Iraz evin kapısından çıkarken yarı beline kadar eğilerek içeriye doğru seslendi.
“Harun, Tayfun! Ben çıkıyorum. Yemeğinizi hazırladım. Oturun yiyin. Ben gelene kadar bir yere gitmeyin ha!”
Kapı rüzgârın da etkisiyle hızla kapandı. Iraz anahtarı çantasına koydu. Elini cebine soktu. Yusuf’unun mektubunu yokladı. Oradaydı. Yüreği ısındı. Köyün dolmuşu şehirden öğlene doğru geliyordu ama Iraz ele güne görünmeden köy meydanına inip muhtarı beklemeliydi. Yılmıştı köylünün küçümser bakışlarından, bitmeyen dedikodularından, alaycı gülüşlerinden… Nerede dul, korunaksız bir kadın görseler at sineği gibi üzerine yapışıyorlardı. Sanki kadının namusunu koruyunca kendi günahlarından arınacaklardı. Onu eksik gördüklerinde, kendileri tamamlanacaktı.
Iraz yeleğini bir sağdan bir soldan çekiştirerek göğüslerini kapattı. Lastiğinden katlayarak kısalttığı eteğinin katını açtı. Kararlı adımlarla yola koyuldu. Evi köyün biraz dışındaydı. Hızlı yürürse bir saate köy meydanına varabilirdi. Etrafta çıt yoktu. Koca köy, uykuya ve sessizliğe gömülüydü. Hava kapalıydı. Gökyüzünü kaplayan kara bulutlara bakılırsa daha da kapanacağa benziyordu. Sabahın serin rüzgârı, beyaz tenini yaladı, ürperdi. Bu yıl kış çetin geçecekti, besbelli. Su birikintilerine basmamaya çalışarak yokuştan indi. On beş yirmi dakika yürüdükten sonra biraz durup soluklandı. Yeşilden boza dönmüş tepelere baktı. Dağ taş uykudaydı. Halime’nin evinin önünden de ona görünmeden geçti miydi işi kolaydı. Halime fenaydı pek fenaydı. Laf taşımada kimse onun eline su dökemezdi. Geçen gün Hüsniye ablaya söyledikleri yenilir yutulur gibi değildi. Bana sorarsanız Iraz’a bir yerlerden para geliyor da, bahçedeki tavukları nasıl almış da, bahçe duvarını hangi parayla yaptırmış da hasat bitmeden parayı nereden bulmuş da her hafta kahvede ne işi varmış da…
Meydana vardığında vakit hayli ilerlemişti. Kahvehanenin sundurmasının altında tahta bir sandalyenin ucuna ilişti. İki yıldır kahveyi işleten sırnaşık kahveci, sandalyeleri düzelte düzelte yanına geldi.
“Bir şey içer misin yengeee,” dedi e harfini sündürerek.
“Yok sağ ol içmem,” dedi Iraz. “Muhtarı bekliyorum. Çok oturmayacağım.”
Başını önüne eğdi Iraz. Kim bilir kaç kez okuduğu mektubu cebinden çıkarıp tekrar okudu. Sonra katlayıp avucunda sıktı. Ayakkabısının söküğü görünmesin diye bir ayağını diğerinin üzerine koymuştu. Yanı başındaki koca söğüdün yapraklarından damlayan yağmur taneleri, ayaklarını ıslatıyordu. Söğüdün dalları arasına gizlenen küçük bir serçe, incecik sesiyle ona yârenlik etti. Sandalyenin üzerinde silik bir gölgeydi sanki genç kadın. Ürkek, sessiz, yeğnik, yok gibi…
“Yağmurlar başladı, çatıyı aktarmak gerek. Çok uğraştım geçen kış. Altına leğen, kova koymakla olmaz artık. İkizlere kışlık ayakkabı lazım. Montları da küçüldü. Hüsniye ablanın kızına söylemeli geçen yılki test kitaplarını versin bizim çocuklara. Ah bir üniversiteyi kazanıp kendilerini kurtarsalar!” Bütün bunları aklından geçirirken yavaş yavaş mekânın müdavimleri de teşrif etmeye başlamışlardı. Iraz daha uykuları açılmadan kendilerini kahvehaneye atan bu elli yaş üstü adamların alaycı bakışları ile büzüşmüş, dertop olmuştu. Ayaklarını kendine doğru çekti, başını öne eğdi. Yanakları utancın alevi ile yanıyordu. Kendisi gibi yıpranmış, dikişleri açılmış gömleğini çekiştirdi. Kara yazmasının bir ucuyla ağzını kapattı. Kim bilir yine neler düşünmüşlerdi hakkında. Buraya daha seyrek gelse iyi olurdu ama elinde değildi. Ayakları onu, yüce bir mertebeden emir almış gibi her hafta tiksindiği bu mekâna sürüklüyordu. Eğildi, camdan içeriye baktı. Muhtar yoktu. Belli ki, kasabadan dönmemişti daha. İçeride olsaydı çıkıp gelirdi yanına. Ahhhh şimdi elinde Yusuf’unun mektubuyla gelse! Bir gelse… Dünyalar onun olurdu. Mektubu sallaya sallaya geçerdi köyün ortasından. Hep kısmak zorunda kaldığı sesinin en yüksek tonuyla okurdu kocasının satırlarını. İlkokuldayken bayramlarda ezberlediği şiirler gibi bağıra bağıra okurdu. Sesi teee Halime’nin evine ulaşırdı. Haspam belki utanırdı söylediklerinden…Iraz kurduğu hayallerle tazelendi. Başını yukarı kaldırıp ağaçtaki serçeye baktı. Usul usul mırıldandı. Kendi bile duymadı sesini. Zaten kahveden gelen gürültü, cümle mahlukatın sesini bastırıyordu. Küfürler, masaya vurulan yumruklar, sonuna kadar açılan televizyonun sesi, okey taşlarının çatırtıları ve ahalinin çay karıştırırken çıkarttığı şıngırtılar birbirleriyle yarışıyordu.
Elindeki bardağı sallayarak “Çayları tazele,” diye bağırdı Şükrü dayı.
“Hemen geliyorum,” dedi sırnaşık kahveci.
Bir askerî nizam vardı bu kahvehanede. Adı konulmamış kurallar geçerliydi. Kimse kimsenin yerine oturmazdı burada. Mustafa Efendi ve Şükrü dayı pencere kenarında oturmuştu yine. İsmet emmi de kapının ardındaki masada… Önlerinde soğumuş zift gibi çayları, ellerinde mütemadiyen salladıkları küçük boy tespihleri ile çok kısa süreli özgürlüklerinin tadını çıkarma peşindeydiler. Her sabah görev bilinciyle yerlerini alıyor, kıyamet kopacak dense son taşı atmadan masadan kalkmıyorlardı. Akşam olup da sandalyeler masaların üzerine devrilince bir ayini tamamlayan din adamı huzuruyla evlerine dağılıyorlardı. Hepsinin evinde bir karşılayanı vardı. Bir tek Iraz’ın dayanağı yoktu bu köyde. Yusuf ağır bir yükü koyup da gitmişti karısının omuzlarına. Almanya’da çalışacaktı. Iraz iki bebesiyle kalakaldı köy yerinde. Çok ezildi. Bağda bahçede çalıştı. Kadın işini de erkek işini de tek başına üstlendi. Aradan uzun yıllar geçti. Mevsimler değişti, ağaçlar yetişti, ikizler Iraz’ın boyunu aştı… İlk yıllar para ve mektup gönderiyordu Yusuf. Iraz kutsal kitabı okur gibi okuyordu Yusuf’tan gelen satırları. Aha bu avucundaki en son gönderdiğiydi. Sonra mektuplar kesildi, haber gelmez oldu kocasından. Mutlaka bir şey oldu, diye düşünüyordu Iraz. Yoksa Yusuf’u habersiz koymazdı onu. Bunu biliyordu bilmesine de yüreğini sıkan özlemle baş edemiyordu bir türlü.
Yusuf gidince kapısını çalan kimi kimsesi kalmadı Iraz’ın. Köylük yerde “dul” olmak, vebalı olmaktan halliceydi. Kocası olmayan kadınla çok yüz göz olunmazdı. Kendi kendine konuşmaktan mecali kalmamıştı biçarenin. “Dul Iraz” diyordu köylüler ona. Uğursuz belliyorlardı. Köyde ne fenalık olursa ondan biliyorlardı. En büyük uğraşları da onu çekiştirmekti. “Kocası koyup gitmiş, hiç para pul göndermiyormuş…Orada bir otelde çalışıyormuş. Aşçı mıymış, bulaşıkçı mı ne? Bir de Alaman kadın bulmuş kendine… O kadından çocuğu da varmış herhâl…” Daha neler neler…
Yusuf, kapının arkasındaki paslı çividen ceketini alırken birkaç aya gelirim demişti. “Gelip seni, çocukları alırım.” Iraz’ı gözlerinden öpmüş, bebeleri koklayıp bütün dünyalığını doldurduğu tahta valizini sürüyerek çıkmıştı evden. Çıkış o çıkış… Kaç kış, kaç bahar geçmişti o gittikten sonra? Sorsalar bilmezdi. Dolunaylı gecelerde oturup beklemişti onu genç kadın. Gündüzler, tarlada sabanda çalışarak, çocuklarla uğraşarak bir şekilde geçiyordu da geceler çok uzundu… Fallar baktırmış, adaklar adamış, muskalar yaptırmıştı. Oturulmaktan eprimişti pencere önündeki sedirin örtüsü. Anneciğinin göz nuru dökerek işlediği çeyizler solup gitmişti. Bayramlarda bile takmamıştı renkli, oyalı yazmalarını Iraz. Hele bir Yusuf’u gelsindi hele bir ona kavuşsundu. O vakit bağlayacaktı allı morlu tülbentleri. İşte asıl o zaman gelecekti evlerine bayram.
Beklemeye alışmıştı Iraz. Uyuşmuştu. Zaman parçalara bölündü o beklerken. Dağıldı, uzadı… Bin yıldır kök saldığı köyde ruhu kora döndü. İskemlede iki büklüm otururken içinden bir türkü tutturdu eskilerden… “Yalan dünya sana geldim geleli…”
Dolmuşun sesi duyuldu uzaktan. Sonra kendi göründü. Tarlaların arasından tozu toprağı savurarak sarsıla sarsıla geliyordu köyün emektarı. Gözlerini kısarak baktı Iraz toz bulutunun içine. Avucundaki mektubu sıktı. Kahvehanenin önünde durduğunda derin bir nefes aldı, oturduğu yerden kıpırdandı. Eteğini düzelterek yavaşça ayağa kalktı. Birkaç adım attı yola doğru. Önce Hasan emmi indi dolmuştan. Sonra iki çocuğuyla Çolak Veysel. Çam yarması muhtarın arkasında birdenbire ufak tefek Yusuf’u belirdi. Ceketinin boş olan sağ kolu rüzgârla savruldu kocasının. Iraz, Yusuf’u görünce ağzını kapayarak çığlık attı. Yusuf, sol koluyla karısının kemiklerini kıracakmış gibi sarıldı ona. Gözlerinden, yanaklarından koklayarak öptü Iraz’ı. Kahvehanedeki insanlar sessizliğe büründü. Yağmur birdenbire durdu. Rüzgârın uğultusu kesildi. Nicedir ağacın dalında kıpırdamadan duran serçe havalandı. Iraz’ın kalbinin gürültüsü dışarıdan duyuluyordu.
Berna Karakaya
Iraz'ların çilesi biter mi? Fakir Baykurt ne güzel nakşetmişti kitaplarında, okuayanlar hatırlar...
Berna Hanım, kaleminizin mürekkebi hiç bitmesin. Emeğinize sağlık.
Zengin ve doyurucu içerik, keyifli bir öykü, güzel ve sade bir anlatım. Yazarımızı tebrik ediyorum.
Muazzam bir üslup, çok güzel bir anlatım. Tebrik ederim hocam. Devamını merakla bekliyorum :)
Muhteşem bir anlatım.
Bayıldım hocam.
Ellerinize yüreğinize sağlık.