top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Burak Çakır- Retro Turizm

Kaçtır geçiyorum buradan? Bu sayamadığım kaçıncı yol çizgisi? Ne zaman bitecek hafriyat? Durup durup bayramda yol yapası geliyor bu belediyelerin. Gerçi belediye bakmaz buraya, Karayollarının işidir. Neyse, zaten çok da kalmadı seçime. Gözlerim. Yolu takip etmekten midir nedir, yanıyor. Kaç saat oldu uyumuyorum. Sahi, saat kaç? Şimdi yatayım desem servis saati yaklaşıyor, uykumu almadan kalkarsam daha sersem oluyorum.

“Ayhan Abi, ben servis yapıp yatayım diyorum?”

Kızaran gözlerini dikiz aynasına, sonra bana çeviriyor.

“Var daha, var.”

“Dağıtıp yatsaydım abi...”

“Oğlum yat işte, kalkınca yaparsın ne yapacaksan.”

Kalkınca yaparsınmış, it herif. Seni yapacağım kalkınca. Anlamıyoruz sanki. Ulan ciğerini biliyorum ben senin ya bakma, abi dedik bir kere. Şimdi otobüs kalabalık tabii, millet de uyanık, gidecek senin nevale. Ama patron bir duysa artırdığın ikramları gizli gizli okuttuğunu. Bir duysa kutu kutu kek, kraker aşırdığını. Bir duysa…

“Oğlum yatsana, ne bakıyorsun suratıma.”

“Yatayım abi.”

“Gelmeden kalk ama.”

Mecbur kalkıyorum koltuktan. Yine hiç oldu bizim uyku. Otobüsün tavanından tutuna tutuna geçiyorum ağız ve ayak kokuları arasından. Tarzan gibiyim. Bruce Bennett’in oynadığı ama. Sevmiyorum yeni çocuğu. Bu yeni çocukları genel olarak sevmiyorum. Ambalajlı bebeler gibi hepsi. Acayip güzel, acayip karizma. Bir ihtiyar kesiyor yolumu, su istiyor. Muavini görüp de su istemeyeni dövüyorlar zaten memlekette. Biri varış saatini soruyor kırkıncı kez, biri karnını tutarak poşet istiyor. Al işte, hayat bu. Filmler film sadece. Canım Kardeşim hariç. Bir de Neşeli Günler. Onlar iyi film. Basamaklara yaklaşırken Mümtaz Bey durduruyor bu kez, kahve istiyor. Çaktırmadan Ayhan’a bakıyorum, gözü yolda, bakmıyor bu yana. “Tabii…” deyip al yanaklarla ayrılıyorum yanından. Koridoru koşar adım geçiyor, merdivenleri yavaş yavaş iniyorum. Normalde servis saati dışında öyle çay, kahve falan vermeyiz de mahcubum bu adama. Derince bir nefes alıp boşaltıyorum suyu ısıtıcıya. Ne lüzumu vardı? Gerçekten, niye yani? “Ben de diksiyon kursuna gidiyorum Mümtaz Bey!” İyi halt ediyorsun boşboğaz herif. Aferin.

Öğürtü sesleriyle bölünüyor matemim. Poşet, poşeti unuttuk. Ulan be... Kafamı uzatıp bakıyorum, temiz gibi yerler. Birkaç basamak çıksam? Çıkıyorum. İyi bari, çantasına kusuyor. Severim böylesini, sevilmez mi? Bilirler halıya kustuğunda onu da temizleyecek biri olduğunu. Herkesi sevmem ama. Tekrar iniyorum çıktığım basamakları. Yolcu misafir sayılır ya arsızdır kimi, bazen böceğe bakar gibi bakarlar adamın yüzüne. Daha kötüsü, bazen bakmazlar bile. Çayını çorbasını verir, afiyet dilersin de bir teşekkür edemez soysuz. Zor gelir. Hazır su kaynıyorken şerbet yapmalı kıza da, iyi gelir.

Suyu bardaklara dağıtıp usuldan çıkıyorum merdivenleri, her adımımda yeri yoklayarak milim milim ilerliyorum. Hareket halindeyken maharet ister sıcak su taşımak. Her işin bir inceliği var ya, bizimki de büyük ölçüde bu: dengede kalmak. Önce Mümtaz Bey’e sonra kızcağıza veriyorum bardaklarını. Kızcağız teşekkür üstüne teşekkür ediyor, Mümtaz Bey de geveliyor işte bir şeyler. Normalde böyle oldumcuk adamları da sevmem ama Mümtaz Bey istisna. O olmuş. Yani, sayılır… Ben aslen Burhan Akça’nın spikerliğini daha çok severim ama Mümtaz Bey de piyasanın eski kaşarlarındandır yani. Boru değil.

Mümtaz Bey’den sonra otobüs ahalisini de sulayınca arkalara doğru rahat rahat ilerleyebiliyorum. Nihayet. Uzanıyorum... Dalgalı denizler gibi bu koltuklar, girintili çıkıntılı. Alıp götürüyorlar beni soluksuz derinliklere. Bense amansız korsan Barbossa. Jack değil ama. O da fazla karizma. Bu çıkıntılar bel boşluğumu zorluyor, irsî. Babamda da vardı, dedemde de. Zor. Hele ağır yükün altına girince sızım sızım sızlıyor, bir de ters yatınca. Dönüyorum. Tavan boyunca uzanan mavi led ışıkları, sonra ön sıradaki kızın ekranı izliyorum. Buz Devri oynuyor, ilk film herhalde. En çok Sid’i seviyorum ben, saf çocuk. Sid’i Yekta seslendiriyor, o da iyidir. Şu diksiyon kursu bitsin dublaja geçeceğim ben de. Üçüncü dersteyim daha ama var bir şeyler, biliyorum. Oldukça iyiymişim, gelecek vadediyormuşum. Nesibe öyle söylüyor, hoca da dersi hep bana bakarak anlatıyor. Var yani bir şeyler. Hissediyorum. Kasıklarımda ani bir titreme, telefon. Çıkıyorum daldığım denizlerden.

“Geldik mi abi?”

“Az kaldı.”

“Tamam, geliyorum.”

Yeniden Tarzanlığa terfi ettiğimde otobüsü biraz daha sakin buluyorum. Yavaş yavaş uykuya teslim oluyor insanlar. Mırıldanmalar horultulara dönüyor, kokular birbirine karışıyor iyice. Ter, ağız ve ayak kokuları... Ve tabii kusmuk. Klimayı açmak lazım. Son engeli aşıp bebekli aileyi de geçince varıyorum kaptanın yanına. Başı düşmüş, iyiden iyiye çıkmış kamburu.

“Başlayayım mı abi servise?”

Burnu sivrilmiş, sarkmış. Sakalları filizlenmiş ufaktan, parlıyorlar karanlıkta. Görmeyeli yaşlanmış.

“Daha var, daha.”

Var tabii. Mola dönüşüne denk getir ki yolcu azalsın, açlar karnını doyurmuş olsun, nevale azalmasın. İt herif. Çeviriyorum yüzümü yola, şeritlere değil lambalara takılıyorum bu kez. Ne ara değiştirmişler bunları? Az kaldı ya seçime, her gün bir icraat artık, yersen. Işıl ışıl yol, sonunda garaj. Doğrulup açıyorum mikrofonu. Ayhan bir şey diyecek gibi oluyor, dönüyor sonra. Kabloyu çekip sırtımı cama veriyor, gözlerimle Mümtaz Bey’i arıyorum. 

“Doğu Garajı! İlçelere gidecek olan yolcularımız burada inecekler. Sonraki durağımız otogardır…”

Önce aldırmıyor. Sonra niye bilmem başını kaldırıp manasız bir yüzle süzüyor beni. Göz göze geldiğimizde bozuluyor ifadesizliği. Dudağının sağ kıvrımı yukarı doğru hafif hafif kasılıyor, gülüyor. Ve dönüyor tekrar. Üstelik daha anons bile bitmeden. Gülüyor ve dönüyor. Neydi bu? Övgü mü? Değil. Heyecanla doğrulduğum koltuğa hüsran içinde çöküyorum. Mikrofon elimde, hâlâ açık. Ayhan göz ucuyla kesiyor beni, hissediyorum. Ses etmiyor. Niye? Niye o dudak büküş, yarım gülücük? Söylediklerim tekrar ve tekrar dönüyor kafamın içinde. Hiç konuşmamalıydın. Hiç tanışmamalıydın. Boşboğaz herif. Ne yaptın kim bilir.

Otobüs salınarak yanaşıyor, mikrofonu kapatıp koyuyorum torpidonun üstüne. Zihnimde dönüp duruyor söylediklerim. Kapının açılmasıyla atıyorum kendimi kaldırıma. İlk adımımda kucaklıyor beni soğuk. İstemsizce kasılıyor, kenetleniyor dişlerim. Ne dedim acaba? Ne dedim de güldürdüm adamı? Yolcunun bagajı yokmuş. İhtiyarlar… Onları da sevmiyorum. Dedem hariç. Dönüp oturuyorum yerime. Otobüs hareket ediyor, yol uzayıp gidiyor, bense olduğum yerdeyim. Alaycı bir gülüştü kesin. Kesin. Peki ne dedim? Neyi eksik söyledim? Başım dönüyor, torpidoyu bulup dayanıyor elim. Ne dedim? Birbirine giriyor artık düşüncelerim. Ne söyledim, söylemedim bilmiyorum. Bilmiyorum. Bulamaç oldu iyice, her şey birbirine karıştı. Üstüne şu kusmuk kokusu... Klimayı açmam lazım.

“Hayırdır paşam, alamadın mı uykunu?”

“Galiba abi.”

“Biz ne yapalım oğlum, bak kaç saat oldu direksiyon sallıyoruz...”

“Haklısın abi.”

Hiç yeltenmemeli klimaya. Sonra bir ton papara, bir ton laf. Ne duyarsızlığım kalacak ne müsrifliğim. Oradan benzin fiyatı, ekonomik kriz, İstiklal Marşı ve kapanış. Ama bu koku… Bu bulantı… Açacağım. Ne derse desin…

“Lan, elli kere dedim sana kış günü klima açılmaz diye. Milletin de aklına soktun şimdi, kapatayım desen kapatamazsın. Oğlum kolay mı lan para kazanmak, hele bu devirde…”

U-mu-rum-da de-ğil. Söylensin dursun pezevenk. Zaten otogar da göründü, mola dönüşüne kadar unutur. EŞTİ. İnecek Mümtaz Bey. Ne dedim? Sorsam ayıp mı olur? Yok, hepten rezillik. Yüzsüzlük. İyisi aldırmamak, olmamış gibi davranmak. Anons? Anons yapmak gerek. Gerek de içimden gelmiyor işte. Uzanıp teybi açsam. Kaset takılı mı? Takılı. Aynen. Aynen aynen. Aldırmamak en iyisi. Kaset dönüyor, önce ucuz bir jingle ardından anons başlıyor. Ötede Ayhan da sürdürüyor söylenmeyi, sürdürsün pezevenk. Ben biraz olsun rahatım şimdi. Molada yüzümü de yıkarım, ne uyku kalır ne bir şey.

Perona yanaştığımızı sezmiş gibi uyanıyor, ayaklanıyor yolcular. Kesin bunların bilmediğim bir anlaşmaları var, ilk inene ödül falan veriyorlar. Durmaya yakın çıkıyorum araçtan, millet üşüşmeden boşaltmalı bagajı. Soğuk. Bagajın kapısı daha da soğuk. Belki ayaz yok ama içine işliyor insanın. Ben ilk valizi çıkarana dek üçer beşer iniyor yolcular. Ödülün sahibi tıknaz, yaşlıca bir teyze oluyor. Elime geçen bavulu koyuyorum yanıma. Üç, beş, derken onu görüyorum. Mümtaz Bey’in bordo bavulunu. İçimi bir sıkıntı kaplıyor yeniden. Ne dedim? Uzanıp çekiyorum kendime doğru. Aldırmamalıyım ya yapamıyorum. Ne dedim? Kafamı bavulla beraber çıkartıyorum bagajdan, hemen yanı başımda, beni bekliyor. Bavulunu uzatıyorum ve alıp gidiyor. Bu. Hepsi bu. Ne bir teşekkür ne mazeret. Gidiyor, sadece gidiyor. Değnekçiler bağrışıyor, polis devriye geziyor, tıknaz teyze başarısını peynirli gözleme ile kutluyor, o da gidiyor. Bense soğukta, bu taşra garında, o eski kaşarın arkasında öylece kalakalıyorum. O kadar.


Burak Çakır

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page