Kadının lavanta rengi saçları başının üstünde yükseldi. Dalgalandı. Şimşeğin parıltısı yüzünde hem ışık hem gölge. Kocasının yanı başında, ayakta duruyordu. Mırıl mırıl dua okurken, toprakla temizlenmiş taşları adamın gözlerine bıraktı. Sonra başına, kalbine, karnına. Ata ruhları kızgın. Fısıltıları kulaklarında. Duymamak için mırıltısını yükseltti. Adamın soğumaya yüz tutmuş eline dokundu. Hâlâ vakit var.
Kadın yedi kat kefenleyecekti ölüyü. İlk kat kefeni sarmaya başladı. Göğün her katına bir kefen. Siyah eteklerini sürüyerek adamın etrafında dönüp duruyordu. Kalbi yanarcasına acırken her şeyi doğru yaptığından emin olmak istiyordu. İlk katı dolayınca adamın ayak parmağını tuttu. Kalın bir sicimi kumaşın üstünden parmağa doladı, doladı, çevirip düğüm attı. Ne düğüm. Sökmek ne mümkün, ver ateşe daha iyi. İpin ucunu ateşle ısıtıp düğümü mühürledi. “Uçamayasın.” Beyaz bir kuşun kanatlarını bağlar gibi hissetti kendini. Beyaz bir kuşun boynunu koparır. “Uçamayasın.”
Kumaşı sararken duaları ezberinden sıraladı. Her katmanda adamın şekli silindi, cüssesi irileşti. Kocası onu bırakıp gitmişti. Ölüm de bir terk ediş. Dünya yüzünde yapayalnız kalmıştı. Kendini gören bir göz olmadan varlık olur mu? Ya adını unutursa bir gün duymaya duymaya? Ya yüzüne eklenen çizgileri, gözüne düşen gölgeleri görmezse? Bugünde kalırsa sonsuza kadar? Kadın adanın ortasında, gezegenin sırtında, elinin uzanıp da kaşıyamadığı bir noktada.
Kocasını yedi kat sarıp duasını bitirdiğinde yağmur başladı. Ata ruhlarından utanıp yardım isteyemedi. Kocasını mezara güçlükle indirdi. Bir daha göremeyeceği sevgilisine son kez bakıp son duasını etti. Mezara toprak attı. Yağmurun altında çamurlaşan toprak düştüğü her şeyi lav gibi eritti, yuttu, kaybetti. Kadın eve girip beklemeye başladı. “Uçamayasın,” diye yeniden fısıldadı. Yaptığı işin sonuçlanacağından emin. Sabah üstünde görünmeyen bir çift göz hissedeceğini bilerek huzurla uykuya daldı. Ata ruhları kendi tanrılarının isimleriyle beddualar savurup gittiler.
*
Mezarın yanı başındaki ağaca büyük bir gürültüyle yıldırım düştü. Ağaçla bir sessizlik de yarıldı. Adam derin uykusundan uyandı. Bataklıktan çekiliyormuş gibi tüm vücudunda ağır bir baskı hissederek bedeninden çıktı. Yavaş yavaş yükselmeye başladı. Her katta değişen rengiyle göğün katlarını bir bir aşıyordu. Her katta yedi kefenden birini bırakıyordu. Hafifliyor, seyreliyor, ayrışıyor, parçalanıyordu.
Önce dünyalık dertlerini bıraktı. Yiyemediği yemekleri, giyemediği yün çorapları, sürünemediği kokuları. Yükseldikçe. Sonra duygularını. Kırgınlık. Öfke. Haset. Utanç. Hepsini birer birer terk etti. Hafifliyor. En üst kata git gide yaklaşıyordu. Ruhu tek bir damar gibi derinden zonkluyordu. Altıncı katta nefesten kurtuldu. Suyun altında solur gibi çabasız. Hem denizde bir damla hem denizin kendisi oldu. Çok az kalmıştı. Düşünceden kurtulacaktı. Sıkıntı veren, beyninde dönüp duran, neden dedirten düşünceden. Bakışını karartan, çiçekleri solduran.
Çok uzak değildi. Yedinci katın kapısını gördü. Morlu, siyahlı, ışıltılı göğe çok yaklaşmıştı. Yorgunluktan bitap düşmüş kollarıyla kıyıya yaklaşan biri gibi uzadı, uzandı. Ama gözünün önündeki kapıdan giremedi. Aşağıda kendini çeken bir şey vardı. Altındaki mavi göğün yüzünde, havada yüzen küçük bir sicim. Ne yana gitse peşinden geliyor ama asla ileri gitmesine müsaade etmiyordu. Sicimi fark etmesiyle birlikte açık kapı yüzüne kaya gibi çarptı. Yeniden soluk alma ihtiyacı duydu. Duygular birer birer karnına hücum etti. Ağlıyor, titriyor, terliyordu. Ayrışan, seyrelen ruhu sıkılaşıp katılaşmaya başladı. Adam, yüzeyi donan denizde mor kuyruklu bir balık, başını vurduğu yerdeki çatlağa baktı. Kalın buz tabakasında yalnız küçük bir çentik.
Sicim bir anda külçe gibi ağırlaştı. Adamı aşağıya doğru hızla çekmeye başladı. Dünya git gide yaklaşıyor, büyüyor, her ayrıntı gözle görülüyordu. Son kefen peşinde dalgalanırken adam kıvılcımlar saçarak dünyaya düştü. Acıyla inledi. Çaresizlik içinde doğrulup ayağa kalktı. O kadar yakındı ki oysa. Artık sıyrılamayacağı düşünceleri zihninden kovmaya çalıştı. Etrafına bakındı. En azından tanıdık bir yer. Evinin kapısını açtı. Peşinde sürüklediği kumaşla bir. Havada titreşiyor, dalgalanıyor, önünden geçtiği şekilleri incecik buğulandırıyordu. Yerin bir karış üstünde süzülürken evdeki her şey daha küçük göründü gözüne. Karısının yüzüne baktı. Kadın uykusunda gülümseyip yorgana sarıldı. Adam, beyaz bir kuş. Sonsuza dek sürecek nöbetine başladı.
Ayşe Parlak Akyüz
Comments