Dere boyu yolu vardı evimizin. Hıdırpan’dan aşağıya doğru sekiz yüz metre kadar yürüyünce çıkılırdı önüne. Damı olmayan kireç boyalı toprak ev; bir ayvan, bir odalıktan ibaret. Ayvan yazlık, odalık kışlık. Ayvanın şurası annemin gelin olurken kınasının tasta kaldığı yer. Sel olmuş o gün. Bir kadın kapılmış, ölmüş. Tatsız, tuzsuz bir düğün olmuş işte. Ayvanın ortasında sanki o günden kalma bir kurbağa var. Selde hepsi ortaya çıkmış da civar evlere doluşmuş gibi, biri de buraya gelmiş. Yıllar yılıdır burada yaşıyor. Her muhabbetin, her olayın içinde sessiz sakin durup arada bir içerden içeriden “vrrak” diyor. Rengi öyle soluk, çamur. Sevimsiz. Bu kurbağa ile yaşamaya alışmışız. Evin bir büyüğü, dedesi gibi. Sanki büyükbabamızın yanındayız da saygısızlık etmemize sebep olacak kelimeleri tutuyoruz. Yoksa hemen “vrrak”. Baykuşun tünemesi, karganın ötmesi, uğursuz sayılan kara kediler gibi korkuyoruz ondan.
Ondan korktuğumu söylemezdim anneme, geceleri uyuyamadığımı da. Bence anlıyordu fakat anlamazlığa mı vururdu ne? Ahh, bir gece teyzemin evinde uyumuştum. O nasıl bir uykuydu. Tüyden hafif pamuktan yumuşaktım o gece. Evi yüksekte onun, tam on altı basamakla çıkıyorsun. Hani gelmez bizim sevimsizin kabilesinden biri. Pamuklara sarılmış uyuyordum ki rüyama geldi, ilk defa ağzını o kadar açarak vrakladı. Çığlık atarak uyandığımı, teyzemin koşarak yanıma geldiğini hatırlıyorum.
“Teyze, korkuyorum ama korkmak istemiyorum. Kurbağa nasıl öldürülür teyze?”
“İnsan korkar, eksiktir biraz insan, aciziz işte. Ah iyi ki Rabbimiz var değil mi kuzum? Hem… ne kurbağası, kurbağa mı gördün yoksa? Hani, nerede?”
Teyzem her zamanki gibi Allah, iman, acziyete bağladı durumu. Bu kadın her şeyi ona bağlardı zaten. Belki doğrusu da budur ama ben… kurbağayı öldürmek istiyorum.
O gece çamur grisi korkuma veremediğim ara, eve dönmemle son buldu. Gariptir gözüm görmedi onu bir süre, kulağım işitmedi. Odalıkta harla pişen kara tencerenin içinde olmasını diledim bir an. Canlandı gözümde; çırpınarak sıçrayan, gerisin geri tencereye oturan ayakları. O döne döne tencerede haşlanırken içimden annemin mezuniyetimde diktiği elbiseyi giymek geldi. Ayvana koştum. Her birinin ağırlığı kilomdan fazla dört yorganı indirip bir daha kullanılmayacaklar valizine eriştim. Başta annemin kitabı vardı. Yıllardır sahip olduğu tek kitap; eskimiş, yıpranmış, yabancı bir dilde. Ne anlıyorsa. Kim verdi ona, kitapla ilgili ne anlattı, neden saklar bilmem. Elime alıp birkaç saniye baktıktan sonra yere koydum, hemen elbisemi bulup giyindim. Zar zor girdim içine. Salına salına odalığa geçerken Zahide teyze geldi. “Bunun halı ne, gelin mi olıysın?” dedi. Zahide teyze, her daim alnına düşen yerinde pullar olan bir fes ile gezerdi. Beni böyle görünce fesini çıkarıp kafama taktı. Annem de, “Bir değneğin eksik,” diye tutuşturdu elime yün dövme sopasını. Ayaklarımdaki lastik ayakkabılarla köy yanarken taranan delilere benziyordum. Ne çok güldük, o kadar güldük ki bir an unuttuk onu. Dedim ya, geldiğimden beri görmedim. Sahi, hakikaten tencerede olabilir miydi? Eğildim, baktım. Tencerede düğürcek kaynıyordu. Belli belirsiz umudum kırıldı, hışımla ayvana geçtim. Oradaydı. O koca iri gözlerini bilmiş bilmiş eğdi, kaldırdı. Sopayla yanına yaklaştıysam da onu öldürmekten ziyade öpüp prense dönüştürecek bir prenses gibiydim. Dönüp camın kenarına sıçradı, camdan görünen mezarlığa baktı. İtiversem şuradan ölmezdi ki. Bu damı olmayan alçak katlı toprak evin camından cinayet mi işlenirdi?
Erte sabah. Hava yağmurlu. Bizimkinin akrabaları doluşmuş köye. Bitmek bilmeyen şapel ilahisi gibi susmuyorlar. Vrrak da vrrak. Ses kulağımın içinde ince minik tokmağı öyle titretiyor ki titreşim beyin hücrelerimi zıplatırken başım ölesiye ağrıyor, gözlerimde şimşekler çakıyor. Annemse yağmurda ama her yağmurda yere kenetliyor gözlerini. Gök bile gürlese dudağında bir cümle, “Allah’ım, hayırlı rahmet ver.”
Şimdi aşağı ahırdan bir çuval alsam, yakalasam şunu, atsam içine, bağlasam ağzını… Nereye atıcam? Dereye atsam zıplar gelir, kuyuya atsam çıkar gelir. Şu İt Kayası’ndan ölmüş hayvanların atıldığı yerden atsam o leşlere sarar mı, sanmam. İyisi mi yakında İstanbul’a gidecek olan teyzemin peşine takılıp şunu da valize koymak, mola yerinde salmak. Keşke biz de gitsek buradan, gider miyiz acaba?
“Anne…”
Gitmeden önceki gece yıllar yılı kaybolmayan, yaşlanmayan hiç yerinden oynamayan çamur grisi gerçeğimiz odanın ortasında değildi. Orada, işte tavanda. Kütük ile tahtanın arasında aşağı doğru salınmış bize bakıyor. Annem ve ben, yarın sabah erkenden yolcuyuz teyzemlerle ve bu pisliğe yer döşeğimizden gözlerimiz fal taşı gibi açık, bakışarak geçiriyoruz geceyi. Bir an şimdi bu yüzümüze atlasa, suratımızı parçalasa, alırım elime şu içerideki sopayı, beyni dağılana kadar vururum, vururum…
“Anne, ben korkuyorum.”
“Ben de kızım.”
Sabah tam dediğim gibi çuvala koydum onu. Yanımızda birce valiz zaten, ne yükümüz vardı ki. Bagaj etmesinler diye öylece valiz ağzına sıkıştırdım ki molada hemen çıkarıp atayım onu.
Ve yoldayız. Trenin yaylana yaylana gidişi ruhumu sıkıyor. “İlk mola nerede oluyor teyze?” Şundan bir kurtulsam… Beş buçuk saat yol; Günyüzü istasyon, mola. Hışımla valizi açtım gördüğüm şeyle gözlerim yuvalarından fırlayacaktı; o eskimiş kitap. Bunu da mı almış annem, ne alaka?
“Anne, çuval vardı burada, sen mi çıkardın?”
“Ne çuvalı kızım?”
“Annee, hani yakaladım onu, çuvala bastım. Anlamadın mı? Atacaktım yolda.”
“???”
“Anne, delirtme beni.”
“Kızım?”
“Hani köye anneannemin evine geldik geleli o odada gölge gibi, geçmiş gibi, hiç geçmeyecek gitmeyecek gibi bekleyen vardı ya? Hani mutsuzluğumuzun, korkularımızın sebebi...”
“Kızım tamam, sakin ol. Gel bir hava alalım.”
“Almıyorum anne, ben hava mava almıyorum, ben yıllardır nefes bile almıyorum.”
Annem bilmiyor olamazdı, ben yanlış anlıyor olamazdım, biz görmemiş değildik, görüp korkuyorduk, o da korkuyordu, gözünü yerden kaldırmazdı, susardı… Zihnim uyuşmuştu.
Oturdum yerime. Tren hareket etti. Belli bir yol aldıktan sonra valizi tekrar açtım, belki yanlış gördüm, belki oradadır. Yok. İki elbise, bir de şu eski kitap. Elime alıp incelemeye başladım kitabı. Yabancı dil bir de, ne anlıyorsa? Sayfaları çevirdikçe sona geldim, o son üç yaprakta bir alfabe. İçinde yazılan yazının alfabesi olduğunu ancak anlıyorum. Biraz daha inceleyince bunun bir kitap değil, kendi alfabesini oluşturan birinin gizil gizil yazdığı bir günce olduğunu fark ediyorum. Alfabeyi çözmeye çalışıp okumaya başladım.
“Bugün kızım Leyla’yı alıp annemin evine döndüm. Gidecek başka bir yerim yoktu. Leyla henüz küçük, İstanbul’da dul halimle ona bakamam, doğrusunu buraya gelmekte buldum.
Samim yıllarca beni uğursuz saydı, her olmayan işini benden bildi. Benim de vardı ya suçum. Küçükken tencerenin dibini bana sıyırtırlardı, peşine de eklerlerdi, “Dibini yeme kız, düğününde yağmur yağar.” Hiç inanmazdım öyle şeylere, omuz silker, ekmekle sıyıra sıyıra yemeye devam ederdim. Nereden bileyim gerçek olacağını. Nereden bileyim evlendiğimiz gün yağmur yağıp sel olacağını. Samim’in anasından çok ona analık yapan süt annesinin sele kapılıp öleceğini. Bilmeliydim, bilemedim…
O gece kınam tasta, hepimiz ayvanda öylece otururken evde düğün değil, cenaze vardı sanki. Er kişiler kaybolan kadını aramaya gittiklerinde biz kadınlar evde kalmıştık. Daha gündüzdü ama hava gece gibi karanlıktı. Gözüm yerde kına tasındaydı, hava basıktı. Camı açtık, bir kurbağa girdi içeri. Tasın kenarında gözünü dikmiş bana bakıyor. Önce kurbağaya sonra etrafımdakilere baktım.
“Aysun, şunu görüyor musun?”
“Neyi Zehra?"
Ayşegül Çetinkaya Çay
Comments