top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Beyhan Keçeli- Güneş Üçlemesi

Eski bir mefruşat dükkânı. Yer yer paslanıp boyası dökülmüş demir çerçeveli kapı. Şıngırtılı. Geleni haber veriyor. Her yerde modası geçmiş tozlu perdeler, tüller. Yerlerde, masanın üstünde kumaş parçaları. Toz kokusu havada asılı kalmış. Biraz da gecekonduların arka odalarında dalınan öğle uykusunun rayihası. Burada eşya ölüdür. Merdümgiriz buranın insanları. Ahmet Usta dükkânın sahibi. Masanın önündeki sandalyede sübhanekeye oturmuş gibi duran genç ise borçlusu. Garibanın teki. Pek de onurlu.

Ahmet Usta kaşınıyor uyuz gibi. Bir yandan da bir şey arıyor. Arada gözünün önüne dökülen kır saçlarını avuçlayıp geriye yatırıyor. Telaşı bile ağır aksak. Aynı zamanda genci savuşturmanın derdinde:

“Hesabı kapattım. Bana borcun yok. Düş yakamdan.”

“Yok, olmaz, akşama getireceğim.”  Tıslar gibi konuşuyor.       

Aradığı her ne ise bulamıyor usta. Yüzündeki yaralar çoğalmış, ellerinin üzerinde yenileri çıkmış. Karşısındaki umurunda değil. Sade kendi kaybının derdinde.

Dükkân kapısı tekrar şıngırdıyor. İkisi irkiliyor. İçeri giren tüysüz, Ahmet Usta’nın yeğeni Tekin.  Yaşına uygun biçimde telaşlı. Konuşması tutuk, biraz peltek. Büyüyen bedeninin aksine dili çocuk kalmış.

“Dayı, hastaneye gitmeyecek misin?”

“Telefonu bulamıyorum. Neyse, çıkıyorum, sen buralara göz kulak ol.”

Şıngırtıyla kapanan kapı içeride derin bir sessizlik bırakıyor. Genç, ellerini iki yandan bacaklarına sürüp etrafa bakındığı sırada kumaş yığınlarının arasında telefonu görüyor. Ustanın peşinden gitmek için aradığı fırsatı buldu.

“Telefon buradaymış. Usta’ya yetiştiririm.”

Yine aynı şıngırtı.

Sokağın iki yanında da Ahmet Usta yok. Dolmuş duraklarına doğru koştuysa da yetişemedi, sonrakine bindi.

Ahmet Usta’yı hastane koridorunda elinde bir tomar kâğıtla oturuyor bulacak. Usulca yanına varıp telefonu uzatırken Ahmet Usta, kazağının kolunu sıvayıp yarayı kaşıyacak ve hiç memnun görünmeyecek. Bir şey sormaya çekinecek. Borcunu ödeyeceğini söylese olmayacak. Terslenmekten korkup susacak. Ta ki karşı odanın kapısı açılıp hemşire Ahmet Usta’yı çağırıncaya kadar iki yabancı gibi oturacaklar.

“Ahmet Bey buyurun. Yakınınızla birlikte gelin.” 

Ahmet Usta kalakaldı. Genç atıldı. “Tamam, geliyorum.” Onaylanmayı beklemeden Ahmet Usta’yla odaya yöneldi.

Ahmet Usta’nın hayatta yeğeninden başka kimsesi yok. Ablası yıllar önce yetim oğlunu bırakıp gitmiş. Bir adamla gitti demişler. Hiç haber alamamış. Yeğenini oğlu yerine koymuş.  Ustanın bir hacetini göremiyor ama üniversitede okumasıyla övünüyor. Şimdi yanında, aylar önce borç verdiği genç var. Biraz gergin. Şu kaşıntılar canına tak etti. Doktor, yaralara tekrar baktıktan sonra tahlillere göz atıyor:

“Güneşe çıkmamanız gerekiyor. Bu cilt hastalığı hızla ilerler. Bunca yıldır çıkan yaraların sebebi güneş. Bu aşamada tedavisi yok. Sadece kendinizi güneşten ve stresten korumanız gerekiyor.”

“Ama ben perdeciyim.”

Ne desin adam? Evleri güneşten koruyan perdeler dikiyor.

“Hayatınızı rahatsızlığınıza göre düzenlemek zorundasınız. Aksi hâlde görme duyunuz ve organlarınız yavaş yavaş zarar görecek. Kaşıntınızı hafifletecek bir şeyler yazdım.”

Doktor, reçeteyi uzatıyor. Genç, bir doktora bir ustaya bakıyor. Güneşin insana nasıl bu kadar zarar verdiğini anlayamıyor.

Hastaneden çıktıklarında Ahmet Usta, güneşe eski bir dosta bakar gibi baktı. Dükkâna girip sandalyeye oturduğunda kollarındaki kaşıntı arttı. Yeğenine reçeteyi uzattı:

“Oğlum, şu kremleri al da sürelim. Bu kaşıntı beni öldürecek.”

Genç, dükkânın girişindeki sandalyeye oturmuş, ne yapacağını bilemez vaziyette düşünüyor. Kafasını kaldırıp Ahmet Usta’ya bakıyor. Camdan ustanın yüzüne vuran güneş, kırlaşan sakalların arasındaki tek tük turunculuğu belirginleştiriyor. Yüzündeki çizgiler bir bir sayılabilir. Usulca yerinden kalkıp dükkân camındaki kruvaze perdenin bağını çözüyor, dükkân kararıyor. Usta, neden buradasın demek istiyor, vazgeçiyor. Diğeri ise neden orada olduğunu biliyor. Ahmet Usta onu oradan kovsa bile gitmeyecek. Bu durumda olan birine mutlaka yardım edeceği bir şeyler olur. Ahmet Usta’nın zihnini toparlamasını bekleyecek. Kapı şıngırdıyor.

“Dayı, şu kremi sabah akşam sürecekmişsin. Şunları da her sabah. Çok ağır bir ilaçmış bu. Uyku yapabilirmiş. Eczacı bir şeyler söyledi ama ben anlamadım. Ne dedi doktor?”

“Dünyamı kararttı.”

“O da ne demekmiş öyle? İlaçlarını kullan geçer dayı.”

“Oğlum bundan sonra güneşe çıkmayacakmışım. Yaralar bundanmış.”

“Hiç mi?”

“Hiç.”

“Ee nasıl olacak öyle?”

Uzun uzun düşündü Ahmet Usta. Boğazını temizledi. Kolunu kaşırken kumaş parçalarını toparlayıp başka bir kumaş yığınının üzerine bıraktı. Kaşınıyor, düşünüyor ve dükkânın içinde dolanıyor. Kapalı perdelere bakıyor. Sonra dükkânda yarım saatten beri öylece oturan genci tekrar fark ediyor. Bakışlarını ona yönelttiği sırada yeğeni de ona bakıyor. Genç daha fazla tutamıyor kendini.

“Usta, biliyorsun ben fabrikada gece bekçisiyim. Öğleden sonra gelir sana yardım ederim. Dışarı işlerini ben hallederim. Evlere gider perdeleri takarım. Sen dert etme.”

“Yok istemez. Tekin’le hallederiz.”

“Kumaş işini biliyorsun usta. Güneşi geçirmeyen bir şeyler diksen. Sabah gelip akşam giderken ellerini yüzünü kapatsan. Ya da şu arkadaki odayı sana ev yapsak.”

Ahmet Usta, genci dinlerken bunca fikri ne ara bulduğuna şaşırıyor. Aylar önce konfeksiyoncu arkadaşı, bir gençten söz edip mahalle esnafının aralarında para toplayacağını söylemişti. Kimi kimsesi olmayan bu gencin, bekçiliğini yaptığı fabrikaya bir gece hırsız girmiş, bekçi uyukladığı için birkaç önemli eşyayı almış fakat muhasebe bölümüne giremeden kaçıp gitmiş. Çalınan eşyaların faturası bekçiye çıkarılınca esnaf işe el atmış. Kendi aralarında topladıkları parayla bekçi fabrikaya borcunu ödemiş. Ödemiş ama esnafın verdiği parayı borç bilmiş genç bekçi, parça parça ödemeye başlamış. Olmaz, istemeyiz deseler de zorla sümen altına bırakıp çıkıyormuş. Esnaf ahalisi ne kadar kızsa da bekçinin bu onurlu davranışını günlerce konuşmuşlar. İşte Ahmet Usta bu sebeple bağışladığı parayı ısrarla vermek isteyen bekçiye önce köpürmüş, göndermiş ama genç yine bumerang gibi çıkıp gelmiş.

Karşısında oturan genç bekçinin kendisine yardım etme telaşını borca bağlıyor. Yardımı borç saymak ayıp geliyor ustaya.

Güneş yasağını duyduğu gün akşama kadar dükkândan çıkmadı Ahmet Usta. Bunda herhangi bir gariplik yok. Zaten hava kararmadan eve gittiği görülmüş şey değil. Akşamüzeri perde siparişlerini teslim etmeye gider, dönünce tadilat işlerini yapar. Parası olmayanlar, perdelerini yeni evin camına göre yaptırmak için bırakırlar. Tülsüz ve perdesiz ev yok. Pahalı ucuz, ince kalın, uzun kısa, eski yeni. Perdeler her evin doğasını, gerçeğini yansıtır. Dışarıdan bakılınca o eve dair ilk ipucu. Kimileri güneşin eve alabildiğine dolmasını sever, en incesini, en kısasını tercih eder. Dışarıdan bakıldığında evin içinin görülmesi de çok dert değildir. Kimilerine göre güneşi kesmek içindir perdeler, neredeyse penceresiz evlerde yaşamak isterler. Evin içine dair en ufak bir bilgi dışarı sızmasın. Sanki zenginlik arttıkça perdeler küçülür, incelir, hatta varlığı gereksizleşir. Kıt kanaat geçinen evlerin pek çok eşyası eksik olsa da perdesi mutlaka vardır. Açlığını, yokluğunu, kavgasını kimseler bilmesin; yırtık pijamasını, sararmış atletini, sofradaki makarnasını, bir ucunda yemek yenip diğer ucunda ödev yapılan ikinci el masasını, tablosuz duvarlarını, küçük boy televizyonunu, her akşam izlediği dizileri, çocuğuna vurduğu fiskeyi, karısına savurduğu küfrü kimseler duymasın, görmesin isterler. Kısa ve ince perdeli evlerde oturanların tablolu, büyük ekran televizyonlu, lüks masalı evlerinin görünmesinde sakınca yoktur ve hatta olabildiğince sergilenmelidir. O evlerin küfrü, kavgası, fiskesi loş ışıkların ardına saklanır. Zaafları, kuşkuları, korkuları, kavgaları son model eşyaların arasına, lüks araçların siyah filmli camlarının ardına gizlenir. Kavga da bilir nerede gizlenip nerede ayan beyan olacağını.

Ahmet Usta sabahları erken uyanır, dükkânı diğer esnafların çoğundan önce açar. Pazar günleri açmaz. Kimi zaman hava güzelse balık tutmaya gider, kimi zaman bir iki arkadaşıyla görüşür, bazen Üsküdar’daki teyzesini ziyaret eder. Özel zevkleri yok ama doktorun güneşe çıkmayacaksın dediği andan itibaren dışarıda olmak kıymetlendi. Hâlbuki günlerce evde veya dükkânda kalması gerekse bundan şikâyet etmezdi. Dışarı çıktığında artan kaşıntıları onu gezip tozmaktan alıkoyuyordu. Doktorun sözlerini hatırladı. Çoğalan yaralar ve iyice bozulan sağlığı keyfini kaçırdı. Çok da yaşamak heveslisi değil ama ölmek gibi bir arzusu da yok. Ne gerek var şimdi, sırası mı ölümün? Çok akrabalı, bol arkadaşlı, türlü zevklerin donattığı bir hayatı olmasa da sevdiği bir işi, yeğeni, selamlaştığı komşuları, bir mektup arkadaşı var ve ona yetiyor. Hani gelecek planları yoksa da bazı şeylerin olabilme ihtimalini saklı tutuyor.

Genç bekçi, bir an aklına bir şey gelmiş gibi kuyruğunu kıstırıp dükkândan çıkıyor. Usta, yeğenini yanına çağırıyor.

“Oğlum, git bak, ne işler çeviriyor şu çocuk? Dükkânda bana yardım eder etmesine de bir bakalım nelerde takılır, ne yapar?”

Nereden çıktı şimdi bu takip, diye düşündü. Hissettirmeden ardından yürürken yol; kenar mahallere, oradan mezarlığın arkasındaki tepeye doğru ilerledi. İşin nereye varacağını merak etmeye başladı.  Açık arazide saklanacak yer kalmayınca ağaçların arkasına sinip bekledi. Bekçi, sarı çıplak tepede ayağındakileri çıkardı, karnına doğru büktüğü dizlerini iki koluyla önde bağlayıp günün battığı yöne doğru oturdu.

Genç bekçi gün doğumu başlarken yakınlardaki tepeye varır, borç harçla aldığı gözlüklerini takardı. Güneş seyri sırasında çıplak ayakları da daima toprağa değerdi. Bir saat boyunca güneşe yönelir, gözlerinden içeri giren ışınları beyninin koridorlarında gezinirken hayal eder, vücudunun her zerresine işleyen bir ilaç gibi alırdı güneşi. Isıyı içine çekip gün boyu yetecek enerjiyi, besini, öz güveni depolardı. Gün, kendini karanlığın koynuna bırakınca fabrikaya gider, gün doğuncaya kadar çalışır, iş çıkışı aynı tepeye varır, seyrini yapardı. Güneşin doğumundan sonra uyur, batımından sonra çalışırdı. Berber Avni’nin dükkânındaki dergide okumuştu. İlginç gelmişti. Kendine masrafsız bir uğraş arıyordu. Sonraları bu iş, türlü faydalar sağlayınca devam etti. Artık daha az acıkıyor, daha az sinirleniyor, daha güzel uyuyordu. Uzun süredir hayatı bundan ibaretti.

Tekin, güneş batıncaya kadar gözlerini genç bekçinin sırtına sabitliyor. Çınarın dibinde zihnine üşüşenlere teslim oluyor. Hatırlamaktan yıllardır kaçtığı o gün…

Birinci sınıfa başlayalı daha iki ay olmuştu. Harflerin adını söylemek kolay ama yazmak dünyanın en zor işi. Annesi işten dönüşte dayısının dükkânından onu alır, adeta sürükleyerek eve giderdi. Yemekleri ocağa koyduğu gibi üstünü değiştirmeye koşardı. Hep bir şeylere yetişme telaşında. Hiç ağır aksak davrandığı görülmemişti. Yolda koşar gibi yürür, işlerini acele yapardı. Yemeği hızlı yer, sigarayı telaşlı içerdi. Akşamları uyumadan önce çayını alıp dizine battaniyesini çeker, ağırlaşan gözlerle bakardı televizyona. İzlemez, sadece bakardı. Birkaç kez annesine diziyle ilgili bir şeyler soracak olmuştu da cevaplayamamıştı. Aklı hep başka yerlerde. Televizyondaki sunucu ertesi gün güneş tutulması olacağını söylüyordu. Annesine tutulmanın ne olduğunu sordu. Yine boş gözlerle bakıp cevapsız bıraktı. Arkadaşı Rıza’nın söyledikleri aklına geldi.

“Öyle çıplak gözle izlenmez, bak bunlardan gözlük yapacağız, yoksa kör olurmuşuz.”

Kiminde uzun bir bacak kemiği, kiminde isli puslu akciğer vardı. Tutulmayı röntgen kâğıtlarından yaptıkları gözlüklerle dayısının dükkânında izleyecekti. Öğlen dayısına gözlüğü heyecanla gösterdi. Dayısı yine mektup yazıyordu. Acaba dünya karanlığa mı bürünecekti? Olsun, dayısının dükkânındaydı. Dışarıda tuhaf bir loşluk oluştu, sarı ve tozlu bir ışık yayıldı, güneş kızardı. Röntgen gözlüğüyle dışarı fırladı. Güneş, bir siyah çemberin arkasında kaldı. Sokaktaki çocuklar çığlık çığlığa bağırıyorlardı. Ani bir fren sesiyle irkildi. Annesi yine aceleci. Elinde bir valiz. Arabanın kapısını açıyor ve arayan gözlerle etrafa bakıyor. Öyle çok çocuk var ki oğlunu bulamıyor. İnsan çocuğunu göremez mi? Göremiyor. Annesinin arabaya binip gittiğini röntgen gözlüklerinin ardından görüyor. Kızarıyor, soluğu kesik. Başını yukarı kaldırdığı sırada güneş tamamen tutuluyor. 


Beyhan Keçeli

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page