Betonun üstünde sere serpe yatıyorum. Yer soğuk ama yataktan rahat olduğu kesin. Üstelik bel ağrılarıma da iyi geliyor. Dönüyorum yüzükoyun, yumuyorum gözlerimi. Nefesimi tutuyor, burnumu bu lağım kokusuna büsbütün tıkıyorum. Böylelikle tüm gücümü duymaya harcayabilirim.
İlkin garip bir uğultu çarpıyor kulaklarıma. Sonra uzaklardan vapur düdüğünü işitiyor, neşeleniyorum. Çocukluğum geliyor aklıma, Üsküdar’a gidişlerimiz. Cuma pazarı, atlıkarınca. Belki diyorum o vapurda da atlıkarıncaları seven küçük bir çocuk vardır, bacaklarını banktan sarkıtarak köpükleri izliyordur. Uzun sarı saçları rüzgârda bayrak gibi dalgalanıyordur. İsmi nedir? Rıdvan mıdır, Suphi mi? Belki de İhsan'dır, belli mi olur? Yanında muhakkak babası vardır. Babası gazetenin spor haberlerine bakıyordur yahut yanındaki ihtiyarla siyasetten, memleket meselelerinden, yılbaşında gelecek zamlardan söz ediyorlardır. Elinde paşa çayıyla manzaranın keyfini sürüyordur İhsan. Martılar ve belki birkaç yunus eşlik ediyordur vapura. Gerçi bu mevsimde geçmezler buralardan ama geçseler güzel olur, sevinir çocuk. Şaşkınlığı geçince babasının paltosunu çekiştirir, aldırmaz babası. Kaptan motorları durdurur, yeniden asılır vapur düdüğüne…
Ürpertiyle doğruluyorum yerimden. Beton soğuk, hakikaten soğuk. İçimde, ta ciğerimde duyduğum hüzünle geçiyorum yatağa. Gözlerimi kapatıp yeniden işitmek istiyorum o vapur düdüğünü. Nefesimi de tutuyorum ama olmuyor, duyamıyorum. O vapur, çocukla beraber akıntıya kapılıp gidiyor sanki. Hüznüm hırs oluyor, kalkıyorum. On metrekareden ibaret odamda daireler çizip duruyorum. Önce saat yönüne beş adım, sonra tersine doğru dört buçuk adım. Niye eşit değil bu adımlar? Tekrar deniyorum. Önce soldan sağa beş adım, sonra sağdan sola dört buçuk adım. Delireceğim, neden eşit değil bu adımlar, niye? Deniyorum. Tekrar deniyorum ve tekrar, bir adımım sürekli yarım kalıyor. Eksik. Bir daha deniyorum, bir daha, sonra bir daha. Başım benden süratli dönmeye başlayınca duruyorum. Yığılıyorum yatağa ya sinirim hafifliyor hiç yoktan. Ter içindeyim, zor nefes alıyorum. Doğru. Aldığım her nefes midemi bulandırıyor ama engel de olamıyorum. Göğsüm, inip inip kalkıyor. Ve gardiyan alacaklı gibi.
“Ne bağırıyorsun içeride!”
Mazgal açılıyor, sürülüyor yemeğim. Yataktan atladığım gibi varıyorum kapıya, eğilip yemeğin sürüldüğü o küçük delikten bakınca birkaç saniyeliğine gardiyanın siyah kunduralarını, koridorun gri duvarlarını görebiliyorum. Mazgal kapanınca, dönüyorum karanlığa. Uzanıp alıyorum tepsiyi, eski bir dostu görmüş gibi sarılıp kokluyorum yemeğimi. Barbunya! Ne sinirliyim şimdi ne üzgün, çünkü barbunya var. Aptal bir tebessüm, istemsizce kaplıyor yüzümü. Severim barbunyayı, hem nasıl.
Neredeyse burnumu sokarak kokluyorum. Odaya sinen bu azaptan biraz olsun uzaklaştırıyor beni. Bir nebze huzur veriyor, annemi hatırlatıyor. Evde peşi sıra dolaşmalarımı, yalnızca misafirlikte giydiği o tüylü terliklerini, gülerken kızaran kemikli yüzünü bir bir hatırlıyorum. Hey gidi Süheyla Hanım. Doğruluyorum. Tabaktan karanlığa, karanlıktan ağzıma uzanan bir kaşık barbunyayı izliyorum. Ekşi, epey ekşi. Böylesini severim ben ama keşke biraz daha pişseymiş. Annem öyle yapardı. Ocak başında, elinde tahta kaşıkla çorba karıştırırken hayal ediyorum onu. Ayran çorbası yapıyor. Usanmışım çorbadan, yemek istiyorum. Hiç değilse başka bir çorba, çorbanın yanına salata, sonra barbunya. Ama dün değil bugün, artık değil. Biliyorum. Ağzımdan karanlığa, karanlıktan tabağa dönüyor kaşık.
Emine teyze vardı mahallede, bir de oğlu vardı ya adı neydi? Esmer, sıska bir çocuktu da terliklerini ters giyerdi hani. Neydi adı? Derince nefes ve ciğerlerimde azap. O da severdi barbunyayı. İhsan mıydı? Yok, değildi. Bir nefes daha ve bulantı, midemden boğazıma. İtiyorum yemeği, kalkıyorum. Kalkınca bulantım geçiyor gibi. Geçiyor mu? Gibi. Sanki ne kadar yukarı çıksam koku o kadar azalacak. Yatağa çıksam? Çıkıyorum. Tavan alçak. Yatağın üstünde iki büklüm duruyorum. Koku uzak artık, bulantım da azalmış gibi. Azalmış mı? Gibi. İyisi burada, böyle kalmak. Biraz kambur bırakıyor insanı ya yukardayım hiç yoktan. Hem ilk kez böyle görüyorum odamı, yukarıdan.
“Odamı?”
O aptal tebessüm yeniden yayılıyor suratıma. Doğru, burası benim. Benim odam. Gülüyorum, çünkü odam var benim! Bu yatak benim, bu kapı, duvarlar. Hepsi benim. Hepsi? Hepsi. Nedir hepsi? Saymak gerek. Saymak ve temizlemek. Doğru.
*
Nakavt olmuşum, uzanıyorum sere serpe. Kollarımda tembel bir sızı, gözlerim tuvaletteki lekede. Çıkmıyor namussuz. Haftalık peçete istihkakımı da yedi üstelik. İstihkak? Bitti. Konuya dâhil oluyor açlığım. Temizlik telaşında yiyemeden verdim güzelim barbunyayı. Anneminki değildi ya iyiydi yine. Bir daha ne zaman çıkar? Gözlerimi lekeden alıp tavana dikiyorum. Başka bir şey bulmalı bu mendeburdan kurtulmak için. Bir fırça mesela, biraz kaynar su. Kapıya dönüyor yüzüm, koridor sessiz. Gardiyan odasındadır. Çağırsam duymaz şimdi, duysa da dinlemez, gelmez. Şu son olaydan sonra hepten kesti muhabbeti.
“Adı neydi onun?”
Dişlerimi sıkıp susuyorum. Ölünün ardından konuşulmazmış, öyle derdi annem. Ben de dişlerimi sıkıp susuyorum. İhsan? Yok. İki hafta önceydi, galiba. Öyle miydi? Yok. Kaç kez geldi yemek? İki. Ispanak verdilerdi, üç. O gün tavuk çıkmıştı, leş gibiydi tavuk. Dört. Başka? Başka var mı? Yok. Hepi topu dört gün mü? Sıkıntıyla doğruluyorum. Neydi adı? Hani fazladan kaşık istemişti, söylene söylene vermişti cılız sesli gardiyan. Ne diye seslendi ona? Kaşığı çengel yapmış da asmış kendini yorganın astarıyla.
“Bok ye Fikri, doyamadın mı daha!”
Yok. Fikri değil. Daha şey bir şeydi, başka bir şey. Müdürü çağırmışlardı sonra. Girip görmüşlerdi de sövüp saymışlardı. Başımıza iş aldık, diye.
“Neydi onun adı?”
Dişlerimi sıkıp susuyorum. Nereden geldik bu herifin adına? Göz ucuyla bakıyorum tuvalet deliğine. Arsız, sırıtmayı sürdürüyor. Vermez tabii gardiyan fırça falan, daha kırkı çıkmamış adamın.
“Hadi kendini asacaksın, gardiyanı niye alet ediyorsun be adam. Yediğin kaşıkla assana kendini!”
Susuyorum. Ölenin ardından konuşulmaz diye sıkıyorum dişlerimi. Susuyorum. Hışımla kalkıyor, yorgana saldırıyorum. Saldırıyorum ya yine de susuyorum, susuyorum. Astarından kayda değer bir parça koparınca girişiyorum tuvalet taşındaki arsız lekeye. Hayatımdan kazımak gayretiyle, bastırdıkça bastırıyorum. Parmaklarım acıyor acımasına ya anne sözü dinliyor, susuyorum. Susuyorum.
*
Zır! Salondayım. Yün yorganının ezici, güven veren sıcaklığı altında uzanmış yatıyorum. Zırr! Uyanmayı deniyor, başaramıyorum. Zırrr! Soba da kabullenmiş soğuğu, köşesine çekilmiş bekliyor. Zil küfür kıyamet, susmak bilmiyor. Zırrr... Zırrr... Zırrr...
Kalkmam lazım, evet ama kalkamıyorum. Bağrışlar duyuyorum uzaktan. Birbirine karışıyor siren ve anons sesleri. Niye bunca öfke, neye? Bilmek istemiyorum, uyumak istiyorum. Öyle yorgunum ki. Bir ara duruluyor gibi ortalık, dalıyorum. Sonra büyük bir hengâme, yakama yapışan bir çift el. Uyanıyorum. Kirpiklerimin en dibinde duyduğum kuvvetli sancı. Ellerim yetişmiyor gözlerime. Ellerim nerede?
“Prosedür gereği kelepçeledik. Zorlamazsan iyi olur, kolunuzdaki serum zarar görmesin.”
Serum mu? Serum. Neredeyim? Işık. Kör edecek beni, kapatmalı ışığı. Ellerim? Ellerim mi kelepçeli? Çağırsam da gelmiyor. Niye? Yüzümü kapatmak istiyor, başaramıyorum. Tutuyorlar ellerimi, ulaşamıyorum.
“Doğru dur, doğru! Elini keseceksin aptal çocuk.”
*
Salondayım. Üstümde huzur veren bir ağırlık, altımda kuru sedir. Tilki uykusundayım. İzah edemediğim bir sıkıntı var içimde, uyanmalıyım, uyanamıyorum. Köşedeki soba soğuğa teslim, harlanmayı bekliyor. Kulak tırmalayan bir ses, susmak bilmiyor. Kalkmam lazım, biliyorum. Kalkamıyorum. Anlaşılması güç bağrışlar geliyor kapıdan. Birbirine karışıyor siren ve anons sesleri. Ne istiyorlar acaba? Bilmek istemiyorum, uyumak istiyorum. Öyle yorgunum ki. Biri çıkıyor yan odadan, geçiyor yanımdan tedirgin, telaşlı.
“Geldim, geldim!”
Kapıya varınca duraksıyor, durdukça zil sürdürüyor sövgüsünü.
“Bahtiyar, hayırdır?”
“Nerede o it?”
“Kim?”
“Kaç tane it var bu evde Süheyla!”
Sesin yaklaştığını hissediyorum, sedirin titrediğini. Buraya geliyor, bana. Uyanmalıyım ya yapamıyorum. Öyle yorgunum. Yakama yapışıyor bir çift el, zorla çekip çıkarıyor beni yatağımdan. Çıkar çıkmaz buz kesiyor ayaklarım, ürpererek uyanıyorum. Gözümü açmamla yummam bir oluyor, kirpiklerimde umulmaz bir sancı. Derken bir sancı daha. İki, üç…
“Bela mısın ulan sen! Sınav mısın bana…”
“Bahtiyar, dur kurban olayım.”
“Sen karışma Süheyla, bu herif insanlıktan anlamıyor!”
Ve dört. Sayılar arttıkça sancılar azalıyor, yerini tatlı bir sızıya bırakıyor, keyifleniyor insan. Beş, altı, bozuk bu tartı. Yedi, sekiz, kereviz yemeyiz. Dokuz, on, kırmızı don. Soluğu kesilene, dermanı tükenene dek devam ediyoruz. On yedi, on sekiz, bize de bekleriz. Hıncı geçince düşüyor yakamdan. Bahtiyar bir yana yığılıyor, ben öteki.
“Süheyla!” diyor nefes nefese. “Su ver şuradan.”
Süheyla, ben de nasıl susadım bilsen. Bir bardak da bana versen? Bir bardak? Bahtiyar’a uzanıyor allı güllü bardak. Ya ben? “Süheyla!” diyeceğim, diyemiyorum. Dilim şişmiş, dönmüyor.
“Polis kapıda. Çağır alsın götürsün şunu, gözüm görmesin daha fazla.”
Ayaklarını sürüye sürüye varıyor kapıya Süheyla, aralanan kapıdan iki adam giriyor içeri. Çirkin olan duraksıyor ya irikıyım aldırmıyor, sıyrılıp geliyor yanıma. Benimse aklım allı güllü bardakta, bardaktaki suda. Bir yudum olsun içseydim keşke, bir yudum. Eli bileğime gidiyor irikıyımın, vazgeçip sırtlıyor sonra. İlkin o zaman duyuyorum omurlarımda sızıyı. Sızı da fena ya, susuzluk başka. Bardaktaki su, içseydim seni. Çirkin önde, irikıyımla ben arkada, odadan çıkarken bir gayret sesleniyorum Süheyla’ya. “Su!” diyorum, duymuyor. Dilim ağzımda büyüyor sanki, sanki söz ağzımdan büyükmüş gibi. “Su.” diye yeniliyorum.
“Su!”
“Sus be Allah’ın cezası, geldiğinden beri…”
Susuyorum. Sancım mı var? Ellerim önce yüzümü, sonra kaburgalarımı yokluyor. Ellerim, ellerimi tutan yok artık. Süheyla? O da yok. Bardak da yoktur şimdi, allı güllü bardak. Homurtular geliyor ileriden. Nereden? Karanlık. Bekliyorum, bekledikçe alışıyor gözlerim, alışıyorum. “İnsan neye alışmıyor ki?” derdi biri. Yavaş yavaş seçiyorum siluetleri, ranzaları, taş duvarları. Koğuştayım, onlarca adamla koyun koyuna. Sevmiyorum bunu. Kalabalığı, karanlığı. Az ileride bir kızıllık var. Düzensiz, belirip kayboluyor. Belirip belirip kayboluyor, uzun bir ara ve yeniden beliriveriyor. Kayboluyor. Ne zamandır içmiyorum? Karşımdaki ranzanın sakini deli yatıyor belli ki, düştü düşecek. Düşer diye bekliyorum, düşmüyor. Sıkılıyor, doğruluyorum, salıyorum bacaklarımı yataktan aşağı. Parmak uçlarım temas edince zemine, tatlı bir serinlik yayılıyor vücuduma. Annem görse kızardı. Hepten ayaklanıyorum, bütün ayağıma yayıyorum soğuğu. İleride aydınlık bir kapı var, yürüyorum. Ranzalara tutuna tutuna ilerliyorum, nihayet yedi ranza sonra kavuşuyorum aydınlığa. Işık gibi ışık, yakmıyor kirpiklerimi. Ama bu koku? Fena. Odama dönmek istiyorum. Odam küçük, karanlık. Yatağım buradaki gibi değil, rahat değil ama benim en azından. Karışı karışına benim. Odamın zemini dökme beton, burası fayans. Hani şu eski, küçük küçük olanlardan. Bir zamanlar beyazmış, sarıya çalıyor şimdi. Sağda sıra sıra kabinler, solda lavabo ve aynalar. Aynalar puslu, musluklar paslı. Tam kapanmıyor da, belli. Hele şu hepsinin ağabeyi, dördüncü sıradaki. En son ne zaman gördüm bu musluklardan? Çocukken? Doğru. Bizim caminin şadırvanında vardı bunlardan. Annemler Kur’an kursuna yollarlardı her yaz, su savaşı yapardık şadırvanda. Elif, be, te, se, cim. Gülsüm vardı bir de. Canım Gülsüm.
Kızlar caminin üst katında olurdu, hocanın karısı ders verirdi onlara. Ödümü koparırdı o karı, ne zaman Gülsüm’le görse kıvırırdı kulağımı. Gizlensek de bulurdu. Rıdvan değilse Arif, biri kesin yumurtlardı yerimizi. İt herifler. İlk o yaz gördüm Gülsüm’ü, önceki yaz yoktu. Olsa bilirdim. Var mıydı? Yoktu. Kaç yaşındaydık tanıştığımızda? Dokuz? Yok, üçe geçmemiştim henüz. Sekiz? Belki. O? On? Doğru, on.
Esmer yüzlü, suratsız bir herif eli göbeğinde esneye esneye geçiyor yanımdan. Baştan ayağa süze süze giriyor tuvalet kabinine. Bir, iki. İkinci kabinde. Neden? Fermuar sesi, sonrası şırıltı. Ayakta işiyor ya prostat olacak kesin. Prostat zor iş. Dedem çekti de yıllarca, oradan biliyorum. Yine fermuar sesi, peki su? Yok. Pis herif. Gıcırdayarak aralandı iki numaralı kabin kapısı. Gerçi camdan bu yana sayınca dörde tekabül ediyor ya “Sağdan başlamak sünnet.” derdi annem. Gözlerinde aynı ifade, musluğa doğru ağır ağır ilerliyor. Gitme, boş ver. Eski zaten. Gitmesin, boş versin Allah aşkına. Şadırvanın musluğu o. Kurs çıkışı ağzımızı dayayıp su içerdik, iyi gelirdi yaz gününde, hararetimizi alırdı. Ben Gülsüm’ün ardında sıra beklerdim hep, o içip savınca sırasını hemen dayardım ağzımı.
“Hayırdır kardeş?”
Gözünü devirip dönüyor önüne. Eli sabunluğa gidiyor önce, iyice bastırıyor. Bir, iki. Musluğa uzanıyor sonra. “Dokunma.” diyorum, anlamıyor aptal herif. Gözü gözümde, usulca çeviriyor vanayı. Çeviriyor ya, ayaklarımda o tatlı serinliği duymuyorum artık. Çeviriyor ya, bulduruyorum aradığı anlamı, sağ gözünün tam ortasına. Sağdan başlamak sünnet, derdi annem. Sonra bir daha. Üç, dört, üstünü ört. Beş, altı, bozuk bu tartı.
*
Müdür.
Kerem Arslantürk.
Neden fark etmedim daha önce? Etmeliydim. Benim de fiyakalı bir soyadım var elbet. Ne peki? Bilmiyorum. Ellerimde kelepçe, yine. Niye? Koltuk kadar rahatsız etmiyor gerçi ama sevmiyorum işte. Koltuk da deri ama gerçek değil sanırım, terletiyor. Peçete falan? Yok. Kalem var, kalemler. Dolma, kurşun, tükenmez. Çeşit çeşit kalem. Ataş kutusu. Masa lambası. Ve şu ofis zamazingosundan. Birini çekip bırakırsan sonsuza dek gidip gelip birbirlerine çarpıyorlarmış, öyle diyorlar. Gidip gelip. Koltuktan doğrulup uzanıyorum zamazingoya, bir kol tutup çekiyor gerisin geri. Yeniden saplanıyorum deri koltuğun kavurucu sıcağına. Deri ama çakma. Orijinal deri terletmez çünkü, öyle diyorlar. Kim?
Kapı açılıyor, usanmış bir yüz giriyor içeri. Biliyorum bu ifadeyi, mesai bitimini bekliyorum yüzü bu. Saat kaç? Dört çeyrek. Kaç dakikadır buradayım? Yirmi üç. Yirmi üç? Doğru. Ayağında kundura, topuklarını zemine vura vura makamına geçiyor Arslantürk. Oturunca önüne çekiyor dosyamı, bakınıyor da bakınıyor.
“Derdin ne oğlum senin, manyak mısın, hasta mısın, nesin? Niye rahat durmuyorsun?”
Değilim, olabilirim ama. Canıma okudu şu koltuk, ter içindeyim. Rüzgâr desen fena. Pencereyi kapatsak? O zaman daha çok terlerim. Şu rüzgâr baştan esseydi terlemezdim bu kadar ya da peçete olsa. Şans yok işte şans.
“Evladım bak. Reşit olmana bir şey kalmamış. Mahkemen de yaklaşıyor. Ama sen, hâlâ vukuat peşindesin.”
Dosyayı kapatıp ittiriyor masanın köşesine, biraz daha gitse düşecek. Düşmüyor.
“Dinliyor musun sen beni? Şşş! Yaşın diyorum, doluyor diyorum. Islah evinden alacaklar bugün yarın. Kime diyorum?”
Koğuştaki herif de düşmemişti, herkes cambaz oldu anasını satayım.
“Hey yavrum hey! Biz de adam yerine koyup laf anlatıyoruz bunlara. Fikri, at sen bunu çıktığı deliğe, aklını başına gelsin biraz. Ben diyene kadar da çıkarmayın.”
Omzumda aynı el, tuttuğu gibi kaldırıyor. Ben önde, o arkada çıkıyoruz odadan. Kapının kaplaması da deri. Çakma ama, şöyle bir yaslanayım desen yaslanılmaz, terletir. Yaslanmıyor, yürüyoruz koridor boyunca. Tam yirmi iki adım koridor, sonra sol. On iki adım sonra sağ. Fikri mi dedi müdür? Asmadı mı o kendini? Astı. Asmasa hatırlardım. Yeniden sağ. İşte benim odam, az ileride. H 17.
“Yavaş.”
Yolumuz var daha. Benim odam ileride, az ileride. Şurada hemen, on yedi. Bilmiyor mu, aldırmıyor mu? Anahtarları takıp çeviriyor kilidi. “Burası değil.” diyorum, kapının gürültüsünden duyulmuyor. Kolumdan tutup savuruyor içeri. Ranzanın ayağına takılıp düşüyorum yüzükoyun. Henüz doğrulma gayretindeyken üzerime kapanıyor demir kapı. Karanlık, yeniden. Benim karanlığım değil ama bu. Bu yatak, bu duvarlar benim değil. Bu koku benim değil, burası değil. Burası mı? Değil.
*
Kavgada gözünü ayırmamalı hasımdan, korktun sanır. O da biliyor ki deminden beri dikmiş gözlerini, süzüm süzüm süzüyor. Ben de onu. Tam on yedi saniyedir. On sekiz, on dokuz. Gözüm, sulanıyor artık. Az daha dayanmalı, biraz daha. Yirmi altı, yirmi yedi. Birinin gözlerine uzun süre ama baya uzun süre bakarsan korkunç yüzler görürmüşsün. Öyle demişti. Kim? Otuz beş, altı kere altı. Son bir gayret. Kırkı çıkarırsam kazanırım. Otuz yedi. Gözümdeki yaş taşıp kirpiğimin ucuna doğru usul usul ilerliyor. Usul usul. Öyle sakin ilerliyor ki, geçtiği yerde tatlı mı tatlı bir kaşıntı bırakıyor. Tatlı mı tat.
Oluyordu. Az daha oluyordu. Hepi topu üç-beş saniye kalmıştı. Üç? Doğru. Elimin tersiyle silip atıyorum süzülen yaşı. Olanla ölene çare yok, derdi. Kim? Yeniden göz göze geliyoruz. İyice kazıyorum zihnime kara gözlerini, dişlek suratını, suratındaki o aptal ifadeyi. Her hareketini adım adım izliyorum. Pes ediyor, çeviriyor bakışlarını. Hele bir çevirmesin. Bir zaman etrafı süzüyor da ayaklanıyor sonra. Beraberinde ben de. Yeniden başlıyor bakışma düellosu.
Televizyonda pazar sabahları kovboy filmleri oynardı. Kahvaltıda açardı babam. Hemen her filmde düello olurdu. Yemeği bırakıp beklerdik heyecanla, acaba kim kazanacak diye. Çaktırmadan atıyorum elimi belime. Bu işte uyanık olduğun kadar akıllı da olacaksın ne erken davranacaksın ne geç. Derken ayak sesleri. Doğrulduğumuz gibi oturuyoruz yerimize. Sırası değil şimdi, o da biliyor ki çöküyor hemen. Adım adım yaklaşıyor sesler. Bot sesleri, en az üç çift ve anahtar. Yuvaya girip gürültüyle açıyor kilidi, esner gibi gıcırdaya gıcırdaya aralanıyor kapı. Fırsattan istifade sıvışıyor bizimki, kaçıp saklanıyor yatağın altına. Menteşeleri yağlamanın zamanı gelmiş şerif.
“Rıdvan Çobanoğlu, dışarı.”
Yaşa be! Demek fark ettiler sonunda. İt seni, gözünün yaşına bakmazlar da böyle koyarlar işte kapının önüne.
“Rıdvan Çobanoğlu!”
Çık lan işte, uzatma. Uzadıkça süner, daha beter olur bu işler. Büyük sözü dinle. Her kuşun eti de yenmez, bundan sonra öyle bilmediğin işlere girme. Tamam mı aslan parçası?
“Sana diyorum çocuk!”
Üstüme yürüyor şerif, siniyorum duvar dibine. Gösteriyorum it herifin yerini ya yine anlamıyor botuna tükürdüğüm. Liyakat kalmamış ki memlekette. Öyle diyorlar.
“Ne var orada?”
Ele veriyorum Rıdvan’ı. Öyle satışa böyle kampanya. Var mı ihaleyi bize yıkıp kaçmak?
“Ne diyorsun oğlum?”
Parmağımı doğrultup yeniden gösteriyorum. Parmağımın ucundan başlayarak takip ediyor işaret ettiğim yeri. Parmağımdan beton zemine, oradan Rıdvan’ın şekilsiz suratına. Küçük siyah gözlerini görünce basıyor kahkahayı. Koridor boyunca yankılanarak yayılıyor, büyüyor, büyüdükçe tizleşiyor sesi. Neye gülüyor? Niye? Şerifin gafletinden faydalanıp koşar adım çıkıyor hücreden. Ortalığı karıştırdı, kaçıyor puşt.
“Eşek kadar adamsın, fareden mi korkuyorsun lan?”
Korkuyor muyum? Biraz. Az ama.
“Tamam, hadi gitti seninki.”
İyiden siniyorum köşeye. Odanın bir kolu, kulpu olsa da tutayım istiyorum, yapışayım, karışayım duvarlara. Duvar olayım, unutulayım bu köşede.
“Kalk oğlum, tadında bırak. Hadi.”
Yatağın ayaklarına yelteniyorum ya daha ilk hamlede yakalıyor şerif, kıvırıyor kolumu. Peşinden ufak olan gardiyan giriyor içeriye, iri olanın gelmesi için şerifin çıkması gerek. Çıkıyor da. Omzumda bir çift el. Çekip çıkarıyor girdiğim delikten, aydınlığa, koridora savuruyor. Önde irikıyım, çekiştiriyor kolumu, kelepçeliyor. Arkamda ufaklık, işlevsiz. Benimle birlikte sürükleniyor. Ve ışık, hücum ediyor gözlerime. Yumuyorum, yetmiyor. Ellerim. Ellerimi kaldırıp siper edeyim istiyorum, izin vermiyor ufaklık. Uyarıyor bet sesiyle. Gözlerim. Başımı kaçırayım diyorum, ona da şerif müsaade etmiyor.
“Düzgün dur.” diyor, düzgün. En son bakkalda gördüm Gülsüm’ü, kasiyer almış babası yanına. Bakmadı yüzüme, Düzgün Bakkal’ın kızı Gülsüm. Taşındıktan sonra arayıp soramadım ya naz ediyor aklınca. Kız dediğin de nazlı olurmuş. Öyle diyorlar. Sola doğru manevra yapıyor irikıyım, savruluyoruz beraber. Hâlâ gönlü var bende, biliyorum. Anlarım ben onu, Gülsüm’ümü. Tersliyorsa kızmış demektir, kızmışsa seviyordur. İnsan sevmediğine kızmaz. Yeniden sol. Köşe başında biri kesiyor yolumuzu. Kim? Göremiyorum. İrikıyım kapatıyor önümü.
“Arkadaş yolcuymuş?”
Kenara kayıp beni gösteriyor irikıyım. Tanıyorum bu yüzü, tiz sesini. Nereden?
“Yolcu, yolcu.”
“Vay be, zaman çabuk geçiyor. Dünkü bebe de reşit olduysa vay hâlimize…”
Reşit değil. İhsan. İhsan Arslantürk.
*
Vapur düdüğü ile çıkıyorum güverteye. Koşar adım geçiyorlar yanımdan. Takım elbiseli adamlar yetişmenin, ihtiyarlar yer tutmanın telaşında. Yalnızca çiftler sakin, kaygısız. Sorunları yok akıp giden zamanla. Bense zamanı tanımıyorum daha. Başımda şapka, belimde önlük, salınarak yürüyorum güvertede. Salınıyor ama savurmuyorum tepsiyi, devrilirse usta keser beni.
“Çaycı! Çay! Sıcak çay!”
Simitçiyi arıyor, bulamıyorum. İskeleyi de süzüyorum ya, gelmemiş. Gelse bereketiyle gelir, simit alan çay da alır illa.
“Çay vereyim abi?”
“Çaycı! Çay!”
“Sıcak sıcak, çay!”
Taşıdıkça taş gibi ağırlaşıyor bu zıkkım. Altından tutayım desen tutamazsın, sıcak. El mahkûm sapından tutacaksın. Tutuyorum. Avuçlarım sızlayınca el değiştiriyorum, her değişimde daha gür çıkıyor sesim.
“Taze çay!”
“Çaycı!”
“Çay!”
Köşedeki ihtiyar el ediyor, gidiyorum. Adını sanını bilmem ya ahbap sayılırız, her sabah şekersiz, acı bir çay alır benden. Evden getirdiği öteberiyle yer, içer, uzun uzun seyreder denizi. Parayla beraber çay kaşığını da bırakır tepsiye.
“Eyvallah yeğenim.”
Eyvallah. Birkaç bardak daha çıkarmalı ya elden, telaşa gerek yok şimdi. Siftahı yapınca muhakkak gelir gerisi. Geliyor da.
“Çocuk! Baksana.”
Bulunduğum sıradan çıkıp yaylana yaylana gidiyorum yanlarına. Ben varana dek gülüşüp duruyor ya gelince dut yemiş bülbül kesiliyorlar. Benden mi bahsediyorlar?
“Buyur abla.”
“Ne kadar?”
“İki.”
“Sağ ol canım.”
Var mı? Yok. Yanlarından ayrılırken iyice bakıyorum tepsiye, yok. Paradan, bardaklardan başka bir halt yok. Cemil abiyle denkleşseler olurdu ama. Bir sigara molasında anlatmıştı, kızlar numaralarını falan bırakıyormuş parayla beraber. Haftada en az üç numara alıyormuş Cemil abi, bazen günde. Çoğunu aramıyormuş bile. İşte, şans olacak adamda. Bizde ne var?
“Çay! Sıcak çay…”
İti an, çomağı hazırla. Şanstan bahsederken paşam beliriyor güvertede. Almış yine babasını, gezmeye gidiyor. Geçerken iki çay istiyor babası, biri ılık. Kaynar içemiyor oğulcuğu, maazallah ya dilini yakar ya damağını. Bazen şeytan diyor ki, kolla ustanın boş bir anını, tükür şu paşa çayına. Hiç değilse için soğusun, dili yanmasın yavrucağın. Dönüp giriyorum kamaraya, sapıyorum ocağa. Koridoru da geçince varıyorum ustanın yanına.
“Bir paşa çayı.”
Dem, üstüne çeşme suyu. Tepsiye bırakıp topluyor, sayıyor bozukları. Saydıkça tadı kaçıyor.
“Üç tane mi sattın sabahtan beri?”
“Simitçi gelmemiş daha.”
“Üç tane ulan üç, üç!”
“…”
“Yürü git, bitirmeden gelme.”
Üç taneymiş. Üç, üç! Simitçi yok diyoruz hâlâ, üç tane mi sattın? Her gün basarsan bayat çaya karbonatı almazlar tabii it herif. Ben olmasam üç tane satamazsın. Üç tane, üç, üç! Burnumdan soluyarak çıkıyorum güverteye. Vapur, burnunu akıntıya çevirdikçe rüzgâr iyiden iyiye hissettiriyor kendini. Deniz böyleyken insan sağlam basmalı yere.
Bıraktığım yerde buluyorum oğulcuğu, babasının yamacında. Şapkasını çıkarmış, bayrak gibi savruluyor saman sarısı saçları. Uzatsam benim de savrulur ya izin vermez peder. Hem, ben de istemem. Yani ne o öyle karı gibi. Yakışır mı erkek adama? Yakışmaz. Babacığın radarına takılmışız fark etmeden, el ediyor gideyim diye. Kolay mı? El etmekle bitiyor mu iş? Çay taşıyoruz, çay. Üstelik su üstünde, şu havada. Ha, deyince bitemem yani yanında.
“Pardon.”
“Abi bir müsaade.”
“Çay var, aman.”
Yığınla insan, sonu gelmeyen rica. Minnetle doluyor, ağırlaşıyor tepsi, yol uzadıkça uzuyor. Ve ellerim. Sızlamıyor artık, uyuşuyor. Derken. Bir an. O an. Koşan haşarı çocuk, ıslak zemin. Çekileyim derken kayıveriyor ayaklarım, yerdeyim. Çığlık. Feryat figan. Çığlık. Ağlıyor paşam. Kaburgamda sızı, ellerimde cam kırıkları, zemin soğuk. Kimsenin dikkatini çekmiyorum yine de. Gözler paşamda, paşam ağlamada, babası küfür kıyamet. Hep bugünü beklemiş gibi, açık arar gibi. Kalkıyorum nihayet, bakıyorum kunduramın teki kayıp. Bakıyorum, ustam. Uzatmış boynunu, duruyor pencerenin camında. Kızıla çalan esmer yüzüyle beni süzüyor. Süzüyor, süzüyor, kayboluyor sonra. Başım önümde, elimde tepsi, tepsi harabe. Dönüp giriyorum kamaraya, sapıyorum ocağa. Koridoru da geçince varıyorum yanına.
“Usta…” diyorum, susuyor. Bulaşığı bırakmış, öylece bakıyor boşluğa. Esmer yüzü kızıl, bakışları ateş. Geçiyorum eşiği, varıyorum yanına. Yeniden ses edeyim diyorum, bir şey diyeyim. Olmuyor, yapamıyorum. Dönüyor ustam, dönmesiyle sancıyor yüzüm. Tekrar. Ve tekrar.
Bir, iki, kunduramın teki.
Üç, dört, üstünü ört.
Beş, altı.
Burak Çakır
Commentaires