top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ali F. Çalışkan- Rüya Ormanı

Güneşin yeni sabaha doğan tüm o yakıcı ışınları, ormanın en sükûnet içindeki karartılarını bile aydınlatmıştı şimdi. Işınlar ağaçların haşmetli gövdelerinden sekip Derin'in çıplak başına vuruyor ve ardından gelen baş ağrısı gözlerini acı çekiyormuş gibi kısmasına neden oluyordu. 

Derin, elindeki orağıyla bitkileri tıraş eder gibi sağa ve sola savuruyor, Barkın ile kendisine orman boyunca yol açıyordu. İki gezgin kardeş ormana varalı çok olmamıştı. Önce ayakları kavuran, zemini engebeli bir yoldan geçmişlerdi. Geçtikleri yol eskiden bir otobandı. Şimdi ise her iki kenarında da hurdaya çıkmış, paslı döküntü araçların sıralandığı kimsesiz bir yoldu. Felaketten sonra artık var olmayan sahiplerinin terk ettiği mekanik yığınlardı şimdi bu araçlar. Sonra yoldan sağa sapıp yeşillik alana yöneldiler, dar ve karanlık bir patikadan geçtiler. Patikanın bitiminde, yaklaşık bir metrelik kayalıklara tırmanıp bir düzlüğe çıktılar. Düzlükten ormanın atan kalbine doğru yol aldılar.

Yarım saatlik yorucu bir yürüyüşün sonunda ormanın girişine varmışlardı. Derin ile Barkın'ın ormana ikinci gelişleriydi bu. Ormandaki şelaleden dökülen şifalı suyun iyileştirici bir gücü olduğu kasaba halkı tarafından iyi bilinirdi. Barkın suyun zihinsel anlamda arındırıcı bir gücü olduğunu duymuştu. Su, felakete rağmen belirli ölçüde temiz kalmıştı ve kendini yenileyebiliyor, arındırabiliyordu. İki gezgin, ormanın tropikal bitkilerinin bolca bulunduğu alandan sıyrıldıklarında bir nebze olsun rahatlayabileceklerdi. Ormanın dünyada nadir görülen, isimleri bile tam telaffuz edilemeyen bu cennetsel bitkileri, artık bir kısmı mutasyona uğramış, dalları yamuk biçimlerde uzayıp birbirlerine dolanmış, gövdeleri garip şekillerde büyümüş bir hal almıştı. Çiçekleri ölüm rengindeydi. Onlar için hayat durmuştu, ne ölebiliyor ne de tam anlamıyla gelişebiliyorlardı.

Derin orağını sertçe savururken bitkilerdeki dikenlerin saldırısına uğruyordu. Kolları yara bere içinde kalmıştı. Terler alnına, oradan dudaklarına damlıyordu. Kendi terindeki tuzun tadına aşinaydı artık. Şapkasını bir süredir barındıkları çadırda unuttuğuna sitem etti. Barkın, eski ve yırtık bir tişörtten kendine bir kafa koruyucu yapmıştı. Tüm vücudu sırılsıklamdı. Kolları kıpkırmızı olmuştu. Elleriyle başına üşüşen sivrisinekleri ve arıları savuşturdu. Derin o sırada önünde kıvrılan bir yılanın başını orağıyla ezdi. Orağa bulaşan kanı yerdeki çalı çırpı birikintisine sürüp temizledi. Akarsuya varmalarına az kalmıştı. Yolu tıkayan bitki bariyerinden sıyrılıp daha ferah bir alana çıktılar.

Derin, ağaçların siyah ile kahverengi karışımı garabet bir renkle ve yıllarca birikmiş küfleri andıran bir dokuyla kaplanmış hastalıklı gövdelerine göz gezdiriyordu. Barkın kalubeladan kalma analog fotoğraf makinesini sırt çantasından çıkarıp ağaçların anlık kaydını almaya başladı. Çektiği fotoğrafları şeffaf bir albümde biriktiriyordu.

"İşte hayatımızın başlangıcı ve sonu. Geldiğimiz yer. Annemin çok iyi bildiği yer. Hatırlıyor musun? Anlatmıştı bize," dedi Derin'e seslenerek, gözleri ağaçların devasa gövdeleriyle büyülenmişken.

"Ağaçlar hâlâ hasta. Hastalıklı. Ama ne gidebiliyorlar ne de kalabiliyorlar. Ölmediler. Bizler için. Soluduğum havaya zehir saçsalar bile. Kim bilir, belki de yarın biri devrilip gidecek."

Derin, Barkın'ın ormanı ilk kez ziyaret ettiklerinde de sözünü ettiği, annelerinin onlara hevesle anlattığı anıları aklına düşürdü birden. Burayı tropikal bir cennetmişçesine anlatırdı annesi. Yeşilin parıldadığı, kuşların cıvıl cıvıl ötüşüyle bitkilerin ahenkle dans ettiği, insanda iç huzura boğan tatlı bir hülyaya neden olan atmosfere sahip bir cennet. Ama şimdi yarı baygın, yarı nefes alan, aslında içten içe ölmüş olan, kalbi hastalıklı atan, ancak suyun şifasıyla ayakta durabilen apokaliptik bir garabetti burası. Artık yeşil parlamıyor, çoğunlukla sarı bir irinin ördüğü paslı bir sisin hükmünün söz sahibi olduğu bir garabet. İrin her yere sıçramıştı.  Ormanın toprağına, bitkilere, bitkilerin köklerine, daha da derinlere... Ağaçlara, çiçeklere, hayvanlara, gökyüzüne, güneşe, hatta sağ kalabilenlerin, kendini koruyabilenlerin zihnine bile.

"Düş önüme," dedi Derin kardeşine ilahi tınlayan bir ses tonuyla. "Düş ki artık vakit kaybetmeyelim, hülyaya dalma daha fazla. Suyu bekletme."

Barkın başını yere eğip kardeşinin önüne geçti. "Ha şöyle!" dedi Derin. Kemerine bağlı orağını söküp tekrardan eline aldı ve yola koyuldular. Güneş tamamen tepedeydi ve her yeri kavuruyordu. Artık yürümek onlar için bir eziyete dönüşmüştü. Arada bir mola verdiler. Mataralarından kana kana su içtiler. Bir ara Barkın, annesinin anlattığı bir öyküyü mırıldandı. Derin kardeşinin söylediklerine tam anlamıyla kulak kabartmadı. Sıcak ve nem onu perişan etmişti.

Şelaleye vardıklarında suyun kenarına uzanıverdiler. Derin biraz olsun ferahlamıştı, soluyabiliyordu. Sağ elindeki orağı kayalığın çıkıntılı kısmına dayadı. Tüm kaburgalarını harekete geçiren bir iç çekişin ardından, "Ölmek buysa, sanırım öldüm. Şimdi kollarım başkasının kolları gibi. O lanet ucube bitkiler. Beni perişan ettiler," dedi

Barkın birden doğrulup iki elini birleştirdi ve avucuyla su içmek için berrak akıntıya yaklaştı. O sırada kardeşini kolaçan etmekte olan Derin omzundan tutup onu engellemek istedi. "Sadece doldur. Şu an içmek yok. Sadece doldur. Şu an fayda etmez. Damağın kuruduysa, çantandakiyle yetin." Barkın kardeşinin sözünü dinledi ve suyu matarasından içti. Termosu çıkarıp şelaleden akan suyu doldurmaya başladı.

"Zar zor fark edebildim şu güzelliği. Baksana. Kaynağın köküne, kökünün de köküne geldik. Hala nefes alıyor. Güzelliğe bak. Hala hastalıktan korumuş kendini, bir nebze..."

Derin o an bulundukları yerin kutsal atmosferini yeni idrak edebilmişti. Barkın afallamış görünüyordu. Akan şelalenin suya vururkenki hiddeti kulaklarına mistik bir ezgi gibi geliyordu. Şelalenin çevresinden yükselen görkemli ağaçlar, onların etrafında şevkle öten tüm o kuşlar annesinin anlattığı mazideki ormanın zihninde bıraktığı imaja çok yakındı. Buradaki ağaç gövdelerinde o küfü andıran hastalıklı kabarcıklar çok daha seyrek ilerlemişti ve ağaçların dal ve yapraklarını birkaç saat önce gördüklerinden daha sağlıklı bir formla şekillendirmişti. Elbette mutasyonun bir kısmı hissediliyordu. Ama o her yerden fışkıran sinsi irin tüm çekirdeği ve hücreleri tamamen ele geçirmemişti burada. İki gezgin kardeş suyun kaynağına ilk geldiklerinde bunun farkına varmışlardı. Şimdiyse her şey daha da berraklaştı ve zihinleri tertemiz bir atmosferle aydınlandı. Barkın o anı ölümsüzleştirmek için fotoğraf makinesini çıkarmaya yeltendi ama son anda vazgeçti. Bu hareketi Derin'i şaşırttı.

"Zihnimde saklamak istiyorum sadece."

Derin ağaçların ardındaki bir yerden çırpı bacaklı iki geyiğin geçtiğini görür gibi oldu. Ama birer siluet gibi çabucak gözden kayboldular. Felaket, birkaç kuş türü dışında orman habitatında çok fazla canlıyı sağ bırakmamıştı. O yüzden az önce gördüğü manzara Derin'in bir anlığına zihnini sorgulamasına neden oldu. 

Artık ayrılma vaktiydi. İki kardeş zevkten hülyaya dalmış, yüzlerinde garip bir sırıtışla suyun yanından ayrıldılar ve şelalenin gürleyen mistik ezgisini arkalarında bıraktılar. Tekrardan ormanın sislerle örülü melankolik atmosferine ve kirli nefesine daldılar. Şifalı su dolu termosu bu sefer Barkın taşımak istedi. Eliyle sıkıca kavradı.

Birden toprağı bile inleten bir sesle sarsıldılar. Başlarına vuran güneşin ışınları daha da yakıcı bir hal almaya başladı. Rüya ormanında dalgınlık vakti artık bitiyordu. Güneş ışınları ormanı acı verici bir sınava, bitmek bilmeyen bir eleme tabi tutmaya başladı. İki gezgin geldikleri rotayı bulmaya çalışıp koşmaya başladı. Büyük kardeş orağını çıkardı. Nefret ettiği canavar bitkilerden kendilerine yol açmaya başladı. Ağaçların yaprakları şimdi ufak alev toplarına dönerken, yanından geçtikleri emektar ağacın haşmetli gövdesi erir gibi küllerini bitkilerin üzerine döküyordu.

Yıkım, ağaçları kökünden ayırıyor, siyah yağmurlar yapraklardan damlıyor, yağmurun hüzünlü ışıltısı, gözyaşlarını akıtır gibi haykıran yanmış ağaçların külleriyle buluşuyordu. Ormana ayak basmış tüm o gezginlerin ruhlarının is bulaşmış şeffaf bedenleri, apokaliptik öte dünyanın misafirleri, çoğu yitip gitmeden önce sevilmişti. Aynı Derin ve Barkın gibi. Başkalarının en sadık dostları, en ezeli düşmanları... İki kardeş alevlerin arasından geçmeye çalışmıştı. Ama şimdi külleri, geçmişteki eşlikçilerininki gibi, devrilen kütlelerin arasında kaybolmuştu. Tekrardan gizil yüzünü gösteren felaket, tropikal cennetin hazin sonunu getirmişti.

Ormandaki bataklıkların sararmış bitkileri ve tüm parazitleri kalın tabakanın altına gömülüyordu. Gezgincilerin ormanın yemyeşil toprağına çizilmiş anıları, artık hayal edilenin en kötüsüyle, tarihe karışma korkusuyla, doğanın hassas tenine özenle sürülmüş ünik boyalarla harmanlanıp eriyordu. Kıyamet senaryosunun melodileri tüm ormanda yankılanıyordu şimdi. Adeta iç burkan bir ritüel, bir çağrı gibiydi. Yıkımı önlemek güçtü. İki kardeş için de... Ormanın varoluşunun kaynağına ulaşmak kadar güçtü. Şimdi küle dönmüş bedenleri birbirine sıkıca sarılıyor, kurtarabildikleri anıları kurtarıyorlardı. Yıkım hiddetli ve pervasızdı. Yeniden saldırıyordu.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page