlanın. Gelmezsen gelme der gibi. Osman’ın elleri kocaman. Ali’nin kafası küçük. Saçları sıfıra vurulmuş. Nasıl acımıştır. “Bu soğukta bu tıraş ne oğlum?” dedim geçende. “Anam sıfıra vurdu.” dedi. “Saçım kıvırcık olunca zor oluyormuş yıkaması.”
Annesi yok Ali’nin. Anam dediği öz değil. Annesini yitirdiğinden beridir daha cılız sanki. Kolları daha bir eridi. Daha bir yorgun bedeni. Daha bir öfkeli sözleri, bakışları.
“Gelmiyor öğretmenim.”
Kapıyı çalmadan girdi Osman. Gözüm Ali’deydi. Ben bir şey demeyince bir daha söyledi.
“Gelmiyor öğretmenim.”
“Sordun mu, neden ağlıyormuş?”
“Söylemiyor ki! Kaç kere sordum. Hastalanırsın dedim. Hiçbir şey demiyor.”
“Tamam Osman, sağ ol, geç otur sırana.”
Hani Osman giderse Ali gelirdi. O da getiremedi işte. Derdin ne be oğlum? Yerine geçti Osman. Geçerken ellerini sobanın üstüne tutuverdi. Şu kadar zamanda bile üşümüş. Ya o. Aklım Ali’de. Nasıl ders yapacağız şimdi? Ne anlatacağım bu çocuklara, nasıl dinleyeceğim onları? Ders matematik miydi, hayat bilgisi mi? Kafa mı kaldı? Aklım dışarıda.
“Açın resim defterlerinizi çocuklar. Boyalarınızı da çıkartın. Bir hayalinizin resmini yapın, istediğiniz boyayı da kullanın.”
“Gene mi hayalimizi yapacağız?” dedi birisi. Duymazdan geldim. “Dersimiz resim değil ki öğretmenim, Türkçe.” deyişini bir başkasının, “Benim boyam yok ki nasıl boyayacağım.” deyişini öbürünün, hepsini, her şeyi duymazdan geldim. Gülistan’ı bile. Yoksa oturup ağlardım. Duymazdan gelmesem onu hüngür hüngür ağlardım. Gülistan’ın “Benim hiç hayalim yok ki!” deyişi yaktı içimi çünkü. Göğsüme bir ağrı giriverdi. İçim ezildi. Utandım. Hayalim yok. Nasıl yok? İnsanın hayali olmaz mı? Hele bir çocuğun. Peki, ben ne arıyorum burada? Senin bir hayalin yoksa ben neden varım bunca zamandır? Hiç mi işe yaramadım ben? Bir hayal bile kurduramıyorsam size ne işe yararım ki ben? Bakamadım Gülistan’a. Baksam erirdim. Ar ettim. Sustum.
Geçen sefer de vermiştim bu ödevi. Biliyorum. Kış günü Ali’nin ayakkabısının yırtık olduğunu fark ettiğim gün. Gözüm takılmıştı çocuğun ayaklarına. Utanmıştım o zaman da. Şimdiye kadar nasıl görmedim, yeni mi oldu yoksa? Onun sırasına oturmuştum ders boyunca. Kendimi affettirmek için belki de. İki yılan vardı Ali’nin resminde. Ufak bir de ev. Yılanlar kocaman, evden büyük. Evi maviye boyamış. Tepede güneş sapsarı. Yılanlar boyasız.
“Biz.” dedi, “Çok zenginmişiz eskiden. Bu yılanlar varken. Bembeyazmış onlar, süt beyazı. Temel yılanıymış. Kardeşmiş insanlara. Dokunmazlarmış kimseye. Evi korurlarmış. Bereket olurmuş evde. Her şeyimiz varmış o zaman. Koyunumuz, ineğimiz, keçimiz, peynirimiz, bulgurumuz, balımız. Ama eskiden. Ta nenemin nenesinin zamanında. Sonra gitmiş yılanlar. İkisi de.”
“Neden?”
“Bilmem ki. Gitmişler işte. Onlar gidince fakirleşmişiz biz de. Keşke gitmeselerdi. O zaman annem de ölmezdi belki. Belki gelirler gene. Gelirler mi öğretmenim?”
Ayakkabılarına baktı. Sonra da yüzüme. Gözleri içimi deldi Ali’nin. Bu çocuk beni nasıl yaralıyor, etimden et kopuyor öyle baktıkça.
“Gelirler oğlum. Gelmez olurlar mı hiç?”
O gün onun resmini astım panonun en yukarısına.
Çantaların, kalemlerin, boyaların sesi, defterlerin hışırtısı doldurdu içeriyi. “Güzel olanları panoya asacak mısınız öğretmenim yine?
“Asarız tabii.”
Arkama dönmeden cevapladım soruyu. Gözüm dışarıda. Ona bakıyordum hâlâ. Kıpırdamadan duruyor. Donup kalacak. Camlar titredi birden. Rüzgar acı bir ıslıkla doldurdu içeriyi. Fena soğuk. Birazdan kar başlayacak, belli tipi de çıkacak. Çocukları eve yollamalı. Ama önce şu Ali’yi alsam getirsem buraya. Duramadım.
“Siz resimlerinizi yapmaya devam edin, ben hemen geliyorum. Osman ver şu gocuğunu.”
Yanına koştum Ali’nin. Yaprak gibi titriyordu.
“Ali! Oğlum! Haydi! Gel artık sınıfa. Bak resim yapıyoruz. Sen seversin.”
Başını kaldırmadı yerden. Dönüp bakmadı. Suskun yine. Yeminli sanki. Fakat çenesinin titreyişi, dişlerinin birbirine vuruşunu duyuyorum. Osman’ın montunu attım üstüne. Kızmaya, kolundan tutup zorla götürmeye niyetlendiğim anda bir fısıltı gibi geldi sesi. Çok uzak bir yerden gelir gibi. Yorgun. Yaralı.
“Köpeğimi vurdu.”
“Ne dedin?”
“Köpeğimi vurdu dedim.”
“Köpeğini mi vurdu, kim?”
“Köpeğimi. Şirkan’ı. Daha şu kadar enikken almıştım ben onu. Kendim büyüttüm. Kulağını bile kesmedim, kıyamadım da.” Gözü Mozık’taydı. Titriyordu.
Bu defa bende sıra. Susma sırası. Lal oldum ansızın. Demek bundan bu öfken, demek derdin bu. Boşluğa düştüm. Soluğum rüzgâra karıştı. Rüzgâr çok. Rüzgâr sert. Çeşmenin yanında iki kavak. Birinden bir dal koptu. Önümüze düştü. Çözüldü dilim.
“Kim vursun oğlum senin köpeğini, neden vursun?”
Sertçe döndü bana. Öfkeli. Gözleri şişmiş. İncecik kolunu uzattı. Bıçak gibi kesti boşluğu. Üşümüş elleriyle gösterdiği yere baktım. Beyaz eve. O an gocuğu sırtından alıp giydiriverdim.
“O vurdu. O kansız.”
“Kim oğlum, kim?”
“Ferat.”
“Ferat neden vursun oğlum senin köpeğini?”
“Vurdu işte. Tavuklarını yemiş. Üç tavuğunu. Yumurtalarını da yemiş. Yalan öğretmenim. Vallah billah yalan. Yemezdi Şirkan. Ben kendim büyüttüm onu. Uyuz köpek değil o. Hem yese ne olacak? Ben öderdim. Çalışır öderdim. Yemezdi öğretmenim. Biliyorum. Yalan söylüyor. Dinime imanıma yalan söylüyor. Tavuklarını da yemedi. Yumurtalarını da yemedi. Analığım vurdurdu. Para verdi o namussuza. Vur dedi. Biliyorum ben. O itin de sen de geber dedi bana analığım. Sen görürsün dedi. O deyince Ferat da vurdu.”
Sustu. Sustuk. Sesi, geldiği uzakların da ötesine gitti. Kolları yana düştü. Zayıf, incecik kolları. Başı öne. Elinden tuttum. Üşümüş. Buz kesmiş. Konuşamadık. Rüzgarın uğultusunu duyduk yalnız. Kulağımızda, yanağımızda, bedenimizde.
Sınıfa koştum yeniden.
“Ben geleceğim birazdan. Kimse dışarı çıkmasın. Resimleriniz bitince açın kitaplarınızı okuyun. Osman soba geçecek gibi olursa odun at azar azar. Bak bir daha diyorum dışarı çıkayım demeyin.”
Ali’nin yanına geldim tekrar.
“Nerede Şirkan?”
“Ne dedin?”
“Köpeğinin ölüsü nerede diyorum oğlum. Şirkan’ı nerede vurmuş?”
“Şurada işte. Mozık’ta. Orada vurmuş.”
Deminden beri baktığı tepeyi gösterdi çelimsiz kollarıyla.
“Kalk Ali, yürü.”
Yüzüme baktı. Kolundan tuttum.
“Haydi oğlum. Alıp gelelim. Öylece bırakmayalım Şirkan’ı. Getirip gömelim.”
İnanmadı önce. Islak gözlerinden bir şeyler geçti. Yalan söylüyorsun, eğleniyorsun benimle der gibi baktı. Kaldırdım.
“Haydi be çocuğum.”
Epey yürüdük. Mozık tepesine geldiğimizde terlediğimi hissettim. Sırtımdan aşağı süzüldü terim. Soluk soluğa kaldım. Köpeğin olduğu yere koştu Ali. Ben de peşinden. Öylece yatıyordu Şirkan. Gri, siyah rengine kırmızı bulaşmıştı. Karnının üstünden vurulmuştu. Kan donmuş soğuktan. Ali hayvanın başında durdu bir an. Eğildi sonra, iki eliyle zorlayarak çenesini açtı hayvanın, dişlerinin arasından dışarı sarkan dilini içeri soktu. Öptü Şirkan’ı başından, gözlerinden. Kanını temizledi elleriyle. Konuşamadım. Doluktum. İçimde bir yerde hissettim bu acıyı.
“Bir şey bulalım Ali. Çuval, bez gibi bir şey.” deyiverdim neden sonra kendime gelerek. “Taşıyalım artık.”
Kayboldu çocuk. Elinde eski bir çuvalla geldi biraz sonra. Serdim çuvalı. Hayvanın cansız bedenini yatırdık üstüne. İncitmekten korkar gibi. Usul usul. İkimiz iki ucundan tuttuk. Üçe kadar saydım, kaldırdık hayvanı. Güçsüz kolları nasıl da dirildi oğlanın. Yoruldu, bırakmadı yine de. Bir kez olsun koymadık yere Şirkan’ı. Geldiğimizden daha uzun, daha zor yürüdük bu kez. Yükümüz ağır. Okulun bahçesine vardığımızda yavaşça yere bıraktık Şirkan’ı. Duvarın dibindeki kavağın yanına. Kazma, kürek almaya koştum kömürlüğe. Giderken sınıfın pencerelerine ilişti gözlerim. Hepsi orada. Pencerelerin önüne yığılmış. Bizi izliyor. Kızarım diye korkup çıkmıyorlar dışarı. Kızar mıyım hiç?
Kazmaya başladım. Şirkan kenarda eski bir çuvalın üstünde uyuyor. Rüzgar dindi biraz. Kar da başladı işte. Şirkan’ın üzerine yağıyor lapa lapa. Temizlemeye çalışıyor Ali.
“Üşüme Şirkan, üşüme benim oğlum, az kaldı.”
Ali’nin sesi ağlamaklı. Yorgun, bitkin. Gözleri kızarmış. Onu duyunca daha hızlı kazdım. Montumu çıkartıp verdim Ali’ye.
“Ört Şirkan’ın üstüne, üşümesin, gömene kadar.”
Yatırdık Şirkan’ı çukura. Ağır, sakin, dikkatlice. Ben kürekle doldurdukça Ali elleriyle toprak attı köpeğinin üstüne. Çocuklar içeride bizi izliyor hâlâ.
“Gocuğumu da analığım yaktı. Sobaya attı. Bilerek. Üşüyeyim diye. Babama da yalan konuştu, almasın bana yenisini diye.” Yutkunamadım. Boğazım düğümlendi yine. Yürümeye başladık sınıfa doğru. “Osman’ın gocuğunu verelim içeri gidince, onun da başka yoktur.” dedi. “Verelim.” dedim. “Sana en güzelini alırız yarın. Bu kez kimse yakamaz.”
Rüzgâr başladı yeniden. Kar çoğaldı. Tipi gelecek. Dönüp arkama baktım. Şirkan’ın mezarı bembeyaz bir tümsek haline dönmüş çoktan.
Ahmet Fenar
Comments