Yine akşam oldu. Karanlık şehrin üstüne değil, göğsüme çöktü. Bugün de eli boş döndüm eve. Şirketlerin kapısında iş aradım. Özgeçmişinizi bırakın size döneriz, dediler. Aylardır ne dönen oldu ne de kapımı çalan.
Öğretmenlik babama göre en garanti meslekti. Onun ısrarıyla eğitim fakültesini okudum. Yolların aşılması zor, memleketin şartları çetindi. Hayata bir yerden tutunmam gerekiyordu. Annemin kimsenin istediği işte çalışmadığını, babamın haklı olduğunu söylemesiyle kararımı verdim. İyi bir iş teklifi alana kadar öğretmenlik yapacaktım. İçimde boşluk ile hiçlik arasında değişen belli belirsiz bir çözülme duygusu yaşadığım bir zamanda özel bir okulda iş buldum. Kendimi bu meslekten azade edemedim. Sinemada da bir yere ait olmayanlar rol gereği oynamıyor muydu? Ben de bu oyunu gittiği yere kadar sürdürmeye karar verdim.
Keder atlası tüm varlığımı kuşatırken okul bahçesine attım adımımı. Burası bir arı kovanıydı mübarek. Öğrenciler daha ilk günden çok sesli koro hâlinde soru yağmuruna tuttular beni.
Kızıl saçımın asıl rengini sordu biri… Boyumun kısalığına takıldı diğeri...
Daha ilk günden öğrenci-veli-idare üçgenin içine girdim. Hiç alışacak gibi değildim buraya.
Ertesi gün ve sonra…
Sonranın ertesi de…
Masa başında iş beklerken arı uğultuları kemiriyordu beynimi. Eve geldiğimde kafamı bir tülbentle sarıyor, bacaklarımın altına iki yastık koyuyordum. Bezginliğimi gören annem, elime bitki çayı verirken kolay iş olmadığını söylüyordu.
Günler, günlerin gürültüsü, günlerin yorgunluğu, günlerin çığlığı olan bu mesleğe beni alıştırmaktı niyeti. İçimde envaiçeşit bunca kararsızlık, yerine oturamamış hâliyle sarsılıyordum.
Kaderimin gittiği yere kadar gitmeye devam ettiğim bir gün okulun bahçesinde tuhaf bir kadın dikkatimi çekti. Bir elinde süpürge bir elinde fotoğrafla çocukların peşinde koşturuyordu. Üstünde başında pejmürde kıyafetler… Ak düşmüş saçları dolaşık... Ağzında şekilsiz, kırık dişleri… Bakışlarımı kadının üzerine sabitledim. Öğrencilerden öğrendim. Kargalara taş çıkaran histerik kahkahalı, süpürgeli cadının adı, Deli Melahat’mış. Kendi derdimden yeni fark ediyordum ortalıkta dolaşan bu garip bu münzevi kadını. Deli Melahat, ayaklarıma doğru süpürgeyi uzatıp geçeceğim yerleri süpürdü. Üzerinde bin dokuz yüz yetmiş yazan eski bir fotoğraf vardı elinde. Ben adım attıkça fotoğrafı burnuma sokarak, “Bunu gördün mü?” diye sordu gülümseyerek. Deliden korkmaya başladım. Güvenlik görevlisine baktım. Kadını başımdan alması için kaş göz ettim. Nihayet rahatsız olduğumu anladı. Melahat Hanım, hocam derse girecek. Siz şöyle buyurun, dedi. Ona hanım demesini garipseyerek bu kadının kim olduğunu sordum.
Bir delinin hayatını kifayetsiz cümlelerle özetledi. Okulun etrafında gezermiş. Bahçe duvarının arkasında bekler; sisli, muğlak bakışlarıyla seyredermiş çocukları. Bazen de bahçede onlarla oynarmış. Zararsızmış ama. Deli Melahat’ın süpürgesiyle bir beşgen şekli çiziliyor zihnimde.
Mavi gözleri çakmak çakmaktı Deli Melahat’ın. Umutla bakıyordu öğrencilerin yüzüne. Sanki öz çocuğuydu hepsi… Onların saçlarını okşayarak üstlerini düzeltiyor, çantalarını taşıyordu. Ben de alışmaya başlamıştım çocuk vızıltısına.
Elindeki fotoğrafı göğsüne bastırarak sevince boğulan bu kadın kimdi? Kimi kimsesi var mıydı? Nerede yaşıyordu? İdare okulun etrafında dolaşmasına nasıl izin veriyordu? Veliler tedirgin olmuyor muydu? Demek ki herkes alışmıştı ona. Ben de yadırgamıyordum artık. Deli Melahat’ın da, “Bunu gördün mü?” derken sesini Bağdat bülbülü gibi inceltmesi beni sevdiğini gösteriyordu.
Okula geldiğim ilk zamanlar üzerime çöken karabasan kayboluyor, içimde bir yerlerde saklı kalan merhamet yol olup yürüyordu. Öğretmenlikle arama ördüğüm duvarlar kırılmaya başlıyordu. Bu kutsal mesleği eklerine ayırmayacaktım. Kararlıydım.
Deli Melahat’ın hayatını öğrenmek istiyordum. Okuldan çıkınca onu takip etmeyi bile düşündüm. Bahçedeki melisaların, güllerin, sümbüllerin kenarlarındaki ayrık otlarını yolan personele onun nerede kaldığını sordum. “Okulun etrafından ayrılmaz. Gece gündüz burada. Fotoğraftaki çocukla konuşur. Kâh güler kâh ağlar.” dedi. Belli ki elindeki ayrık otları gibi görüyordu o da Deli Melahat’ı.
Ne yaşadı bu kadın, nerede tükettiler ömrünü? Onun yok ettikleri hayatı, her geçen gün kaybolmaya devam ediyordu. Zihnim darmadağındı. Onu bu hâle getiren kocası mıydı? Bir sevdiği mi var mıydı? Fotoğraftaki çocuk ölü müydü, kaçırıldı mı? Kendi kayıp çocukluğu muydu?
Süpürgeli Deli Melahat…
Geçmişin peşinde bir anne...
Hangisiydi Melahat? Belki de hiçbiri. Okulda her karşılaşmamızda, “Hangi hikâyenin kadınısın sen Melahat?” der gibi bakıyordum yüzüne. O, hayatın attığı çelmelere takılmıyor, Kurtuba’yı kutsayan güvercin teleklerini kanatlarına takıp koşturuyordu çocukların peşinde.
Eve sızlana sızlana gelmiyorum ama annem belleğimin sislerine gömüldüğümü fark ediyordu. Bana tuhaflaşan sessizliğimin sebebini soruyordu. Ona Deli Melahat’ı anlatırken dizlerini döverek, “Hayatın labirentinde pusulasını nasıl kaybetti zavallı?” diyerek ortak oluyor hislerime.
***
Okulun yönetim kurulu değişti. Bir gün yeni müdire geldi. Elli yaşlarında. Albenili. Esmer yüzüne yakışan kıvırcık saçları. Kırmızı topuklu ayakkabıları taşlı. Leopar desenli elbisesi kısa. Rönesans tablolarından çıkıp gelmiş gibiydi âdeta. Kafasını dikerek yürüyüp geçti önümüzden. Ekâbir. Yeni müdiremizle kafamdaki geometrik sembollerin açısı genişliyordu. Daha gelir gelmez toplantı yaptı. İlk günden sıraladı talimatlarını. Saygıda kusur istemiyordu.
Bana Bayan Müdire Hanım, diyeceksiniz. Birbirinize beyli bayanlı hitap etmeyeceksiniz. Asla ‘hocam’ demeyeceksiniz. Hoca camide! Düğmeleri mutlak ilikli takım elbiseyle geleceksiniz okula. Başlarınız daima eğik. Ses tonunuz tiz çıkacak karşımda. Benim haberim olmadan koridorda sinek bile uçmayacak! Herkes emir komuta zincirine uyacak. Burası devletin denizi değil. Bu şartlarda çalışmak istemeyen dilekçesini muhasebeye bırakabilir...
Zihnimin gemisi alabora olurken tam zamanında bir şirketten iş teklifi aldım. Artık kendi işimin patronu olacaktım. Muhasebeden çıkışımı yaptım hemen. Bayan Müdire Hanım’la son kez karşılaşmanın huzuru içindeydim. Ama o, her zamankinden daha telaşlıydı. Okulun tavanından, bahçenin demir kapısına kadar her yeri dedektif gibi kontrol ediyordu.
Bayan Müdire Hanım’a başarılarının devamını dileyerek okuldan ayrıldım. O sırada bana doğru hızla yaklaşan Deli Melahat’ı gördüm. Gelir gelmez talimatlarından biriydi. Onun bahçeye girmesini yasaklamıştı. Bakışlarını Deli Melahat’ın yüzüne sabitledi. “Bu sokak kadını nasıl girdi buraya? Zil çalmadan atın bu deliyi. Ayağımın altında dolaşmasın.” diye bağırdı etrafındakilere. Güvenlik görevlisinden başka kimse tepki vermeyince sinirlendi. Deli Melahat’ın kolundan tuttu. “Deli. İğrenç yaratık. Defol okulumdan.” diye itekledi. O da fotoğrafı koynundan çıkararak, “Bunu gördün mü?” dedi gülümseyerek. Bayan Müdire Hanım, onun elinden hızlıca aldı fotoğrafı. Ayakkabılarının ökçesiyle ezdi. O da Kara Murat’a taş çıkaran deli kuvvetiyle aniden yere serip süpürgesiyle vurdu kabalarına. Daha önce kimseye zarar vermeyen kadının gerçekten delirdiğini düşündüm. Güvenlik görevlisi Deli Melahat’ın zararsız biri olduğunu söyledi. Bayan Müdire Hanım’ı sakinleştirmeye çalıştı. Fakat onun hırçınlığı dinmedi. “Polisi arayın çabuk!” diye canhıraş çığlıklar attı.
Deli Melahat’ın Bayan Müdire Hanım’ın hakaretlerine daha fazla maruz kalmasına dayanamadım. Onun yanına giderek eciş bücüş hâlde kalan fotoğrafı eline verdim. Hızlı hızlı nefes alırken inip çıkan göğsüne bastırdı fotoğrafı. Sakinleşmesi için sırtını sıvazladım. Yaralı kuşun tek sığınağı olan bahçeden çıkardım. Arabaya doğru yürüdük. Deli Melahat’ı nereye götüreceğimi bilmiyordum. O da bana hiç itiraz etmedi. Parçalanmaktan kurtardığım fotoğrafı göğsünden çıkardı. “Bunu gördün mü?” diye sordu gülümseyen gözleriyle.
Teneffüs zili çalıyordu. Bahçeye inen öğrencileri ona göstererek hepsi senin çocuğun, dedim.
Dilek Altundağ
Comments