top of page

Öykü- Alper Kurbaloğlu- Asma Tırtılı

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Z. Yaylası'nda akşam olmuş, güneş çekilince çam ormanlarının serinliği evlerin içine dolmuştu. Her zaman sis çöken vadi havası o gün berraktı. Ova sıcağından kaçan birçoğu gibi İbrahim Bey de kendini şanslı hissedenlerdendi. Sıcak yaz aylarını, özenle yaptırdığı yayla evinde geçiriyordu.

O akşam İbrahim Bey, karısının yaptığı güzel yemeği bitirdikten sonra yanlarında kalan tek torununun elinden tutarak adeti üzerine yol boyu, dedikleri yürüyüşe çıktı. Cırcır böcekleri susmuş ağaçların tatlı hışırtısı kalmıştı. Gezintileri sırasında yanından geçtikleri tanışık evden bir komşusunun ısrarla ve hatta zorla çağırmasıyla çaya davet edildi. Evin bahçesinde, sundurmanın altına oturdular.

Sohbetin ortalarıydı. Puslu bir ampul ancak masanın üstünü aydınlatıyordu.  O sıra iskemlede uslu uslu yanlarında oturan küçük kızın çığlığı duyuldu:

“Böcek! Kocaman, kocaman!”

Oturanlar etine iğne dürtülmüş gibi yerinden zıplayıp o yöne baktılar. Küçük kız, kafalarının üstünü gösteriyordu. Üstlerindeki haymanın etrafı bolluktan yanlara fışkırmış üzüm asması sarılıydı. 

“Böcek, böcek…”

Daha sonra küçük kızın sesi kısıldı, dudakları sarktı ardından başını dedesinin kucağına gömdü.

Bir gözünün katarağı yeni başlamış İbrahim Bey asmanın karanlığına baktı ama nafile...

“Hani nerde kız?”

Küçük kız cevap vermedi. Başını kaldıramıyor, titriyordu. O tarafa bile bakamıyordu. Gördüğü şey müthiş bir böcekti. Bu böcek muhtemelen karanlığın içine, yaprakların ardına gizlenmiş kendini izliyordu. İzlemesinin bir sebebi vardı: Gece yatacak vakit olunca, komşunun asmasından inip dedesinin evine gelecekti. Uyuduğu odayı bilen bu böcek yorganın aralığından sürünüp üstüne üstüne… Her şeyden habersiz uyuyan kızın kulak memelerini yiyip şişmanladıktan sonra dedesiyle nenesinin odasına …

Yerinden fırlayarak:

“İşte orada. Dede, dedecim!”

Olayı gülerek izleyen ev sahibi kızın yanına gitti. Müdahale etmek icap olmuştu. Burnunun ucuna inen gözlüklerinin üstünden asmaya baktı fakat o da bir şey göremedi. Mahsusçuktan eliyle böceği alır gibi yapıp yan bahçeye attı. Küçük kız buna inanmasa da ikna edilip yerine oturabildi.

Bu arada çaylar tekrar dolduruldu. Ev sahibi, İbrahim Bey’e dönüp “Esasen,” dedi, “gördüğü şey asma tırtılıydı, doğru mu?”

Olabilirdi. Olmayabilirdi de… Belki hiçbir şey yoktu. Belki de ay ışığı, küçük bir yarasanın gölgesini yansıtmış, uçuşan bir dal parçası tam vaktinde yaprakların üzerine düşüvermişti.

Ev sahibinin anlattığına göre bu şey asmanın dallarında sürünen yeşil renkli tırtıllardı. Taze ve sıhhatli ışkınların üzerinde özellikle bulunan bu mahluklar öyle her asmada görülmezlerdi.

Hazır konu açılınca İbrahim Bey’i esir alan adam devam etti:

“Gençliğimden bu yana asma yetiştirdim. Orduevlerinin kamelyasına, garnizonların bahçelerine diktim. Ama en güzelini buraya diktim, doğru mu? Bu tepemizdeki asmayı da Kanuni Caminin bahçesinden Ayetel-Kürsi okuyarak aldım. Bilirsin o camiyi… Doğru mu? Yapraklar ne güzel hışırdardı ikindi vakti. Doğru mu?”

İbrahim Bey düşündü; bakarsan bağ oluyordu gerçekten. Asması yıllar yılı yürüyüp gitmişti. Neden? Çünkü dediğine göre haymasını bile özenle yaptırmıştı Her yıl toprağa cemre düşünce kendinden önce yaylaya çıkan bu adam dalları buduyor, kargıları ekleyerek büyütüyordu. Her sene nasıl ayarlıyor da kendinden önce yaylaya çıkabiliyordu?

“Asla ilaç sıkmam.” dedi ev sahibi.

İbrahim Bey:

“Güzel…”

“En makbulü doğal olandır. İlaç sıkarsan üzümün kabukları kalınlaşır, doğru mu?”

“Muhakkak.”

“Bu asmadan kaç bidon salamura çıkar dersin komşu?”

“Geç oldu biz artık kalkalım.” dedi, İbrahim Bey.

Ev sahibi duymamış gibi ayağa fırladı. Sarkan bir dalın ucundan kopardığı yaprağı gösterdi. Rengi gerçekten zümrüt gibi yeşil ve tazeydi. Buram buram, ekşi ekşi kokuyordu. Kenar taçları kar tanesi görünümündeydi.

“Yayla malı mübarek…” dedi komşusu, “pazara götürsen kapışırlar. Doğru mu?”

Doğruydu doğru olmasına ama kendi evinde de şehirden getirdiği sardunyalar, ortancalar vardı. Bahçesine diktiği armut ve elma ağacı her sene kilo kilo meyve veriyordu. Hem yaylada kimin arsasında sekiz yüz metre kare ayrıca bahçe alanı vardı? Yayladaki diğer evler üst üste, omuz omuza sıkışıktı. Kimin bahçesinde gölge veren iki koca çam ağacı vardı? Gerçi o iki ağacı da ormancılar görmeden vaktiyle bir kış günü gelip makineyle şöyle aşağı indirseydi. Sonra “a, bakın yaşlılıktan düşüverdi,” dese; boş kısma bir göz oda ekleyebilirdi.

Yanında oturan torununa baktı. Suratı sararmış, gözleri daha da ufalmıştı. Yüzüne akan saçlarını elleriyle açıp ferahladıktan sonra garibim, diye iç geçirdi. Bu dünyanın çilesinden çok uzaklarda çocuklara mahsus bir dünyada olmalıydı. Hislenip onu kucaklamak, bırakmamak istedi. Elini tuttu, kendinin lekeli ve kırışmış elleri arasında hayat dolu kalıyordu.

Dede ve torununun ayaklandığını gören ev sahibi lafını yarıda keserek telaşla yanlarına geldi. İbrahim Bey, kızın ninesi merak etmiştir, uykusu gelmiştir, bahaneleriyle izin isteyince komşusu asmadan sarkan kırmızısı mora dönmüş, taneleri iri bir salkımı koparıp küçük kıza uzattı. Kız omuz silkip dedesinin bacaklarına yanaştı. O almayınca dedesi alıp cebine katacaktı ki ev sahibi durdurdu:

“Şifa niyetine ağzına at komşu. Bal küpü gibi, daha doğalını zor bulursun.”

İbrahim Bey istemeye istemeye birkaç tane ağzına attı.

Ev sahibi ilaçsız demişti ama hafta sonu yaylanın fukara bekçisi ahaliden para koparırım niyetine çevredeki birkaç bahçeyi dolaşıp asmalara ve meyve ağaçlarına zehir sıkmıştı. Sıktığı zehri ona emekli bir ormancı vermişti. Bu işi henüz bilen yoktu.

Evden ayrılan dede ve torun kendi evlerine doğru yavaş yavaş yürüdüler. Hiç konuşmadılar. Sokak lambasının yarı yarıya aydınlattığı evin önüne geldiklerinde dedesi torununun ağlamasını işitti. Ağlayan kızın omuzları inip inip kalkıyordu.

“Neden ağlıyorsun balım?”

“Ben evime gitmek istiyorum dedeciğim.”

“Eve geldik ya kızım.”

“Kendi evime dedeciğim; annemin, babamın yanına gidelim. Oyuncaklarımı özledim.”

Torununun ağlamasına dayanamayan yaşlı adam eve geçip durumu karısına anlattı. Kızın asmada böcek görüp korktuğunu söyledi. Çocuklar gece olunca illa ki anasını babasını özlüyordu. Bir de komşunun yanında sıkılmış olmalıydı. 

Baktılar olacak gibi değil torununun eşyalarını toplayıp arabaya bindirdi. Karısının ısrarla “kendini yorma, bu gece şehirde kal,” lafına karşın: “Hayatta olmaz, kim yatacak o sıcakta?” dedikten sonra bir saate kadar geleceğini söyleyip yola çıktı.

Yüksek ve serin yaylasından yarım saat uzaklıktaki şehre doğru indiler. Küçük kızı ailesine bıraktı. Oğlu ve gelini ile biraz sohbet ettikten sonra tekrar arabaya binip yayla yolunu tuttu.

Yol boyunca oğlunun yani torununun babasının işleri epey iyi, diye düşündü. Çok şükür hayatları düzene girmişti. Ayrıca oğlunun memleketten uzaklaşmaması onun için büyük lütuftu. Kendisi de aşkla hatta şevkle yaptırdığı yayla evinde nihayet rahat bulacaktı.

Radyoda tanıdık bir ses türkü söylüyordu.  Gece çöktüğü için yol tenhaydı. Şimdiye şehirde adam mı kalır, diye düşündü İbrahim Bey. Aslında gece vakti araba kullanmak kendi yaşına da hiç uygun değildi. Karısı inerken bunu her zamanki gibi hatırlatmıştı. Şu katarak işi de nereden çıkmıştı?

Birkaç viraj döndükten sonra gözlerinin gerçekten çalışmadığı sezdi. Sağlam olan öteki gözü de sulanıyor, ara ara iğne batma hissi peydah oluyordu. Katarak mı yoksa orman yolunun bünyesine tesir etmesi mi, anlayamadı. Yolu aydınlatan arabanın ışığı sislenmeye başlayınca ters bir şey olduğunu düşündü. Bir mühlet sonra içine sıkıntı oturuverdi. Bu sıkıntının da akşam yemeğinden kaynaklandığını düşündü fakat soğuk soğuk terlemeye ve midesi bulanmaya başlayınca içini fena bir endişe aldı. Yokuş yolların keskin virajları çoğaldıkça mide bulantısı daha da arttı. Önündeki yol sanki siliniyordu. Çam ormanının karanlığı içinden ağaçlar üstüne üstüne geliyordu. Elleri titremeye başlamıştı. Kulaklarında müthiş bir uğuldama hasıl olmuştu. Daha fazla bu şekilde arabayı kullanamayacağını anlayınca kenara çekti. Camları iyice indirdi. Baktı olmadı; kapıyı açıp dışarı çıkmak istedi. Dışarı çıkarken asfalt yol ayağının altından kayar gibi oldu. Düşmemek için kapıdan tutmak istedi fakat bu sefer kapı ellerinin arasından kaydı. Kendini yerde buldu. Mide bulantısı tarifsiz bir acıya dönmüştü. Soluğu arttı. Artan soluğu kısa ve güçlü soluklara döndü. Göğsü inip kalkarken gözlerinin önünden bir karaltı geçti ve inlemeye fırsat kalmadan boynu yere düştü.

Ertesi gün öğle namazından sonra Z… Yaylasının cami avlusunda kalabalık toplanmıştı. Erkekler cenaze namazını kılmak için imamı bekliyor, ön taraftakiler musalla taşında yatan mübareğin sevabı ve günahı üzerine konuşmalar ediyordu. İbrahim Bey’in oğlu en başa geçmişti. Babasının ahşap tabutuna acı acı bakıyor, arada baş sağlığı dileyenlerin elini sıkıyordu. Bir ara gerilerde duran kızı kalabalığın arasına dalıp babasının yanına geldi. Bacaklarına sarıldı. Kızını iki göz iki çeşme gören babası kucağına aldı.

“Dedemi böcek mi öldürdü baba?”

“Kızım o da nereden çıktı?”

“Ben dedemi özledim. Neden öldü?”

“…”

“Pis böcek. Dedemin yediği üzümlerin içine girmiş.”

Babası kızın körpecik suratına baktı, baktı… Çocuklara mahsus bir dünyanın içinde olmalıydı.

Bu arada gerilerde sesi gür bir adam cemaatin içinde fark ediliyordu. Çevresinde duranlara merhumun önceki akşam kendilerine geldiğini, pek tadının olmadığını, keyfinin gelmesi için şahsına mahsus kopardığı bal gibi üzümleri yedirdiğini söylüyordu. Cemaatten biri, “Senin asmanın üzümleri de güzeldir,” deyince kedi gibi gülümseyip o yana döndü.


Alper Kurbaloğlu

Comments


bottom of page