İşaret parmağını, baş parmağının üzerine koydu. Bir süre bekledi. Parmaklar aç bir hayvanın ağzı gibi açılıp kapanırken Nilüfer, aralarında sünen beyaz yapışıklıktan gözlerini ayırmadı. Tıpkı çocukluğundaki gibi. Sık sık elini burnuna yaklaştırdı. Keskin kokuyu ciğerlerine çekti. Gözlerini kapadı.
Şimdi ortasında soba yanan sınıfta, tahta sırasında oturuyor. Olsa olsa dokuz yaşında. İki yanından sarkan beliklerini çekiştiriyor. Bu hâliyle pencere kenarına konan güvercinlerden farkı yok. Onlar kadar ürkek. Sanki sırtında güvercin telaşı taşıyor. İçindeki ayaza inat, sınıf ilkbahar bahçesi. Sobanın üstünde usul usul yanan mandalina kabuklarının mayhoş kokusu dört bir yanı sarmış. Bir de elmanın şekerli aroması. Öğretmeni haklı. Allahutaala’nın yarattıkları hiç çöp olur mu? Hiçbir şeyi israf etmemeli. Sonra maazallah günaha gireriz. Kimi zaman okul yolunda, kimi gün kahvaltı sofrasında, bazen kaçamak bir oyunda, bazen de şarkılar mırıldandığı sırada bütün günahları uzun uzun dinledi Nilüfer. İnsanın amel defterine sevaptan çok günah yazıldığını öğrendi.
“5001 Nilüfer Uzun!”
“Buradayım öğretmenim.”
Sarsıldı. Şaşırdı. Bu tok, gür ses ona mı ait? “Buradayım,” diye tekrarladı. “Allah’ın cezası bu evden başka gidebileceğim bir yer yok. Buradayım işte.” Şükretmeyi bilmediği gibi yetinmeyi de hiç öğrenemedi. Başka türlü birisi olmayı ne çok diledi hâlbuki. Hep pozitif düşünenlerden, kişisel gelişim kitaplarının yıldızlarından. Oysa kendini bildi bileli, içinde dümenini doğru yöne kırmayı beceremediği başıboş bir isyan dolaşıyor. O isyan, az önce bira şişesini sehpaya devirdi. Çevik bir hamleyle kaldırdı Nilüfer. Üstünden sarı damlalar süzülen fotoğraf albümünü kazağına sildi. “Kahretsin! Hamur gibi olmuş hepsi,” diye söylendi. Onlarca fotoğraf, arpa suyuna teslim oldu nihayetinde. Albümü koltuğun üzerine kurumaya bıraktı. Çözdü bağdaşını, bacaklarını uzattı. Varisleri günden güne çoğalıyor. Ağrıları başa çıkılacak gibi değil. Tek başına yaşlanmak, çıkmaz bir sokakta sıkışmak sanki. Birkaç defa yalandan salladı bacaklarını, sonra kalçalarını altındaki mindere iyice yerleştirdi. Bu derin çukurda kendini güvende hissediyor. Ölümüne dek burada oturabilir. Söküp yapıştırdığı, ayırıp birleştirdiği yakınlarıyla bir ömrü böyle tüketebilir. “Merak ediyorum. Karşımda olsan birlikte bira içebilir miydik? Sigaranı yakmama izin verir miydin?” Takım elbiseli adam sorularına cevap vermedi. Bir eli pantolon cebinde, okul bahçesinden bakmaya devam etti. Of’lar, ah’lar, bilumum nidalar döküldü peş peşe, Nilüfer’in incecik dudaklarından. Ardından bir kibrit, henüz sarılmış bir sigaraya yaklaştı. “Benimki de lâf. Çiçekli elbisemi parçalara ayırdığını unutmuşum gibi seninle bira içmeyi hayal ediyorum.” Göğsünden dışarı kahkahalar taştı. “Bacaklarım meydandaymış ya. Hiç utanmıyormuşum ya.” Yapıştırıcının kapağını açtı. “Sahi, Allah dokuz yaşındaki kızı cayır cayır yakar mı?” Küçük bir kâğıt parçası yerleştirdi fotoğrafın arkasına. Öğretmeniyle ayrı düşmüş ellerini yeniden birleştirdi.
"Ödevini yaptın mı?"
"Şey..."
"Yapmadın mı?"
"Öğretmenim..."
"Nilüfer, çabuk tahtaya gel!"
İsminden nefret ediyor. Büyüdüğünde değiştirecek. Zeynep olacak. Dünyadaki en güzel isim. Kimse Zeynep’e bağıramayacak. İsminin bastıra bastıra söylendiğini işitmeyecek kulakları. Avuç içleri tavana bakıyor. Sırtından aşağı bir damla ter aktı. Yaşamada diretecek. Bakacak. Dokunacak. İnadına sevecek. Sıkıca yumdu gözlerini. Kaslarının acısını hissedebiliyor. Birinin yüzünü okşamanın ne demek olduğunu öğrenecek. Bir elin başka bir eli, üstelik hiç mecburiyet yokken neden tuttuğunu bilecek. Cetvel sağ elinde şaklıyor. Bir, iki, üç. Kaşlarını, alnının ortasında derin bir çukur oluşturana kadar çatmayacak mesela. Dudaklarını aşağı doğru sarkıtmayacak. Hiçbir zaman karşısındaki adama benzemeyecek. Altı, yedi, sekiz. Bugünlük bu kadar. Paçayı kurtardı. Sırasını bir kız arkadaşına devretti. İçinde huzursuzluk. Geçip karşısına dikilse, cezaların hepsine talibim dese, ne olur? Öldürecek hâli yok ya. Gerçi bir keresinde bayılmıştı. Annesi ne kadar korkmuştu o zaman. Yanında yatmıştı bütün gece. Yine korkar. Ağlar da. Kafasındaki düşünceleri kovuverdi Nilüfer. Defterini açtı. Avcunun içi sızım sızım sızlıyor. Bir kez daha, “Annem bu adamla nasıl evlenmiş,” diye kendine sordu.
“Hadi, kuru artık. Bu albümün ilk sayfasında sen yer alacaksın.” Nilüfer, fotoğrafı yelpaze gibi sallıyor. Babası, kendisi, arkalarındaki bayrak direği, üçü birden, hafif hafif dalgalanıyor. Her dalgada birbirlerine daha da yaklaşıyorlar. Babası kollarıyla Nilüfer’i sarıyor. Mutlular. El ele oluşları, ilk defa anlamlı. “İnsan beyni ne acayip şey değil mi baba? Unuttuklarımızın, hatırlamak istemediklerimizin yerine yeni hikâyeler yazıyor. Sonra getirip anı diye önümüze koyuyor. Biz de kabul ediyoruz. Hem de seve seve. Bir anlamda mecburuz. Başka çaremiz mi var? Alıp bağrımıza basıyoruz işte. Hiç kullanılmamış anıları başımıza taç yapıyoruz. Galiba beynimiz bize acıyor baba.”
Biranın tadı kaçmış. Oda duman altı. Zar zor yerinden kalkıyor. Ayakları uyuşmuş. Gövdesi yük ne zamandır. Mutfağın yolunu tuttu. Zulada birkaç şişe daha birası olacak. Birini dolaptan kaptığı gibi geri döndü. İçeri girmedi. Eşikte öylece duruyor. Herhangi bir kapı eşiğinde sürprizlere yer olmadığından emin. Bunu annesinin cenazesinde öğrenmişti. Ayaklarının yere basmadığı bir sandalye tepesinde, tanıdık bir kapı eşiğindeyken. Kendi salonuna girmesine izin yoktu. Herkesin sırayla açıp baktığı, okşayıp ağladığı yüzü Nilüfer son bir defa görememişti. Şimdi ise eşikte onu sessizlik karşılıyor. Çöp, ter, içki kokusu. Kimsesizlik de sırada. Yıllardır bildiği şeyler. Hâlâ yadırgıyor olması ne tuhaf. Yine de yadırgamak, alışmaktan iyi. İnsan alışmadığı şeyleri pekâlâ değiştirebilir. Buna yürekten inanıyor. Eskiden yeni yapabilir. “Deniyorum. Seni bir kere olsun güzel hatırlayayım diye her şeyi deniyorum. Bütün bu fotoğraflar ne için sanıyorsun? Onlarla kendime sıfırdan bir hayat yazıyorum. Her birine mutlu hikâyeler uyduruyorum. Ama çok zor. Çocukluğumu silsem ilk gençliğim hortluyor. Olanca ağırlığınla üstüme yıkılıyorsun baba.”
Zihni allak bullak. Çiçek, okul, cetvel, günah, sevgi, elbise, baba, ev, anne, cenaze, eşik... Başı dönüyor. Bazı şeylerin yaşla ilgisi yok. Ağlamak buna dâhil. İnsan altmış yaşındayken de dokuz yaşındaki gibi ağlıyor. Aradan geçen elli bir seneye rağmen sorularına cevap bulamamışsa, giderek artan bir şiddetle hem de. Bir saat öncekinden daha ağır, hâlsiz, isteksiz şimdi. Duvarlara tutuna tutuna içeri giriyor. Çok yorgun. “Dünyaya gelmeyi ben mi istedim? Mektup mu gönderdim Allah’a?” İri vücudunu koltuğa atıyor. Bıktı. Usandı artık. Şimdi kapıdan çıksa, otuz iki merdiveni tek nefeste inse, sokağa karışsa. Yıllardır adım atmadığı kaldırımları arşınlasa. Delirse hatta. Ne güzel olur. Delirmek özgürlük değil mi? Ama yapamaz. Albümleri tamamlaması lazım. Hem hikâyeler de daha bitmedi. En iyisi yeniden işe koyulmalı. Önce bir sigara.
Didem Gözükaraoğlu
Comments