Uslu durmaya çalışmazdan önce çok yaramaz bir kadındı-o kadar yaramazdı ki ana caddede, Elm Tree Fırını'ndan demir yolları sınırına kadar bir aşağı bir yukarı gezinerek muhteşem giyim kuşamını sergilerdi. Bu gezintileri sırasında bir kez olsun ne bir erkek şapkasıyla selam vermeden ne de bir kadın reverans yapmadan durabilirdi. Sokakta yanından kaçamak bakışlar atarak geçerdiniz-ama kürkleri, dantelleri ve elbiseleriyle bakılmaya değerdi doğrusu. Kasabamızdaki tek uzun vizon kürk onundu, ayakkabıları Ganz Mağazası tarafından Chicago’dan getirtilirdi. Onunkiler toplu hanımlarda sıklıkla görebileceğiniz mucizevi derecede küçücük ayaklardı.
Genellikle yalnız yürürdü, ama ender durumlarda, bilhassa Noel zamanlarında, sessiz, donuk gözlü, aptal bakışlı bir kızın ona eşlik ettiği görülebilirdi. Dükkânlara girip çıkarken, kız salak salak onu takip eder, arada sırada durup ucuz bir tarağı ya da taşları imitasyon pırıltılı bir takı setini-veya ne tuhaftır ki sarı saçlı, mavi gözlü, pespembe yanaklı bir oyuncak bebeği- hayranlıkla incelerdi. Yine de ister yalnız ister biriyle birlikte olsun, kasabamızın mağazalarında arzı endam edişi fiyatlarda ani bir sıçrayışa sebep olurdu. Dükkân sahipleri ondan para koparmaya çalışırdı, o da bunu bilir, hiç sesini çıkarmadan ödemeyi yapardı. Çünkü hiç kimsenin pazarlık nedir bilmediği bir sınıftan geliyordu. Yük deposunun yanındaki Panjurları Kapalı Ev’in sahibiydi-öyleydi Blanche Devine.
Bizimkinden büyük bir şehirde hiç kimsenin dikkatini çekmeden dolaşabilir, kötü kadın gibi de görünmezdi. Ama tabii ki abartılı makyaj yapardı, yanından geçerken aşırı tatlı nefesinin belirgin ağır kokusunu duyardınız. Bir de kulaklarındaki o elmas damla küpeler vardı ki, herhangi bir kadın, mizacı gereği onlara uzun uzun ve dikkatle bakmadan edemezdi. Ancak, dolgun yüzü, ağırlığına rağmen, iyi bir espri anlayışına sahip zekâ ifadesi taşır, gözlükleri ise ona bir şekilde saygın bir bakış kazandırırdı. Gözlük takan birinin bayağı olacağını düşünmeyiz çünkü. Kısacası, büyük bir kentte, rahat yaşamının getirdiği refah sebebiyle tek korkusu formunu kaybetmek olan, iyi giyimli, hali vakti yerinde, huzurlu bir eş ve anne olarak kabul edilebilirdi; ama bizler için o, Yaşlı Ayyaş Givins veya Binnslerin yarım akıllı kızı gibi kasabamızın demirbaş bir karakteriydi. Eczanenin köşesini geçer geçmez, orada aylaklık eden boş gezenin boş kalfası boş bakışlı serseriler arasında kıs kıs gülüşmeler olurdu, birbirlerine pis pis bakarak alçak tonlu şakalar yaparlardı.
İşte, Blanche Devine’ı eskiden beri bildiğimiz için, yük deposunun yanındaki evle alakasını kestiğini, köşedeki küçük, beyaz evde yaşamaya başlayacağını, artık uslu bir hayat süreceğini duyunca, en saygıdeğer mahallelerimizin birinde isyana benzer bir şeyler oldu. Haklı olarak öfkelenen eşleri tarafından ayağa kaldırılan kocaların hepsi yemekten sonra, acaba şu işi durduramaz mıyız diye anlamak için Alderman Mooney’in yanına damladılar. Oraya varan protestocu kocalardan dördüncüsü, Blanche Devine’nın satın aldığı köşedeki eve komşu oturan Çok Genç Kocaydı. Çok Genç Kocanın Çok Genç bir Karısı vardı. Bu ikisi Snooky’nin ortak sahipleriydi. Snooky üç yaşında-dörde yaklaşıyor-du. Melek gibi bir şeydi, yalnız daha sağlıklıydı, elleri de daha kirli. Mahalledeki bütün herkes zaman zaman onu evlerine alır bakardı, şımartmaya uğraşırlardı fakat Snooky hiçbir zaman şımarmazdı.
Alderman Mooney, aşağıda kilerde, fırınla uğraşıyordu. Fırın tulumu üstündeydi. Ağzında kısa siyah bir pipo vardı. Protestocu kocaların üçü daha yeni gitmişlerdi. Çok Genç Koca, Bayan Mooney’in tarifine uyarak kiler merdivenlerinden indi, Alderman Mooney, fırını kurcalama işinden başını kaldırdı. Piposundan çıkan duman bulutlarının arasından baktı.
“Selam!” diye seslendi. Açık avucunu kaldırıp elini sallarken duman dağıldı.
“Aşağı gelsene! Yemekten beri bu bozuk fırınla uğraşıyorum. Gerektiği gibi kapanmıyor. Bahara doğru epey olacak, şu fırın hep inat ediyor. Bu kış kaç ton kullandın?”
“A, beş!” dedi Çok Genç Koca, kısaca. Alderman Mooney enine boyuna iyice bir düşündü bunu. Genç Koca, elleri ceplerinde, su tankının kenarından karşıya doğru eğildi. “Söylesene, Mooney, Blanche Devine’nın köşedeki evi satın aldığı doğru mu?”
“Bu akşam bu soruyu sormak için buraya gelen dördüncü kişisin. Yatma saatine kadar mahallenin geri kalanını da bekliyorum. Evet, tamamen aldı.”
Genç Koca kıpkırmızı kesildi, çizmesinin ucuyla bir kömür parçasını tekmeleyip attı.
“Of ya, lanet olsun, ne kadar utanç verici!” diye hararetli hararetli konuşmaya başladı. “Jen sofradayken ağlayacaktı neredeyse. Bu mahalle Snooky’nin güvenle büyüyeceği iyi bir yer olacaktı güya. Blanche Devine gibi bir kadın böylesine saygın bir yere gelip ne yapmak niyetinde ki acaba? Benim kendi evim var, vergilerimi ödüyorum…”
Alderman Mooney kafasını kaldırıp baktı.
“O da ödüyor…” diyerek araya girdi. “Evi elden geçirecek. Boyayacak, kilere bir fırın koyacak, bir sundurma ekleyecek, etrafına beton dökecek.”
Genç Koca sözlerini jestlerle vurgulamak için ellerini ceplerinden çıkardı.
“Söylediklerinin konumuzla ne alakası var? Pencerelerine elmaslar taksa, bahçesini İtalyan tarzında düzenlese, üzerinde tavus kuşları gezen terasla çevirse dahi umurumda değil. Bu semtin belediye meclis üyesi sensin, değil mi? Ee, onu bu mahalleden uzak tutmak senin görevindi. Bir emirle filan işi bağlayabilirdin. Bir dilekçe yazıp imza toplayacağım. Yapacağım bunu…”
Alderman Mooney fırının kapağını öyle bir gürültüyle kapattı ki, tehdidin gerisi güme gitti.
Yukarıdaki borunun dirseğini döndürdü, sonra, bu faydasız konuşmayı sonlandırmak için isli avuçlarını hızlı hızlı birbirine sürttü.
“Evi aldı,” dedi sakin bir sesle. “Parasını da ödedi. Yani ev onun. Saygılı olduğu sürece bu mahallede istediği kadar oturma hakkına sahip.”
Çok Genç Koca güldü.
“Olmayacak! Hiçbir zaman olmazlar.”
Alderman Mooney piposunu ağzından çıkardı. Başparmağını sokup pürüzsüz kenarına sürterken, içine görmeyen gözlerle bakıyordu. Yüzünde keyifsiz bir ifade-açık konuşacağı için rahatsız olmuş birinin bakışı- vardı.
“Bak buraya! Sana bir şey diyeceğim: Blanch’ın o yeri aldığı gün, tesadüfen Belediye Başkanının ofisindeydim. Evi almadan önce yığınla kâğıt kürek işiyle uğraşmak zorunda kaldı. Hatırı sayılır bir zaman geçirdi ama halletti. Söylüyorum evlat, o kadın hiç de o kadar…Kötü değil.”
Çok Genç Koca, sabrı taşmış bir şekilde bağırdı.
“Aman aman! Bana hiç anlatma bunları Mooney! Blanche Devine bu kasabanın gediklisidir. Ufak çocuklar bile onun ne mal olduğunu bilir. Eğer tövbe ettiyse filan, o işi bırakıp doğru dürüst bir yaşam sürmek istiyorsa, neden başka bir yere gitmiyor, Chicago’ya mesela ya da-kimsenin onu tanımadığı- başka bir şehre?”
Alderman Mooney’in piponun kenarına sürtünen parmağı birden durdu, başını yavaşça kaldırdı.
“Ben de öyle dedim. Belediye Başkanı da aynısını söyledi. Ama Blanche Devine burada yaşamayı istiyormuş. Deneyip görecekmiş. Burası benim evim diyor. Ne acayip, değil mi? Diyor ki burada kimseyi kandıramazmış. Herkes onun kim olduğunu biliyormuş. Eğer başka bir yere giderse, öyle diyor, eninde sonunda gerçek ortaya çıkarmış. Çıkar, diyor. Her zaman! Öyle görünüyor ki, şey, yaşamak istiyor; yani diğer kadınlar gibi. Şöyle açıklıyor: Hiçbir dine, öyle herhangi bir şeye inanmıyormuş. Şimdiki hali yirmi yaşından hiç de farklı değilmiş. Diyor ki; son on yıldır tek isteği manava gidebilmek; diyelim mesela, kerevizin fiyatını sormak, eğer manav yedi olması gerekirken on derse, aklıyla onu alt edip ağzının payını verebilmekmiş. Sonra başka bir yere doğru yelken açmak, mağaza sahiplerine, diğer kadınlardan daha fazla katlanmak zorunda olmadığını görene kadar alışverişe devam edebilmek istiyormuş. Akıllı kadın Blanche! Tanrı biliyor, onu yerine konuşmuyorum, esasında ama o daha az konuştu. Ama yine de Belediye Başkanıyla ben geçmişini az buçuk öğrenmiş olduk.”
Çok Genç Kocanın yüzünde bir küçümseme belirdi. Jen ile tanışmadan önce yulaf eken, çok çalışkan bir çiftçi olarak tanınırdı. Çok Genç Koca, gençliğine rağmen, bir iki şey bilirdi! Jen v yakalı yazlık elbisesini giydiğinde bile hep sinirlenirdi.
“Yoo, kendini acındırmıyordu,” diye devam etti Alderman Mooney, küçümseme ifadesine cevap olarak. “Hesabı kendi ödermiş, her zaman da öyle olmasını beklermiş. Anladığım kadarıyla kocası onu beş parasız bırakıp gitmiş-çocuğuyla. Dört dolar haftalıkla kötü bir aşevinde çalışmış. İkisi o koşullarda fazla yaşayamamışlar. Daha sonra bebek…”
“İyi geceler!” dedi Çok Genç Koca. “Zannedersem Bayan Mooney sizi çağırıyor.”
“Minnie! Bütün yemek boyunca öyle söylendi ki sonunda dayanamadım, aşağıya inip fırınla uğraşmak zorunda kaldım. Sinirlidir, Minnie.” Tulumunu çıkardı, bir çiviye astı. Genç Koca merdiven basamaklarını çıkmaya başladı. Alderman Mooney parmağıyla onun koluna dokundu. “Minnie’nin önünde bir şey deme sakın! Öfkeden kuduruyor. Minnie ile çocuklar bu yaz akrabaları görmeye Batıya gidiyorlar. Neyse işte, bir Devine kadınına, “Günaydın!” demeye çok da cesaret edemezdim ben şahsen. Neyse, kimse onunla konuşmaz, umarım. Ama seninle onu konuşacağımı bir şekilde tahmin etmiştim.”
“Teşekkür ederim!” dedi Çok Genç Koca kuru bir şekilde.
İlk yaz geldiğinde, Blanche Devine yeni evine taşınmadan önce, taş ustaları gelip bir şey inşa etmeye başladılar. Ufacık beyaz evin yanında onunla muazzam bir uyumsuzluk içinde taştan büyük bir ocak yükseliyordu. Blanche Devine kendine bir ev yapmaya uğraşıyordu. İş devam ederken, arada sırada gelip adamları izliyordu. Evin etrafında dolaşıyor da dolaşıyor, kafasını kaldırıp eve bakıyor, şemsiyesiyle ya da parmak ucuyla dürtükleyip, badanayı ve duvar boyasını kontrol ediyordu. Bir gün yanında, elinde bahçıvan küreği olan bir adamla çıkageldi. Adam evin yanındaki kare şeklinde bir alanı kürekle kazıp belledi. Evi bitişikteki Çok Genç Çiftin bahçesinden ayıran çit boyunca uzun bir yer açtı. Bizim kasabalı gözlerimize göre oraya bezelyelerle latinçiçekleri ekilecekti.
Blanche Devine’nın taşındığı gün, civardaki evlerin yatak odalarının fırfırlı beyaz perdelerinde çılgınca bir dalgalanma meydana geldi. Daha sonra bazı kokular, yanmış yemeklerden çıkanlar gibi mesela, atmosfere yayıldı.
Blanche Devine’nın yüzü kıpkırmızıydı; heyecanlanmıştı. Saçı biraz bozulmuştu, kulaklarında pırıl pırıl elmas damla küpeleriyle, en güzel vizon kürküne sarınmış bir halde taşınma faslını yönetti. Ama üçüncü günün sabahında, bir elinde küçük bir merdiven, diğerinde dumanı tüten bir kova sıcak su ve çeşitli ebatlarda beyaz bezlerle kapının dışında göründüğünde nefesimizi tutup bekledik. Merdiveni evin duvarına dayadı, dikkatle üstüne çıktı, sonra bir ev kadını titizliğiyle pencereleri silmeye başladı. Toplu vücudunu saran beyaz bir süveter giymişti, başında-çerçeve gibi-hırpalanmış, eski bir keçe şapka vardı. Çok eski zamanlarda kadınların giydiği bir temizlik kıyafetiydi bu. Sıcak suyu ve temiz bezleri fazlaca kullandığını fark ettik. Camları pırıl pırıl parlayana kadar ovdu. Her yerlerini silerken inatçı lekeleri tespit edebilmek için merdivenin üstünde tehlikeli bir şekilde yana doğru eğiliyordu. En titiz, en keskin gözlerimizle bakarken bile Blanche Devine’nın pencere temizliğinde hiçbir kusur görememiştik.
Mayıs geldiğinde, Blanche Devine, kulaklarındaki elmas damla küpelerini çıkarmıştı. Belki de onların yokluğu sebebiyle yüzüne yeni bir ifade yerleşmişti. Çarşıya indiği zamanlarda başındaki şapkaların kasabadaki diğer kadınların taktıklarına daha çok benzemeye başladığını fark ediyorduk. Ama abartılı ayakkabılarıyla hâlâ ilgi çekmeye devam ediyordu. Ancak küçük ayaklara sahip olduğu için çaresiz kalan şişman bir kadına uygun olan, doğru bir tutumdu bu. Çarşı alışverişlerinin ilkbahar ve yazın seyrekleştiğini gözlemlemiştik. Eve küçük paketleri yüklenmiş halde gelirdi. Yemekten önce sokak giysilerini çıkarır, yıkanabilir ev elbiselerini giyerdi ki bu da tutumlu olmaya özen gösteren bizler için de kuraldı.
Evinin parlak ışıklı pencerelerinden, mutfağıyla oturma odası arasında hızlı hızlı gidip geldiğini görebiliyorduk. Mutfak kapısından çıkıp havaya karışan kokulara bakılırsa, o da aynen bizim kendi evlerimizde yaptığımız gibi sade yemekler yapıyor, kızartmalar, haşlamalar ya da fırın yemekleri pişirip ne yiyecekse kendisi hazırlıyor gibi görünüyordu. Bazen sıcak çayın eşlikçisi kahverengi bisküvinin nefis kokusunu duyardık. Bir kadının başkaları değil de sadece kendisi için o bisküvileri pişirmesi çok azimli olduğu anlamına gelir.
Blanche Devine kilise cemaatine de katıldı. Ayine geldiği ilk pazar sabahı girişte, yer göstericiler arasında ufak bir telaş yaşandı. Sonra onu arkada bir yere oturttular. İkinci pazar sabahı korkunç bir şey meydana geldi. Blanche Devine’nın yanında oturan kadın dönüp kısa bir an taş gibi bir suratla baktı, sonra telaşla ayağa kalktı, gidip koridorun karşısındaki bir sıraya oturdu.
Blanche Devine’nın yüzü, beyaz pudrasının altında donuk kırmızı bir renge dönmüştü. Kiliseye bir daha hiç gelmedi. Ama bir iki kez papazın onu evinde ziyaret ettiğini gördük. Papazı her zaman hoş bir şekilde kapıya kadar geçirir, küçük basamaklardan inip kaldırıma varana kadar kapıyı açık tutardı. Papazın karısı onu hiç aramazdı ama.
Bizim gibi o da erken kalkardı. Yaz geldiğinde buğulu, altın sabahlarda küçük bahçesinde dolaştığını görürdük. Tombul vücudunu daha da iri gösteren, bahçenin ve elma ağacının yeşil rengiyle uyumsuz soluk mavi sabahlıklar giyerdi. Komşu kadınlar bu sabahlıkları kınayıcı Püriten bakışlarla süzerlerken kendi giydikleri birinci sınıf pamuklu kumaştan eteklerini düzeltirlerdi. Bu durumun mide bulandırıcı olduğunu söylerlerdi-ki, belki de öyleydi. Fakat yılların alışkanlıklarıyla kolayca baş edemezsiniz. Blanche Devine-tatlı bezelyelerini buduyor, incecik dallarıyla terasın kafesine tutunan Virginia sarmaşıklarını endişeyle gözden geçiriyor, verandaya astığı sepetlerdeki çiçeklerine su veriyor-keyifle işlerini yaparken, bu kınayıcı bakışları fark etmiyordu. Keşke içimizden biri, bir sabah günaydın demek için çitinin önünde durmuş olsaydık, sonra da bizim küçük kasaba ağzıyla komşulara yakışır şekilde seslenseydik ona.
“Ay, ne ıscak de mi! Daha erkencek bir de. Öğlene kavrulcaz!”
Ama yapmadık.
Zannediyorum ki akşamlar onun en yalnız olduğu zamanlardı. Küçük kasabamız yaz akşamları canlanır, cıvıl cıvıl insan sesleriyle dolardı. Kasabadaki günlük koşturmacayla boğulup gün boyu sıcağı çektikten sonra, serin verandada oturup ferahlamak çok hoştu. Hava kararıncaya kadar oturup dikiş diker, kitap okurduk. Bitişikteki komşularımızla bol bol laflardık. Erkekler çimenleri, tahta kutulardaki çiçekleri sular, ufak, sessiz gruplar halinde toplaşıp, sokağa yeni döşenen kaldırım taşlarını konuşurlardı. Hatta Mrs. Hines’in konserve yapacağı zaman vişnelerini getirip verandada ayıkladığını bile bilirim. Vişneleri öbek öbek ayırıp, üzerlerini kendi bahçesindeki asmanın şarabıyla kapatırdı ama komşuların seslenmeleri ve dikkatini dağıtmaları sebebiyle çok da etkili olmazdı bu. Kucağında çaydanlık, sandalyesinin yanında, yerde olgun vişnelerle dolu süzgeç, bir yandan sohbet eder, bir yandan vişnelerin çekirdeklerini çıkarır, asmaların arasından bakarken vişnelerin kıpkırmızı suyu tombul kollarını boyardı.
Blanche Devine, o akşamlarda-samimi konuşmalar ve manzaralarla dolup taşan akşamlarda-bizimle ilgili ne düşünürdü; merak ediyorum. Uzun bir süre kapalı panjurların arkasında yaşamış biri olarak bütün kasaba ona bakarken, evinin yeni verandasında kendini bir yere oturtmak onun için zor olmalıydı. Ama, bizi sessizce izleyerek-büyük bir kararlılıkla- oturmaya devam ederdi. Arada sırada denk geldiği sohbet kırıntılarına büyük bir açlıkla atlardı. Sütçü, dondurmacı ve kasabın çırağı onunla her gün havadan sudan konuşurlardı. Daha girişken beyefendiler; onlar, kapının önündeki basamaklarda, elleri beyaz posta kutusuna dayalı durur, kapıda bir elinde mutfak havlusu, diğerinde belki bir tabak olan Blanche Devine ile çene çalar, günün o saatini paylaşırlardı. Blanche Devine’nın küçük evi bir temizlik abidesiydi. Onu hepimiz gibi, mutfakta dizlerinin üstüne çökmüş, yer bezi ya da fırçayla yerleri silerken görmek hiç de ender rastlanan bir manzara değildi. Konserve yapılan zamanlarda mutfağından yaban elması turşusunun mayhoş kokuları, salatalık turşunun tatlı, ağız sulandıran kokuları, ahududu reçelinin o aşırı, o mübarek rayihası taşardı dışarıya. Snooky, bahçedeyken, kendilerine ait olan taraftan, sıklıkla çitin parmaklıkları arasından, baştan çıkartan kokuların geldiği yöne doğru dönüp bakardı.
Bir Eylül sabahı erken saatlerde, Blanch Devine’nın mutfağından yine o misler gibi, taze pişmiş-tereyağlı, vanilyalı, üzerlerinde fındıklar olan- kurabiyelerin kokuları geliyordu.
Aklınızın gözleri yalnızca bu kokularla bile fırından yeni çıkmış çıtır çıtır, ağızda dağılan, leziz kahverengi yuvarlakları resmederdi. Üzerinde kırmızı süveteri ve şapkasıyla Snooky, bütün o kokuları ta uzaktan aldı. Çitin önündeki yerine gitmek için kum havuzunu derhal terk etti. Parmaklarının üstüne dikilip, görüşüne engel olan çitin arasından baktı. Blanche Devine, elinde oklava, hamur tahtasından başını kaldırınca, onu meraklı gözlerle seyreden altın kafayı gördü. Snooky kalbindeki gizli niyetle, gamzeli tombik elini kaldırıp, içtenlikle salladı. Blanche Devine karşılık verdi. Bundan cesaret alan Snooky iki elini çıkarıp çitin üzerinden deli gibi sallamaya başladı. Blanche Devine bir an tereddüt etti, unlu eli kalçasında öylece durdu. Sonra rafların önüne gitti, beyaz, temiz bir tabak çıkardı, masanın üzerindeki kahverengi kavanozdan üzerleri cevizle süslenmiş, ağızda dağılan en kahverengi, en çıtır çıtır, en iyi kurabiyeleri seçti, iştahı kabartacak şekilde tabağa yerleştirdi. Basamaklardan indi, çimleri hızlıca geçti, amacına ulaşmış Snooky’nin yanına geldi. Blanche Devine, dudaklarında gülümseme, gözleri yumuşacık, tabağı uzattı. Snooky, tombul beyaz eliyle uzandı.
“Snooky!” diye cırladı tiz bir ses. “Snooky!” Terör estiren, öfkeli bir sesti. “Şimdi hemen yanıma gel. Sakın o şeylere de dokunayım deme!” Snooky, pembe parmaklarının biri ağzında, isyankâr bir suratla somurtarak tereddütlü durdu.
“Snooky! Duymuyor musun beni?”
Çok Genç Eş, sonra, arka verandasının basamaklarından aşağı inmeye başladı. Soooky, tabaktaki lezzetli kurabiyelere üzgün gözlerle bakıp kederle arkasını döndü. Çok Genç Eş, dudakları kapalı, gözleri çakmak çakmak ilerledi, acı çığlıklar atan Snooky’nin kolundan tuttu, eve doğru sürükleyerek götürdü.
Blanche Devine elinde tabakla çitin önünde durdu, tabak yavaşça yana doğru eğildi, içindeki üç kurabiye kayarak çimenlerin üstüne düştü. Blanche Devine bir an kurabiyelere baktı. Sonra hızla döndü, eve girip kapısını kapattı.
Blanche Devine’nın uzunca bir süredir evinde olmadığını fark etmemiz aşağı yukarı bu zamana denk gelir. Küçük beyaz ev haftalardır boştu. Onun kasaba dışında olduğunu bilirdik; çünkü nakliye aracı bavullarını almak için gelirdi. Kaşlarımızı anlamlı anlamlı kaldırırdık. Gazete ve faturalar verandasının önünde tozlu öbekler halinde yığılırdı. Ama geri döndüğünde pencereler açılır, köşe bucak hep temizlenirdi. Sonra Blanche-kafasına bir havlu sarılmış bir halde- birkaç dakikalığına pencerede görünür, elindeki toz bezlerini silkelerdi. Yaptığı bu temizliklere muazzam bir enerji harcıyor gibi görünüyordu-sanki onun için bir tür emniyet supabı gibi.
Kış geldiğinde, biz yataklarımızda uykudayken, o, ızgaralı şöminesinin önünde, uzun uzun otururdu. Perdeleri çekmeyi ihmal ettiği zamanlarda, sıcacık şöminesinden çıkan alevlerin, duvarlarda cine benzer gölgelere dönüşerek dans edişini izlerdik. Sonra sulu sepken karın yağdığı, doluların takır takır döküldüğü geceler gelirdi-bu rüzgârlı, sert gecelerin ertesinde, sabah gazetelerde trenlerin yolda kaldığını okurduk, posta gecikir, telefon telgraf telleri devrilirdi.
Blanche Devine’nın kapısına vurulduğunda gece yarısıydı ya da geçmişti-ısrarla, güm güm yumruklanıyordu. Sönmekte olan ateşin önünde yarı uyur vaziyette oturan Blanche Devine, kapı sesini duyunca kendine gelip korkuyla büzüldü. Sonra eli göğsünde ayağa fırladı. Gözleri fırıl fırıl bir o yana bir bu yana dönüyor, kaçacak yer arıyordu. Kapının böyle yumruklandığını daha önce de duymuştu. Mavi ceketlilerin* merdivenlere doluştuğu, korkanların çığlıkları, yalvarışları; vahşice bir karmaşa demekti bu ses. Bu yüzden, titreye titreye ilerlemeye başladı. Ama sonra hatırladı, artık tamamen uyanmıştı- hatırladı, başını yukarı kaldırdı, hafif acı bir tebessüm yayıldı yüzüne. Kapıya doğru yürüdü. Kapının yumruklanması devam ediyordu, şimdi daha da şiddetlenmişti. Blanche Devine verandanın lambasına hafifçe dokunup kapıyı açtı. Bitişikteki komşu Çok Genç Eş yarı giyinik halde tökezleyerek içeri girdi. Blanche Devine’nın kolunu iki eliyle birden tutup sertçe sarstı. Rüzgâr ve kar ikisinin üzerinde dönüp duruyordu.
“Bebek!” diye bağırdı yüksek bir sesle, kendini kaybetmiş gibiydi. “Bebek! Bebek…”
Blanche Devine kapıyı kapattı. Genç Eşin omuzlarından tutarak güçlü bir şekilde sarstı.
“Bağırmayı kes,” dedi yumuşakça. “Bebek mi hasta?”
Genç Eş, konuşurken dişleri birbirine vuruyordu.
“Koş, çabuk! Ölüyor! Will kasaba dışında. Doktor çağırmaya çalıştım. Telefon çekm…Işığını gördüm! Tanrı aşkına…”
Blanche Devine Genç Eşin kolunu tutup kapıyı açtı. Birlikte iki evi ayıran ufak bahçeyi geçtiler. Blanche Devine iri yarı bir kadındı ama merdivenleri bir genç kız gibi çıkıp, doğru odayı mucizevi kadın sezgileriyle hemen buldu. Snooky’nin yatağından tüyler ürpertici boğuk sesler geliyordu.
“Kuş palazı,” dedi Blanche Devine. Sonra hemen mücadeleye başladı.
Çok iyi bir mücadele veriyordu. Yetersiz gelen malzemeyi sıraya dizdi, azar azar kullandı. Bayılmak üzere olan Genç Eşin yerine de çalıştı, korkmuş, eli ayağına dolanan beceriksiz yardımcı kızın yapacaklarını da yapıp telafi etti.
“Sıcak su getirin-çokça olsun!” dedi kollarını sıvarken. “Sıcak bezler hazırlayın! Çarşafı yırtın, başka bir şey de olur! Gaz ocağın var mı? Odada, çaydanlıkta su kaynatalım diyorum. Buharını alsın. Eğer olmazsa, bir şemsiyeyi üstüne açalım, üzerine bir havlu serelim, çaydanlığı altına tutalım ki içerde ona yetecek kadar buhar oluşsun. Evde sütleğen** var mı?”
Genç Eşin yüzü bembeyazdı. Titreye titreye bütün emirleri yerine getiriyordu. Blanche Devine ona bir kez daha sertçe baktı.
“Sakın bayılayım deme!” diye emretti.
Mücadele böyle devam etti. Bebeğin başlarda çok ürkütücü olan nefes alışverişleri giderek daha yumuşadı, kolaylaştı. Ama Blanche Devine rahatlamadı. Ancak küçük beden rahatlayıp uykuya geçince, memnun bir ifadeyle arkasına yaslandı. Yorganı yatağın kenarına sıkıştırıp düzeltti. Yastığın üzerindeki yüzü son defa inceleyip emin olduktan sonra, beti benzi atmış, darmadağınık Genç Eşe bakmak üzere arkasını döndü.
“Artık gayet iyi. Sabah olduğunda doktoru çağırabiliriz. Ama gerekir mi bilemiyorum.”
Genç Eş, yatağın öteki tarafına geçip Blanche Devine’nın yanına geldi. Yüzüne bakarak durdu.
“Benim bebeğim öldü,” dedi Blanche Devine kısaca. Genç Eşin ağzından, belli belirsiz, ufak bir çığlık kaçtı. Kollarını Blanche Devine’nın geniş omuzlarına koydu, yorgun başını göğsüne yasladı.
“Sanırım artık gitsem iyi olacak,” dedi Blanche Devine.
Genç Eş, başını kaldırdı. Gözleri korkuyla fal taşı gibi açılmıştı.
“Gidiyor musun? Yoo, lütfen kal! Çok korkuyorum. Bence tekrar kötüleşebilir. Şu kahrolası nefes darlığı…”
“İstersen kalırım.”
“Aa, ne olur! Kal lütfen. Yatağını yapayım da dinlen.”
“Uykum yok ki. Aram pek iyi değildir zaten. Salonda otururum ben. Hem orada ışık da var. Sen yat. Ben arada yoklarım onu. Okuyabileceğim bir şey var mı? Şöyle neşeli, içinde aşk meşk de olan bir şey…”
Gece böyle devam edip gitti. Snooky beyaz yatağında uyudu. Çok Genç Eş, küçüğün yanındaki yerinde kendinden geçti. Blanche Devine, gölgesi duvarın üstünde olduğundan fazla büyürken, tombul bedeniyle salonda oturuyor, elindeki kitabı okurmuş gibi yapıyor, arada sırada kalkıp ayaklarının ucuna basarak, mucizevi bir sessizlik içinde yatak odasına gidiyor, ufak yatağa doğru eğiliyor, dinliyor, bakıyor, sonra memnun bir halde, yine ayak uçlarına basarak yerine dönüyordu.
Genç Koca, ertesi sabah iş gezisinden, kar fırtınası ve stop etmiş araba hikâyeleriyle döndü. Blanche Devine, mutfak penceresinden onun geldiğini görünce rahatlayıp derin bir nefes aldı. Komşu evi artık sahiplenen gözlerle izliyordu. Snooky’yi merak ediyordu tabii ama artık sormasına gerek yoktu; biliyordu. Bu nedenle bekledi. Yan komşu Genç Eş, kocasına geçirdikleri berbat geceyi anlatmıştı- gözyaşlarıyla, hıçkıra hıçkıra anlatmıştı. Çok Genç Koca, karısına çok; çok ama çok kızmıştı. Kızdım, dedi, aynı zamanda da şok geçirdim. Snooky’nin o kadar hastalanmış olması imkânsız! Baksana! Her zamanki gibi. Ya o kadını çağırmış olman! Eh, yani, çok acımasız olmak istemiyordu tabii ama karısı anlamalıydı artık; bir daha o kadınla konuşamazdı. Asla!
Çok Genç Eş, ertesi sabah Genç Koca ile dışarı çıktı. Blanche Devine oturma odasının penceresinden gizlice onları seyretti, sonra, posta kutusuna bakma bahanesiyle ön kapıya geldi. Orada dururken Çok Genç Eş, kocasının kolunda önünden geçti. Oldukça solgun bir yüzle-Blanche Devine’a bakmadan, tek bir laf etmeden, ufacık bir işaret bile vermeden- geçip gitti.
Sonra da şöyle oldu. Blanche Devine’nın yüzüne, gözlerini yaran bir bakış geldi. Ağzı incelip dar, çirkin bir çizgiye döndü. Çenesindeki kaslar gerilip sertleşti. Hayal edebileceğiniz en çirkin bakıştı. Sonra gülümsedi. Ama tabii dudaklarından birinin kıvrılarak dişlerinden ayrılmasına gülümseme denebilirse.
İki gün sonra, beyaz evin köşesinde büyük bir haber duyuldu. Perdeler indirilmişti. Mobilyalar sarılmış, halılar yuvarlanıp toplanmıştı. İki kamyon gelip evin arkasına yanaştı. Blanche Devine’nın onun için ev anlamını taşıyan bütün eşyalarını yüklenip götürdüler. Sonra ne duysak iyi; Blanche Devine Panjurları Kapalı Evdeki hissesini geri almıştı. Hani şu yük deposunun yanındakini, dedik gözlerimizi devirerek.
“Uzun sürmeyeceğini biliyorduk!” dedik.
“Hiç sürdüremezler ki!” dedik.
*Amerikan İç Savaşında Kuzey Birliklerine mensup askerler kastediliyor.
** Kuzey Amerika’da yetişen bir ot.
Edna Ferber
Çeviri: Nurgök Özkale
Uslu durmaya çabalayan kadın, şıngırdayan bir başlangıcı haber veren bir başlık olmuş. Sağ olun. Edna Ferber'e ilişkin kısacık bilgi olabilse.