Mavi, kırmızı, yeşil tonlarında, ucuz, atık plastik çöplerinden yapıldığı her hâlinden belli, Antep işi şeffaf pazar poşetleriyle doluydu Narin’in elleri. Ağırlığından dolayı avuçlarından sıyrılıp parmaklarına baskı yaptığı yetmezmiş gibi, yaz ayı olduğu için avluda bir ağacın gölgesine pinekleyen, sıcağın verdiği yılgınlıkla da kendilerine muhabbet konusu arayan mahalleli teyzelerin her biri, elindeki poşetlere dikkatle bakıyor, ya “Güzel kızım, karpuzu kaça aldın?” ya da “Aaa, Narin’ciğim, çilek de mi gelmiş pazara?” yollusundan aslında hiç de merak etmedikleri soruları, çok mühim bir meseleymiş gibi ardı ardına sıralıyorlardı. Zavallı Narin, zaten on yedisinde olup meyve sebze pazarına gitmenin verdiği o saçma gençlik utancıyla kurduğu, kimseciklere görünmeden eve dönme hayalinin her soruda yerle yeksan olduğuyla kalmıyor, bir de uzun cümlelerle cevap vermek zorunda bırakılıyordu. Nezaketle cevaplar verdiği her avluyu geçer geçmez şeffaf poşet kanununa, bu kanuna sebep olan ama aksine satışları her geçen gün daha da artan torbacılara ağza alınmayacak küfürler savuruyor, annesinin tembihi yüzünden kirlenir diye poşetleri yere koyup da azıcık soluklanamıyor, alnında tanelere dönüşen, silmeden devam ederse aşağılara doğru akıp gideceği, vardığı yerlere lânet bir kaşıntıyı miras bırakacağı meçhul olmayan ter damlacıklarını silemiyordu. Fen Lisesini kazanıp da devletin o bakımsız yurtlarında kalmaya başladığı ilk günlerde yaktığı ağıtları, şimdi kasabaya geldiği her tatilde yakıyor, üniversite için daha da uzak şehir hayalleri kuruyor, memleketlisi olmayan yakışıklı bir oğlanla evlenip belki şimdiye kadar hiç görmediği bir deniz şehrinde çocuklarıyla ve ilk günden daha fazla âşık olacağı adamla yaşlanmak istiyordu.
Terli vücuduna ve onu soru yağmuruna tutan kasabalıya inat, ruhuna yürüyen bu ferah hülyalarla tepeceği yolun çoğunu almıştı almasına ama önemli bir badireyi daha atlatması gerekiyordu. Çocukluk aşkı olan Cihanların avlusuydu bu. Umarım platonik aşkına karşılık vermeyen Cihan’la soru sormayı pek seven anacığı da avluda değillerdir diye içinden geçirdiği esnada, bağırılsa ancak o kadar duyurulabilir bir ses, evvelâ poşetlere çarparak ritimli bir hışırtı bahşetti. Hızını alamayıp göğe yükseldi, hâliyle Narin’in kulaklarına da doluştu.
“Pazardan mı Narin’ciğim, neler neler almışsın öyle, çok da ağır görünüyor poşetlerin?”
Narin başını çevirdiği an maalesef Cihan’ın da oracıkta olduğunu, anasıyla topladığı dut yapraklarını ipe dizip kuruluk yapmak için elinde bir makasla onları saplarından ayırdığını, aynı zamanda anacığının sorusuyla o zeytin bakışlarını kendisine çevirdiğini görüp hafiften ürperdi. Aslında fena da olmadı, Cihan’ı gördüğü an terli bedenine bir meltem esiyormuş hissine kapıldı. Bir yandan da keşke bu perişan hâliyle Cihan’a yakalanmasaydım, diye düşündü ama olan olmuştu artık. Hafiften gülümser gibi yapıp sesine bilerek yansıttığı yorgunlukla “Evet Elif teyze, pazardan geliyorum ama neden iki haftada bir kurulur bu pazar, hiç anlamış değilim. Alacaklar yığılmış, birazdan omuzlarım yerinden çıkacakmış gibi hissediyorum,” deyiverip anlayıp anlamayacaklarından emin olmadığı bir mesajın tuşuna basıverdi. Anacığının cevabını beklemeden centilmenlik duygularıyla atıldı Cihan. Kucağında biriken dut yaprakları, o ayağa kalkınca öyle güzel bir görüntüyle savruldu ki etrafa, güz mevsiminde yapraklarına veda eden ulu çınar ağacını oynayan o meşhur tiyatro oyuncusunu hatırlattı Narin’e. “Bırak da sana yardım edeyim, gerçi yolun çoğunu tepmişsin ama yorulmuş ve terlemişsin.” diyerek Narin’in ellerindeki poşetlerin hepsini kavradı.
Parmakları parmaklarına mı değdi, yoksa bir yıldırıma paratonerlik yapan tırnaklarından giren o müthiş enerjiyi, damarlarından akıtıp kalbine mi doldurdu, bilemedi Narin. Az önce gördüğü yüzün bedenine saldığı meltem rüzgârı, ikinci esişinde bütün vücudunu soğutmuş, saatlerdir yağmur olup akmaya hazırlanan ter damlacıklarını dondurup gerçek birer çiğ tanelerine dönüştürmüştü. Soğuyan bedeni, artık beyninden gelen komutları dinlemiyor gibiydi. Ne diyeceğini bilemedi, hafifleyen omuzları dikeldi, parmaklarını baskılayan poşetlerin izleri muhteşem bir hızla kayboldu. Cihan, anacığının şaşkın bakışlarına diktiği, bunda şaşılacak ne var bakışlarıyla “Ben dönene kadar sen hazırladığım yaprakları ipe dizersin ana, geldiğimde devam ederiz,” deyip Narin’e göz etti. Narin, sıradan da olsa bu göz atışını yakalayıp bağrına bastı. Usul usul yol aldılar.
Cihan, yaz bittiğinde üniversite son sınıfa başlayacak, Türkçe öğretmeni olmak için KPSS’ye girecekti. Narin’in önündeyse geçilmez Süphan Dağı gibi bir üniversite sınavı vardı. Bir müddet öğrenci olmaktan, sınavın stresinden konuştular. Narin de öğretmen olmak istiyordu ama onunkisi basit bir öğretmenlik hayali değil, özel eğitime gereksinimi olan çocuklara düşkünlüğünden kaynaklanan bir rüya, bir amaçtı.
İkisini bir gören avlulardan artık soru yükselmiyor ama fısıldaşmaların olduğu, onları göstererek avluda oturanların birbirine işmar ettiği su götürmez bir gerçekti. Cihan, böyle bir konuyu zaten aklına getirmezdi. Narin ise konuşsunlar istiyor, yıllardır ateş olmadan tüten odunlarına Cihan’ın bir kibrit çakmasını umuyordu. Eve yaklaştıkça Narin’in yüreğinde varlığını hissettiği meltem de hızlanıyor, bir fırtınaya dönüşmeden Cihan’ın ellerinden poşetleri alabilmenin heyecanını vücuduna yayılan, ilk defa hissine vâkıf olduğu tuhaf, tatlı bir duyguyla yaşıyordu. Bu fırsatı elde etme imkânının bir daha eline geçmeyeceğini bilmesinin verdiği cesaretle genel konulardan sıyrılıp biraz daha özel şeyler söylemenin tam zamanıydı. Nefesini topladı, omuzlarını dövüşe hazırlanan serseriler gibi geriye doğru bir tur döndürüp gerçek duyguların yansıması olduğu anlaşılan o titrek ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Çok sessizsin Cihan, etrafındaki hiçbir şeyi umursamıyor gibisin. Sana yaklaşmakta da senden uzak durmakta da güçlük çekiyor insan. Yakışıklı olduğun kadar sırlı bir insan olman da ilgi uyandırıyor çoğu zaman. Üstelik farkında değilsin ama başarılarınla bana da örnek oldun. Ben birinci sınıfa başladığım yıl, sen dördüncü sınıfa gidiyordun. Belki hatırlamazsın; sesim güzel diye öğretmenin, öğretmenimden izin alarak beni sizin sınıfa götürmüş, şarkı söyletmişti. Kimseden değil ama senden çok utanmıştım; çünkü andımızı en çok sen okutuyor, bando takımını sen yönetiyor, denemelerde de daima ilçe birincisi çıkıyordun. Başkan olduğum için sınıf defterini almaya gittiğim öğretmenler odasında sürekli senden bahsediliyor, ne akıllı, ne edepli bir çocuk diye gördükleri yerde seni sevmeden, saçını okşamadan geçmiyorlardı yanından. Popüler olduğun tek yer okul değildi üstelik. Akşam oturmalarında, akrabalar arasında da konu bazen sana gelir, herkes anlaşmış gibi hakkında güzel şeyler anlatılırdı. İşte böyle böyle hayranın olmuştum daha o yaşlarda.”
Narin sadece bunları söylemekle kalmazdı ama söyleyeceklerine Cihan’dan gelecek tepkileri kestiremediği için daha fazla devam edemedi. Gözünün ucuyla, anlamlı bir mimik yakalayabilir miyim diye yanı başında yürüyen Cihan’ın yüzüne baktı. Alnından biçimli kaşlarına, oradan favori uçlarına yürüyen ter damlalarını gördü. Tabiî heyecandan mı, poşetlerin ağırlığıyla güneşin kavurucu ışınlarından mı kaynaklandığını kestiremedi. Kendi kendine “Aptal Narin, olmadı ilân-ı aşk etseydin,” diye kızdı. Yüzüne kırmızı pazar poşetine benzeyen bir utanç rengi yürüdü.
Cihan, az evvel Narin’in içine çektiği nefesin bir benzerini, belki daha güçlüsünü, toplayıp çekti içine. Omuzlarını geriye doğru kaykıltmayı da denedi ama ağır pazar poşetleri buna izin vermedi.
“Kapalı olduğum doğru Narin ama inan duyarsız hiç değilim. Baskı görmeden baskılanmış bir hâl, hâlâ üzerimden atamadığım kötü bir duygudur. Yıllardır bir fıtrat olarak kabullendim bu durumu; ancak bugün, tam da şu dakikalarda aşmam gerektiğinin farkındayım. Poşetlerini taşıma fikri de bu fark edişin verdiği duyguydu aslında, anacığımın gereksiz merakı olmasaydı sana bunu teklif dahi edemezdim. Madem sen başlattın, öyleyse ben devam ettireyim. Evvelâ o gün bizim sınıfta söylediğin şarkı, Hakan Peker’in Karam Aşkım’ıydı. Çok tatlıydın ve o kadar güzel okumuştun ki en çok ben alkışlamış, asıl ben sana hayranlık duymuş, gizliden gizliye seni takibe bile başlamıştım. İkincisi, benim cesaret edip de gidemediğim Fen Lisesi’ne sen, çocuk denilecek yaşta gitmiş, başarılarını da kasabaya kadar duyurmuştun. Ben, korkaklık edip liseyi de kasabada okudum. Bu eğitimin başımıza açtığı gurbetlik yüzünden ilkokuldan sonra ne görebildik ne de tanıyabildik birbirimizi. Eğer bir fırsat verirsen sözleşelim seninle Narin; bu yıldan sonraki yaz mevsiminde birbirimizi tanımak için buluşalım ama pazardan gelirken ve ellerinde bu kadar çok ağırlık varken olmasın n’olur. Şaka bir yana, daha fazla ertelemek istediğimi düşünme sakın, bu yıl ikimizi de bundan sonraki hayatımıza eşiklik edecek lânet birer sınav bekliyor. Gerçi ben sınavdan çok ardından yapılacak mülakattan korkuyorum, sonuçta Ankara’da bir dayımız yok. Diyeceğim o ki birbirinden çok uzak şehirlerde aklımızın ve bedenimizin de kendilerinden uzaklaşması, hiçbir işimize yaramaz. Tabiî her şeyden önemlisi benim sana hâlâ devam eden ama ancak sözlerinden cesaret alarak gösterebildiğim alâka gibi, senin de o zamanlar bana duyduğun hayranlıktan bir parçacık hâlâ duygu olarak sende saklı ise...”
Narin, çocukluk aşkına koklattığı dumanla kader defterindeki o mühim bölüme bir başlık attığını, amiyane tabirle eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürdüğünü gördüğü an, karnına çöreklenen yüzlerce kelebeğin o tatlı sancısını sevdi. Kız aklı denilen şey tam da buydu; illuminati keşişlerine şapka çıkarttıran, doğru anda, doğru mesajı avının en can alıcı yerine gönderen o işveli tutum. Bu acayip dakikaların değerini iliklerine dek hissetti. Bu yüzden susmadı, saçma ilişkilerin yapay ucuzluğu olan kendini ağırdan alma hâllerine girme gereği duymadı.
“Anlaşılan yeterince beklemişiz Cihan, daha fazla ötelemek sence fayda mı sağlar bize? İkimiz de bu sınavların ciddiyetini, bir aşka başlamanın ciddiyeti kadar bilecek aklî melekelere sahibiz bence. Düşünsene, gün içinde çözdüğüm üç yüz sorunun bedenime baskıladığı yükü, senden gelecek bir mesajla atıp bir kuş gibi hafifleyeceğim. Çıkmaza girdiğimiz her an telefonlaşıp birbirimize destek olabiliriz. Bence bir yıl sonrası için değil, bu en sancılı dönemleri el ele atlatabilmek için sözleşsek daha iyi olur.”
Narin, birkaç dakika önce Cihan’a verdiği pasın, asist olurcasına kendine geri dönmesini fırsat bilip tüm gücüyle topu kaleye göndermişti. Ancak gol olup olmadığını göremeden annesinin sesiyle irkildi. Anlaşılan son dakikaları Narinlerin evine inen yokuşun başında geçirmişlerdi. Cevabını bekleyemeden Cihan’ın ellerini kavradı, poşetlerin tutamaçlarını yakalayıp gülümsedi. “Hayatımın en güzel pazar alışverişiydi,” diyerek sağ gözünü kırptı. Hızla evin avluya açılan cümle kapısına yöneldi.
Cihan, yani aklına karpuz kabuğu düşen o eşek, yol boyunca Narin’i düşündü. Sarıya çalan kumral, düz saçlarıyla, bir aynadan yansıyor izlenimi veren parlak, dolgun yüzüyle, şekilli dudaklarının arasında muntazaman görülen beyaz, koca dişleriyle, tüm bu güzelliklerden de öte zekâsıyla alımlı bir kız portresi çiziyordu. Yıllardır ara sıra aklına misafir ettiği kızın da kendini düşlemiş olması, dünya var olalı beri kaç kişiye nasip olmuştu, merak etti. Seçilmişlik hissi tam olarak şu an hissettiği duygulara eş değer olmalıydı. Yüzüne takılan o aptal gülücükle, az evvel elleri dolu ama yüreği bomboş olarak aldığı yolu, elleri boş ama yüreği pazar poşetleri kadar dolu vaziyette uçarcasına tepti.
Avluya girerken ancak kendine gelebildi. Anacığı çoktan yaprakları dizmiş, arta kalan süprüntüleri çöpe dolduruyordu. Oğlunu görünce anlamlı bir gülücük attı ya da Cihan’a artık her şey anlamlı gelmeye başlamıştı. Kürekle çalı süpürgeyi elinden alırken anacığının yanağına bir öpücük kondurdu. Süpürgenin betondan çıkardığı ritimlerle Karam Aşkım’ı mırıldandı azıcık. “Kömür gözler yaban dudaklar...” dizesinde durakladı. “Benim aşkıma uymuyor ama aşkımın benine çok güzel uyuyor,” deyip küreği havada birkaç tur döndürüp yakaladı.
Burhan Barak
Comments