top of page

Öykü- Armağan Can- Ağzımın İçindeki Tombul Kuş

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Uyanıyorum. Dizlerimi karnıma doğru iyice çekmişim. Hafifçe geriniyorum. Sanki tüm gece nefes almamışım gibi ciğerlerimi oksijenle buluşturuyorum. Burnumda bir sızı, görüşüm nemleniyor. Günlerden ne? Saat kaç? Gözümü açınca ilk sorularım bunlar. Bulduğum cevaplar yataktan kalkma hızımı etkiliyor. Tatil devam ediyor, acelem yok. Yan tarafa dönüp pencerenin aralık perdesinden gökyüzüne bakıyorum. Kapı açılıyor o esnada. Annemin kafası içeri uzanıp cevabı asla beklemeden hızlıca, “Kalktın mı?” diye soruyor ve kayboluyor. “Kalkmadım ama uyandım,” desem ve hatta “İnsan önce günaydın oğlum der,” diye sitem etsem ve ben de tıpkı annem gibi hızlıca konuşsam. Kesin ağlar. Hem de hıçkıra hıçkıra. Sırtüstü uzanıyorum. Yorganı üstümden atmak istiyorum. Yorgan benimle cebelleşiyor, öfkeleniyorum. “Siktir git, yorgan mısın nesin?” diye bağırmak istiyorum. Bu sefer de babam koşarak gelir. Şimdi mutfakta çayına iki şeker atıp şıkır şıkır karıştırdığı halde kulağı bendedir. Sesim kapıları geçer hemen ona ulaşır. Bir kere ulaşmamış ya, onun mahcubiyetini taşıyor. 

Banyodayım. Bir avuç daha su serpiyorum yüzüme. Aynada yine ağzıma bakıyorum. O olaydan sonra hep baktığım gibi. Herkes gibi. Her gün gibi. Her bakışta ağzımın hareketlerinin anlamlı bir sese dönmesini umdum. Olmadı. Dilim şişti, ağzımın içinde tombul bir kuş oldu, ses tellerimin üzerine kondu sanki. Harfler tombul kuşun ayaklarının altında ezilip gitti. Oysaki o ana kadar dilimde neşeli bir saka saklardım. Duyanı durdurup dinlemeye çağıracak kadar coşkulu bir saka. “Korkudan,” dedi konu komşu, hısım akraba. Doktorlar, terapistler, psikologlar… 

Odama dönüyorum. Perdeyi kenara itip göğe bakıyorum yeniden. Bulutsuz, dümdüz bir mavi. Sıkıcı. Yavaşça sokağa doğru çeviriyorum kafamı. Kapının önünde bir çocuk dikiliyor. Benim çocukluğuma benziyor. Bizim apartmandan bakkala kadar iki bina vardı. Annem balkondan bakıyordu. Yüzünde bir gurur. İki ekmek, artan parayla da gofret alıp gelecektim. Ayakkabılarım cırt cırtlı. Adımlarım kısa. Ellerim küçük. Para avucumda sıkı sıkı, güvende. Dar kaldırımda yavaşça yürüyordum. İlk binadan sonra kafamı kaldırıp gözlerimle annemi aradım. El salladı. Cesaretlendim. Gülümsedim. Küçük bir adamım ben. Evin eksiklerini tamamlıyordum. Babam bayramda takım elbise alacak. Salyası akan, dişleri sivri, kızgın bir köpek ikinci apartmanın kuytusundan çıktı karşıma. Ağzım kupkuru oldu. Ellerim ise su içinde. Kalbim sanki kulaklarımda atıyordu. Kuyruğunu da sallamıyordu. Her geçen saniye dişleri büyüyor, hırıltısı biraz daha yükseliyordu. Annem o esnada ismimi bağırdı, ağzımdan fısıltı gibi “Anne,” çıktı. Hırıltı yükseldi, annem daha yüksek sesle bağırdı. Bu sefer sadece “An…” diyebildim. Sonrasında bu korkuyla kelimeler hecelere ayrıldı. İlk hece üç tekrardan sonra arkasındaki heceye anca bağlanabildi. “Ba-ba-baba kö-kö-köpek,” diyene kadar kahveden çıkıp yanıma koşan babam, beni duyan annem çoktan üzüntüden dağılmıştı. Ben geçer sandım. Tekrar dilim döner, kelimeler bir seferde çıkar ağzımdan. Cıvıltılar sesime döner diye bekledim. Teldeki kuşu çok mu kızdırdım, bilemedim. Kekelemek boğazımın düğümlenmesi demek. Hıçkırıkla hapşırık arasında bir yer. Bir ayağım merdivenin basamağında ama diğeri iki basamak geride gibi. Çeke çeke geliyor sanki. Boğazımda bir tahterevalli var, bir taraftaki tombul kuş ağır bastığı için diğer taraftaki nefesim hep aşağıda. Dengeyi bir türlü sağlayamıyorum. Ama en kötüsü bu değil. Beklenmemek çok can acıtıcı. Annemin yaptığı gibi, soruyu sorup ya cevabı hiç beklemiyorlar ya da cevabı da kendileri veriyorlar. “Sınav nasıl geçti?... İyidir iyi. O kadar çalıştın.” Benden bir kafa sallaması. “Yemeği beğendin mi? …Afiyet olsun.” Bir kafa eğmesi bu sefer.

İçerden radyonun cızırtısı geliyor. Ses beni dün gece gördüğüm rüyaya götürüyor. Kalabalık bir meydandayım. Ortada bir kürsü var. Mikrofon üstünde. Bazen cızırtılı bir ses yankılanıyor bazen de biri mikrofonun ağzına parmak uçlarıyla vuruyormuş gibi tok bir gümbürtü kulağımda. İlerliyorum. İki basamakla kürsüye çıkıyorum. Boyuma göre ayarlanmış. Mikrofonu elime alıyorum. Gözüm kalabalığı tarıyor. Kimsenin dudağı yok. Ağızların olması gereken yerde ince bir çizgi. Bir yerlerden hışırtı sesi geliyor. Annemin her gün giydiği kalın taftadan yapılma eteğinin sürtünme sesine benzer bir ses. Nereden geliyor, kurumuş yapraklar mı eziliyor, yoksa birileri konuşma metnini yazdığı kâğıtları mı buruşturuyor, anlamıyorum. Oldukça sakinim. Mikrofonu ağzıma yaklaştırıyorum. Biri adımı bağırıyor. Çok uzaklardan. Ağzı olan biri… Ben mi yanlış duyuyorum yoksa? “E..eee…eeeff…” derken uyku benden kaçıyor, rüya silinip gidiyor.

Üstümü giyiniyorum. Hareketlerim yavaş. Bu yavaşlık yaz başından beri benim tercihim. Parka gittiğim bir akşamüstünden bana armağan. Bir bankta sessizce ayaklarımı öne iyice uzatıp birini diğerinin üstüne koymuştum. Kollarımı kenetleyip gözlerimi kısarak en uzağa bakıyordum. Bakışlarımı yakına çevirince karşımdaki bankta oturan üç gençten ortadakinin hareketlerinin yavaşlığı dikkatimi çekti. Ağır çekimde gibiydi. Video olsa hızlandır düğmesine basardım. Sonra sesini duydum. Birisinin evinde oynayacakları bir bilgisayar oyunu içindi pazarlık. “Tamam ama önce ben oynarım,” dedi. Konuşan çocuğun ses tellerinde de tombul bir kuş vardı, o da uçmuyordu ama yürüyordu sanki. Güneş gözlüğünün arkasındaki gözlerini merak ettim. Konuşurken benim gibi gözlerini kırpıştırıp kırpıştırmadığını. Yavaş şekilde banktan kalktılar ve daha da yavaş şekilde yürüdüler. Yanındakiler istediği kadar hızlı hareket etsin, onun yavaşlığındaki çekim çevrelerini sardı. İşte o gün düştü bu fikir aklıma, “Acaba,” dedim içimden, “Çok yavaşlasam hızlanmayı başarabilir miyim ben de?” 

Bugün anne ve babamla konuşmayı düşünüyorum. Parktan geldiğim gün başladım çalışmaya. İlk gittiğimiz klinikte vermişlerdi listeyi. Ritimli çalışmak için. “Babitati, Fafinani, Kakizazi…” Bu kelimeler sihirliydi sanki. Nasıl çıkıyordu ağızdan? Bir defada, püskürür gibi. Bu kelimeler çıkıyorsa diğerleri neden çıkmasın? İlk kelime beklediğimden çabuk geldi dilime. Kahvaltımı yapmıştım. Bir fincan çay ile masada tekrardaydım. “Babitati, babitati, babitati…” Durdum, avucumda sıkı sıkı tuttuğum parayla kaldırımda yatarken kahvede oturan ve beni duymayan, bu duymamasının yükünü hep taşıyan babamı hafızamda canlandırdım. Kırlaşmış saçları, sıcacık bakışı ile her an göz kırpacakmış gibi bir muziplikte bana baktı. Ağzımdan, “Baba,” kelimesi çıktı. Bir sevinç sardı beni. El çırptım. Tekrar bebek oldum. Yeni yeni sesleri deneyen. Duyunca yine sevinecekti ailem. Kelimeler yavaş yavaş geliyordu, önce aklımda ete kemiğe bürünüyor sonra heceler birbirine yapışıyor ve ağzımdan dökülüyordu. Tombul kuş uçup gitmemişti henüz ama yerinde kımıldamaya başlamıştı. İkinci ayın ortalarında kısa cümleler kurar oldum. Lakin karşımda biri varken cümle kurmayı becerebilecek miydim? Aşağı mahalledeki bakkala gittim. Beni tanımazlar orada. “Ne istedin?” diye sordu tezgâhın arkasındaki yaşlıca kadın. Hamuru yoğurup ekmeği pişirdim kafamda. “İki ekmek,” dedim yavaşça. Ekmekleri aldım, parayı uzattım. “Bozuk yok mu?” dedi. “Yok,” dedim. Para üstünü cebime attım, ilk sohbetten sıyrıldım. O gün param bitene kadar bakkal, manav, pastane dolaştım. Hep bir şeyler istedim. Kısacık cümlelerle konuştum. “Makarna istiyorum.” “Bir kilo elma.” “Limonlu olsun. Tek top.” Günün sonunda bir bardak suyu dokuz yudumda içip hıçkırığımı kestim. Arka arkaya hapşırdım ve kendime, “İyi yaşa,” diye seslendim. Ayağım bir alt basamaktaydı, zorlanmadan çıktı bir üste ve tahterevalli dengeyi sağladı. Tombul kuş uçtu.

Giyinip mutfağa geçtiğimde beni önce babam fark ediyor. İçim kıpır kıpır. Büyük bir sevincin adım sesleri kulaklarımda. Okulun açılmasına çok az kaldı ve ben tüm yaz çalıştım. Ailemden gizli, odamda mırıldandım durdum. Heceleri hecelere yaklaştırmak için tombul kuşa cilveler yaptım. “Ergenler hep böyle,” dedi babam, odamdan çıkmamama bahane olarak. “İyi bir liseyi kazandı, sıkma oğlanı,” diye ekledi ve susturdu annemi. Annemin tiz sesli itirazları evin içinde kayboldu gitti. Sesim kayıplara karışsın istemiyorum. Yüzümde çarpık bir gülümseme bekliyorum. “Otur, çay koyacağım,” diyor annem. Bir nefes alıyorum. Gözlerim babama dikili. O da bana bakıyor. Heyecanımı fark ediyor. Bir şey olacağını anlıyor. Annemi dürtüyor. “Baba,” diyorum, sonra, “Anne.” İkisi aynı anda elleriyle ağızlarını kapatıyorlar. Diğer elleri birleşiyor hemen. Gözleri doluyor. Ağızlarından çıkacak seslerin bu anı bozmasından korkuyorlar. “Günaydın,” diyorum. 


Armağan Can


Comments


bottom of page