Adliyenin koridorlarında günlerdir nereye koşacağını bilmeden geziniyor Ömer. Bir tanık bile mi yok? Bir gören duyan. Bir kamera kaydı. Nasıl olmaz? Seher’im gitti, diyor. Öldü. Yok artık. Nerede bu adalet? Benim için yok mu? Seher’im için yok mu?
Yorgun, bitap düşmüş. Adliyenin bahçesinde. Dermansız. Bankta uzanırken yanına bir kedi geliyor. İyi bakılmış, semiz. Boynunda tasması. Az sonra karşı taraftan takım elbiseli kırklı yaşlarda bir adam sesleniyor kediye, “Adalet, neredesin? Günlerdir göremedim seni. Al bakalım. Özlemişsindir yaş mamayı.”
Yirmi Yıl Önce
Sancıları bir an bile dinmedi. Beyaz çarşaflı sedirin üzerinde sabahı etti. Yer ile gök arasında bir kıyamet koptuğunu düşünürken bir daha asla nefes alamayacağına inandı. Allah’ın doksan dokuz isminin belki de bildiği dokuzu ile dualar etti.
Doğdu bebek.
Ağlasın diye gözlerinin içine baktı Sultan.
Ağladı bebek.
Hemencecik orada bulunan bir bez parçasına sardılar. Yanındaki kadınlardan birinin eline tutuşturuldu. Sultan’ın dokuz doğurduğu o gece kucağına aldığı bebeğin adı Seher oldu.
Bir göz aydınlığı olarak büyüdü Seher. Emekledi, yürüdü, koştu. Hepsi bir çırpıda olmuştu. Okula başladı Seher. Ali’nin ata bakmasını, Işık’ın ılık süt içmesini hece hece okudu. İlkokul beşten öteye gidememiş olan Ömer ve Sultan, Seher okusun diye pek çok şey yaptı. Ömer, hurda tezgâhını sokak sokak gezdirirken ve Sultan, Seher’e renkli kalemler almak için boncuk işi yaparken
zaman
kanatlarını
aceleyle açıp
menzile ulaşmak isteyen
bir kuş gibi uçup
geçti.
Yirmi Yıl Sonra
Ömer için değişen tek şey Seher’in gün geçtikçe gürleşen sırma saçlarıydı. Yine her gün hurda arabasını ittirip sokak sokak geziyordu şehri. Bir çeşit eşya dirilticisiydi. Başkaları için hurdaya çıkan eşyaların, hiç umulmadık ellerde ve evlerde hayat buluşuna aracıydı. Çöpün kenarına bırakılan bir tüplü televizyon sokak arasındaki küçük esnaftan birinin yüzünü güldürebiliyordu. Yüzü eskidiği için atılan sandalyeleri, şehrin izbe yerlerindeki evlerde oturan kadınlar çiçekli kırlentlerle yeniden canlandırıyordu.
Yine sabah ezanıyla birlikte evden çıkıp mahallesinden epeyce uzaklaştı. Bir çöp yığının yanında durdu. Sağa sola bakındı. Mercedes'i yolun kenarına park etti. Çöpün etrafındaki kolileri tek tek açmaya başladı. Eski bir radyo, birkaç saksının hemen yanındaki bronz kadın heykeli gözüne çarptı. En çok da böyle ufak tefek süs eşyalarını bulmayı severdi. Heykelin havaya kaldırdığı sağ elinde bir terazi vardı. Fakat terazinin kefelerinden biri kırılmıştı. Diğer elinde de sivri ucu kırılmış bir kılıç duruyordu. Saçları toplu, gözleri ise bir göz bağı ile kapalıydı. Kadının yarı çıplak bedenine hızlıca bakıp bronz heykeli hurda arabasının ön tarafına koydu Ömer. Bütün gün yanında daha fazla zarar görmesin diye dikkatlice gezdirdi. İçten içe kadının o haline üzülmüştü. Gün boyu bir alıcısı olur diye bekledi. Daha önce girmediği sokaklara girdi. Yolunu uzattı. Ama kimse dönüp bakmadı.
Akşam olunca Ömer hurda arabasını evin önüne çekti. Arabasının önüne renkli harflerle yazdığı Mercedes ile bakıştı. Kendine mi hayallerine mi yoksa Mercedes’e mi güldüğünü bilemeden elindeki bronz heykelle evin kapısına doğru seğirtti. Sultan, kapının önünde sıra sıra dizdiği yoğurt ve salça kutularındaki rengârenk menekşeleri kokluyordu.
Sultan’ın etrafındaki her varlığa bir güzellik katıyor oluşu onu daha da kadın kılıyordu Ömer’in gözünde. Yaratıcı gibi yoktan var edemese de kadın dediğin az olanı çok, çirkin olanı güzel, kötü olanı iyi edendi. Ömer, bahçe kapısından girerken avuçlarındaki heykelin mahrem yerlerini saklama gayretindeydi. “Bunu da nereden buldun, ne çirkin şey böyle.” dedi Sultan. Evirdi çevirdi. “Neyse ben buna bir elbise dikerim. Böyle saklanmaz evin içinde.”
Ertesi sabah uyandıklarında Ömer sabah haberlerini izlemek için televizyonu açtı. Televizyonun sağ tarafında eskimiş pazen kumaşlardan dikilen elbiseyi kırk yıldır üstündeymiş gibi yadırgamadan taşıyan heykele baktı. “Bizim hanım, seni bile bir şeye benzetmiş kız zilli.” diyerek gülümsedi. O sırada Seher evden çıkmaya hazırlanıyordu. Elinde sayfalarca ders notu vardı. Bir şeyleri tekrar edip duruyordu. Kızının böyle gergin olduğu günlerde Ömer, “Acaba bu kızı okutmasa mıydık? Üniversiteyi değil de kendini yiyip bitiriyor” diye düşünüyordu. Fakat kızının hukuk fakültesini bitirdikten sonra eline mesleğini alacağını bilmek yetiyordu ona. Allah Seher’den başka bir evlat tattırmamıştı onlara. İstemişler, uğraşmışlar ama olmamıştı. Öyle doktor doktor gezememişlerdi fakat civardaki bütün hocalara gidilmiş, acı tatlı sular içilmiş, elmalar yenilmiş, bin bir çeşit Arapça kelime defalarca tekrar edilmişti. Fakat olmamıştı. Olmayana razı gelmişlerdi.
Seher kahvaltı sofrasından ağzına iki zeytin atıp otobüs durağına doğru koşmaya başladı. Durağa vardığında otobüsün saatinin geçtiğini fark etti. Fakülteye giden tek otobüsü de kaçırmıştı. Devamsızlığı sınırdaydı. Cüzdanını açtı, parasını saydı. Yoldan geçen ilk taksiyi çevirdi. Fakültenin önüne gelince cebinden çıkan bütün parasını otuzlu yaşlardaki şoföre uzattı. “Bütün param bu, otobüsü kaçırmıştım. Numaranızı verseniz ben size sonra gelip üstünü ödesem olur mu?” diye sordu. Taksici şöyle bir göz ucuyla Seher’in sırma saçlarına, saf yüzüne baktı. Yalan söylemediği belliydi. Acıdı haline. “Kalsın, sevabım olsun. Al şu parayı” diyerek Seher’in cüzdanından çıkarttığı parayı geri uzattı. Seher ardı arkası kesilmeyen teşekkürler ederek dersine koştu. Hemen ardından kırklı yaşlardaki hocası geldi derse. Dersin sonuna doğru beyaz perdeye bir görsel yansıttı. Öğrencilere ekrandaki görseli bilenin olup olmadığını sordu. Sınıfta hiç kimseden ses çıkmayınca anlatmaya başladı:
“Ekranda gördüğünüz bu heykel Yunan mitolojisinde bir tanrıça olan Themis. Düzeni ve adaleti tesis eder. Aynı zamanda kâhindir Themis. Bir elindeki kılıç adaletin verdiği cezaların caydırıcılığını, diğer elindeki terazi ise adaletin doğru bir şekilde sağlanmasını ifade eder. Themis’in gözleri ise kapalıdır. Adalet gibi yüce bir güç, bakire bir kadın tanrıçaya atfedilmiştir. Bunun üzerine düşünmenizi istiyorum. Bir dahaki dersimizde bunu konuşmaya devam edeceğiz.”
Dersten çıkınca otobüs durağına doğru yöneldi. Vazgeçip yoldan geçen ilk taksiyi çevirdi. “Siz düz devam edin, ben size tarif edeceğim.” dedi. Ardından şoförü türlü yollara, ara sokaklara sokup dört döndürdükten sonra “Tamam, geldik. Yolu karıştırmışım, kusura bakmayın, ben sağda ineyim” dedi. Şoför “E on dakika önce geçtik buradan” diye çıkıştı. Seher, “Uzatma istersen, paran neyse vereceğiz zaten. Arkadaşım gelir şimdi, o yapacak ödemeyi.” dedi. Seher, arabadan inmeden bekledi. İki üç dakika sonra karşı kaldırımda arkadaşını görünce kapıyı açıp dışarı çıktı. Bu arada şoför dikiz aynasından bakıyor ve böyle bir kızın hem bu sokakta hem de bu kırkını geçmiş adamın yanında ne işi olduğunu düşünüyordu. Adam, şoför koltuğunun olduğu cama tıklatıp taksimetrede yazan ücreti misliyle ödedi ve “Üstü kalsın.” Dedi. Üstü kalan parayı da alıp gaza bastı taksici.
Seher, Yalçın’ın koluna girdi. Onu ne kadar özlediğini anlattı. Geçen ay gittikleri gibi bir tatile gitmek istediğini söyledi. Ama bu kez şehirden de çok uzaklaşmadan bir bungalov tatili istediğini ekledi. Yalçın, evdeki karısını ve çocuklarını bahane etti, ama geçiştiremedi. Elindeki son kozu kullandı.
"Hem seninkiler şüphelenmez mi?”
"Yok canım, ders çalıştığımı sanıyorlar arkadaşta kalıp. Bir şey olmaz. Sadece bir gece… Lütfen Yalçıııın."
Yalçın tedirgin bir şekilde etrafa bakındı.
"Fakülteden çok uzakta değiliz Seher. Biri görürse rezil oluruz."
"Neden rezil olalım? Ben reşidim. Sen de yakında boşanacaksın zaten. Boş versene.”
Yalçın onun bu cesur halini pek sever, içinde ölüp giden pek çok şeyi bulurdu Seher’in gölgesinde. Bütün günü Yalçın’ın alt sokakta tuttuğu evde geçirdiler. Akşam olup Seher evden çıkarken Yalçın sabahki dersi hatırlatmak istedi.
"Themis’i düşündün mü bugün hiç? Sen de onun gibisin küçük kızım.”
"Ne ara düşünecektim? Sabahtan beri birlikteyiz. Ayrıca bana böyle seslenmeni sevmiyorum."
Yalçın’ın cevabını beklemeden kapıyı çarpıp çıktı. Yalçın, çarpılan kapılara alışıktı ve kapının öte tarafındaki gözleri kendisinden başka bir şey görmeyen o küçük kıza delicesine bağlıydı. Eğer onun gözlerini kapatan göz bağı olmasaydı Seher’in bir an bile kendi yanında durmayacağını biliyordu. İyi ki vardı Seher ve gözlerindeki karanlık. O karanlık aslında gençlik ateşinden başka bir şey değildi.
Seher eve ulaştığında saat gece yarısına yaklaşmıştı. Salondaki tüplü televizyonda tartışma programı izleyen babasına görünmek istemeden odasına seğirtti. Ömer, kızını mahcup etmek istemediğinden üstelemedi. Öyle ya zor bir okulda okuyordu Seher. Çok çalışması gerekiyordu. Yine de otoritesini korumak isteyen her baba gibi davrandı.
"Saat kaç oldu kızım? Sokak it kopuk dolu. Bir daha gecikeceğin zaman ben gelir alırım seni neredeysen. Olmaz böyle."
"Mercedes’inle mi alacaksın sanki baba?"
Bir anlık sessizlik. Ömer’in yüzü asıldı. Gençti, kötü niyeti yoktu diye avuttu kendini. Yorgundu. Seher de yaptığı gafı fark ettiğinde epeyce kızardı. Büyük pot kırmıştı. Yüzünün bu kısmını, annesinin görmediği babasının hissetmediği bu ukala tarafını hep saklamıştı. Şimdi ise babası afallamış, Seher’in onu beğenmeyen tarafı ile karşılaşmış nereye sığacağını bilememişti. Kendini toparlayıp bir cevap vermeliydi.
"Mercedes olmaz da otobüsle gelirim kızım."
Seher sustu, uzatmadı konuyu. Sırtına bir utanç hırkası giyinmesi gerekiyordu fakat pek oralı olmuyordu. Daha fazla ele vermek istemiyordu genç ve sessiz günahlarını. Tam salondan çıkacakken televizyonun yanındaki basma etekli heykeli gördü. Elindeki teraziye baktı. Usulca eğildi.
"Aaa sen Themis’sin. Hem de bizim evde."
Bir sırrı saklamak ister gibiydi. Heykeli alıp hemen çantasına attı. Babası televizyonda iktidar ve muhalefet yanlısı gazetecilerin tartışmalarına iyice kaptırmıştı. Tutuklu gazeteciler serbest kalacak mıydı? Devletin gizli bilgilerini sızdıran gazeteciler suçlu muydu yoksa yalnızca görevlerini mi yapıyordu? Bunun gibi pek çok sorunun cevabını arıyordu Ömer. Her evin salonunda adaletin varlığını bir tartışma programı süresince sorgulayan aile babaları vardı bu ülkede. Ardından reklamları izliyordu o babalar. Az ötelerinde yıkılan gecekondu mahallesinin dönüşümü ile ortaya çıkan Ferah Evler projesine bakıyordu hayranlıkla. Günün birinde o evlerden birine sahip olabilmenin hayalini kurardı o babalar.
Seher odasına gitti. Uyumadan önce dakikalarca Yalçın ile kuracağı yuvayı hayal etti. Yalçın ise o gece karısının kollarında onu ne kadar çok sevdiğine dair bir masalı anlatıyordu bilmem kaçıncı kez.
Ertesi sabah Yalçın ile evde buluştuklarında çantasından Themis’i çıkarıp masanın üzerine koydu Seher.
"Bak bu da bizim evin Themis’i. Nasıl ama?"
Yalçın, Themis’in bu halinden epeyce etkilenmişti. Kırık olan terazisine ve kılıcına baktı.
"Anadolu’nun bağrından gelen bir Themis… Harikulade. Sana benziyor sanki, ne dersin?" .
Seher’in rengi günden güne solmaya başlamıştı. Krizlerin ardı arkası kesilmiyordu. Yetemediği, yetişemediği dünyadan iyice kopmuştu.
Sultan, kızının derdini anlamıyor, onu konuşturamıyor, dilindeki düğümü çözemiyordu. Ömer, kızına olan hallerden bir şeyler sezse de konduramıyordu. Sabah çıktığı eve yatsıdan evvel girmez olmuştu. Seher’i öyle solgun göreceğime hiç görmeyeyim diyordu. Üç aydır süren baygınlıkların, mide bulantılarının sebebini düşünmekten bile korkuyordu. Varsın okulu uzasın, varsın okulu bitmesin. Seher evde annesinin gözünün önünde dizinin dibinde olsun, yeterdi.
Seher ise kendisine olup bitenin farkında, üçüncü ayda da kanamayan bedeninin bilincindeydi. İçinde büyüttüğü ve onu hiçbir yere sığdırmayan bu halin farkındaydı. Utanmıyordu ama ne yapacağını bilemiyordu. Son bir umutla buluşmak istedi Seher. Yalçın belki en azından gelip ailesi ile konuşur ve rahmine düşene baba olmayı kabul ederdi.
Bir yeni mesaj düştü Yalçın’ın telefonuna. “Akşam yedide, evde. Bekliyorum, özledim, gel lütfen.”
Seher, hava almak istediğini söyleyerek çıktı evden. Ve gitti diğer eve, ev olmayan eve.
Geldi Yalçın.
Ve başladı Seher. Konuştu. Konuştu. K o n u ş t u… Koooooonuuuuştuuuuuu.
K O N U Ş T U.
Bu dırdır hali Yalçın’a çok tanıdık geliyordu. Karısı perdeleri değiştirmek ya da boynuna yeni bir mücevher istediğinde aynı böyle bir tavır takınıyordu. Seher de onun gibiydi artık, ne çekilmez olmuştu böyle. Kadınlar hep aynıydı, yaş farketmiyordu. Bıktırıyorlardı.
"Karımla konuşamam. Seni de bırakamam. Anla beni, çocuklarım var."
"Benim de var. Bizim de var."
"Yok artık Seher. Doğurmayacaksın. İkimiz de biliyoruz. Üç aydır yoksun ortada. Bugün gidelim halledelim şu işi."
"Bu kadar basit bir şey mi sahiden bu? Halledelim şu işi ne demek… Seni tanıdığım güne…"
Hiddetlenmişti Seher. Belki de ilk kez bu kadar. İçinde büyüyen bir nefretti gördüğü. Yalçın’dan değil de daha çok kendinden nefret ediyordu. Bir an önce çıkıp gitmek istedi oradan. Geride ona ait hiçbir şey bırakmadan gitmek istiyordu. Masanın üzerinde duran annesinin basma eteklerinden birini giyinmiş olan Themis’i de aldı eline. Kapıya yöneldi. Yalçın arkasından kuvvetlice sarıldı. Bırakmıyordu sahiden de. Ama bu başka türlüydü. Hissetti Seher. Vakit gelmişti. Bütün yorgunluğu dinmeliydi şimdi. Balkona koştu. Elinde Themis heykeli. Etrafa bakındı. Gözleri bir bez parçası ile bağlı. Aşağıya baktı. Ne kadar yüksekte olduğunu görmek istedi. Elinde kırık terazisi ve kılıcı. Yalçın bağırdı. Dur, sakıııın! Adaletin temsilcisi Themis, bakire bir kadın. Seher, bıraktı kendini on yedinci kattan. Kuşlar gibi süzüldü. Yere çarptı.
Themis yerle bir oldu.
Büşra Çelik
Comentários