Evin koridorundayım. Az önce açıp kapattığım evin dış kapısının arkasına oturuyorum. Kırmızılı mavili halının ucunu elime alıp birbirine karışan ipliklerini düzeltiyorum. “Ahhh şu beynimdeki haroşaya duran düşünceleri de düzeltsem ya,” diye mırıldanıyorum. Bende bu akşam sıkılmanın da ötesinde bir şeyler var. Nedenini biliyor olmak, çözümü kolaylaştıracağı yerde her birine zihnimde adeta kördüğüm atılıyor. Ofluyorum. Yandan asmalı çantama gözüm ilişiyor. Evden çıkmam gerekiyor. Biliyorum. Rengini sevmesem de çantamı koluma takıyorum. Son günlerde sevilmeyeni seçmeyi huy ediniyorum. Aklıma kimliğim geliyor. İki karışlık gri çantamı bir hamlede ters düz edip alelacele cüzdanımı boşaltıyorum. “Ben kimim?” diye diye kendimi dışarı atıyorum. Kasım rüzgârı yemiş kuru yanaklarımda kısa süreli bir sırıtma beliriyor. Kendimi, neyi yapmamam gerekiyorsa onu yaparken bulduğumu hayal ediyorum.
“Kafamdaki sesleri bu yürüyüş bastıracak. Bastırmalı! Her adım bir kelimeyi yutunca, diğer kelimeler cümle olamayacak kadar anlamsızlaşmalı,” diyorum. Önce daire kapısını hızla kapatırken tiz sesini duyuyorum. İrkiliyorum. Bahçe kapısını yavaşça örtsem de yağmurla ıslanan kapının küf üfüren nefesini ensemde hissediyorum.
Kendimi ikinci benle konuşurken buluyorum. “Şehrin kalabalık caddesinden devam etmeliyim yürümeye.” Hala ara sokaklardayım. Gözlerim otuz yedi numaralı kadife ayakkabımda. “Ne kadar güzeller üstelik çok da rahat. Severek almıştım. Turuncu,” diyorum. Kafamı hızlı hızlı sağa sola bir şeyler döküyormuşçasına sallıyorum. “Bugün yanımda, üzerimde, zihnimde sevmediklerimi istiyorum,” diyorum. Ayakkabımı ilk gördüğüm çöp kutusuna çıkarıp atıyorum. Bana bakanları görmek istemiyor, önüme bakarak içimdeki seslerle boğuşmaya devam ediyorum. Ne garip. Bu garipliğe güldükçe somurtuveriyorum. İyi gelen şeyleri de yasaklıyorum. Nefes alıp verirken ağzımdan çıkan dumanla bazı suretlerin oluştuğunu görüyorum. Elimi ağzıma götürüp haylaz haylaz gülüyorum. “Vayyy! Hayriye kız meğer seni de sevmiyormuşum,” dedikten sonra kendime dönüp, “Üç kağıt oynamışsın bunca yıl, yine kandırdın beni,” deyip, Hayriye’nin yanına Aslı’yı, Mustafa’yı da ekleyip el ele tutuşturup arada onlara bakarak söyleniyorum. Ne kadar insan çıktı bilmiyorum ama en son komşunun köpeği çıkıp bana havlayınca susuyorum. “Yemedi di mi? Dediklerinizi duyuyorum. Bugün bana gülmek serbest. Helalinden patlatın kahkahanızı bee!” diyorum.
Beni bir üşüme alıyor. Bir araya getiremediğim ceketimin sevimsiz yakalarını gördükçe neşeleniyorum. Yıkandıkça sararmış, temiz olmasına rağmen pis görünmeleri keyfimi arttırıyor. Gel keyfim gell! Peşine Zeki Müren’den bir şarkı söylüyorum. Şimdi uzaklaaardasıın… Sarhoş sanıyorlar. Bu bakışlar beni daha bir gaza getiriyor. Sesim kısılınca şarkıyı yarıda kesiyorum. Birkaç kişinin bile sinirini bozmak bana, gökyüzünün şişesine boşalttığım karbondioksitimi geri yutmuşum zevkini veriyor.
Sokağın sonuna geliyorum. Acaba bu uzun caddenin neresindeyim? Yazı tura atıyorum. Yazı gelirse sağdan, tura gelirse soldan gideceğim. Yazı geliyor ama ben soldan gitmeyi tercih ediyorum. Parayı arkama fırlatıp bir nanik yapıyorum. Karşımda da biri, bir altmış boylarında. Kumral saçlarını bülbül yuvası gibi kafasının üzerine dolamış. At kestanesi yutmuş iri gözlerini hiç sevmiyorum. O da bana nanik yapıyor. “Hadi sen de katıl bize,” dedikten sonra yürümeye başlıyoruz.
“Aaa sen ne yüzsüz şeymişsin böyle,” diye turuncu ayakkabılarıma söyleniyorum. Kızın ayağındalar. Kıza onları nerden aldığını soruyorum. “Yüksek akıllının biri çöp kutusuna atmış,” diye alaycı bir tebessümle ağzını sımsıkı yapıp sola kıvırıyor. “Yuh artık yani!” dedikten sonra çenemi kapatıyorum.
Arkamda bıraktığım tüm sözcüklerimle bu insan atmosferinin içini delerek geçmek istiyorum. Herkesin gözüne bakarak yürüyorum. Beni kimse fark etmiyor mu? Fark etmek mi istemiyorlar? Yoksa fark edilmekten mi korkuyorlar? “Hey! Beni dinle bak, sana istemediğin şeyler anlatacağım,” derken kısacık boyumla bir zıplamam var ki herkes görmeli.
Bir altmış beş boylarında kaşlarına kadar sahte sarışın bir kadına, “Hey sen!” diye sesleniyorum. Bir iki söylendikten sonra esmerliğini yüzüne vurduğumu zannediyor. Ilık bir duş etkisi yaşatan diğer bakışlara aldırmadan mutlu mutlu bana bakıyor. Bu da bizden deyip onu gri çantama koyuyorum. “Sen burada biraz bekle. Birkaç kişi daha gelsin size sırıtmayı unutturacak sözlerim var,” diyorum.
Hah işte! Hemen çaprazımda ayakkabısının iplerini bağlamaya çalışan bir dede görüyorum. Eğilip bağcıklarını bağlamasına yardım ediyorum. Bastonu ile sırtıma dokunuyor. “Çok sıkı bağlama,” diyor. Sonra da şekerden katarakt inmiş gözlerine düz bir anlam konumlanıyor. “Seni çok sevdim ama sen çantamdaki ablayla anlaşamazsın. Bi dahakine artık,” diyerek uzun lacivert paltolu dedeyi kaldırımın kenarında bırakıyorum. Dedenin peşimden bir gelişi var. Bastonunu elime tutuşturup çantama atlıyor. “Sen kaşındın,” diyorum. Sarı pantolonlu tamirci bir adamı da alıyorum. Okul çantasını fırlatıp birkaç öğrenci de gelince çantamda bir gürültü oluşuyor. “Aferin size!” diyorum. Bu frekansta kalmaları işime geliyor. Kafamdaki sesleri duyamaz oluyorum. Hep beraber bir dondurmacıya doğru yürüyoruz. Soğuk bir akşamda ciğerlerimiz üşüyene kadar yememiz gereken üç, beş, sekiz… Sonrasını sayamadığım dondurmaları alıp hooop çantama atıyorum. Buz gibi bir hava ve seslerdeki artışla beraber titremem birbirine refakat ediyorlar. Dondurmalar eşliğinde kafamda çözümü çok kolay olup düğümlenen arkadaşımdan, onun eşinden, eşini kaybeden arkadaşımdan, ağabeyimden, onlara geçenlerde intihar eden on beş yaşındaki Samet’ten bahsediyorum. “Hayat doluydu Samet. Babasının bir cenazeye gelişi vardı.” Bir yandan da, “Yiyin dondurmalarınızı bastırır,” diyorum. “Kayra ile Saadet de annelerini bir süredir göremiyorlar.” Ara ara susuyorum. Sustukça çantamda bir bağırma, haykırma, ağlaşmalar. Derken arkadan bir gürültü geliyor. Annelerin sıcacık koynundan alınan çocuklar koşuyorlar. Peşimizdeler. Sizi asla alamam diye koşmaya devam ediyorum. Çantamdakiler söyleniyorlar. Onları duymazlıktan geliyorum. Neyse ki köşeyi dönünce karanlığın da yardımı ile iki bina arasına saklanıyorum. Çocuklar ilerleyince onları atlattığımı düşünüyorum. Bizim sokağın diğer ucunda olduğumu fark ediyorum. Çantamda eriyen dondurmalar, kırmızı, mavi ışıklar ve bir kadının, çok sevdiğim bir kadının sesi. Kulaklarımda korkunç bir uğultu var. Beynim çantama akmış gibi donup kalıyorum. “Orada, Orada!” diye onu duyar duymaz bana doğru ilerleyen üniformalılara yüzünü özellikle göstermek istiyor. Sağımda bir adam ve solumda bir kadın polisle gri çantamda bir sürü kişi polis arabasına biniyoruz. Ellerimi arkadan kelepçeliyorlar. Aralarında bilmediğim bir dilde konuşuyorlar. Kadın olan beni alaycı tavırları ile süzüyor. Sonra şoföre dönüp, “En kolay işimiz bunlar,” diyor. O kadar konuşma içinden bir bunu seçip anlıyorum. Üzerime vanilyalı, karamelli dondurma bulaşmış. Beni mahkemeye çıkarıyorlar. Aklım kendimi içine atamadan elimden alınan gri çantamda kalıyor. Hakimle avukat futbol oynuyor gibi lafları ağızlarında evirip çevirip savcıya paslıyorlar. Sonunda konuşma sırası bana da geliyor. Günlerce süren sorgudan sonra aynı şeyleri söylüyorum. “Söylediklerinizi kabul etmiyorum, üzerime isnat edilen hiçbir şey suç değildir,” desem de yüzlerindeki ifade aynı kalıyor. Nihayet cezam belli oluyor. Elim bu sefer önden kelepçeli olmakla birlikte bayan bir polisle beton duvarların arasından geçiyoruz. Ayaklarımıza bakamıyorum. İleri doğru diyagonal uzanan kare döşemelerin derzlerine gömülmek istiyorum. Değil altı yıl, bir saat sonrasını bile düşünmek istemiyorum. Çok yorgun ve bitkinim. Bir an önce koğuşuma girmek istiyorum. Kapının önünde bir süre dikiliyorum. Bana, “Hoş geldin,” diyorlar. İçerde kaç kişi var? Nasıllar? Beni tekrar sorguya alsalar herhalde hiçbir şey söyleyemem.
Kapı üzerime kapanınca gözümün üzerinde bir sürü göz olduğunu fark ediyorum. Meraklı bakışlarını üzerimden çekmeye çalışıyorlar. Tıpkı üst üste yığılmış olan ranzalar gibi. Belli ki beni utandırmak istemiyorlar. Koğuşu süzmeye devam ediyorum. Birçok göz kaçamak bakışlarıyla yerlerde gezinmeye devam ediyor. Bense burada biriken kimsesizliğin cevabını bulmaya çalışıyorum. Tam karşımda beyaz bir kapı var. Tuvaletin kapısı olduğunu tahmin ediyorum. Onun sağında duvara doğru dizilmiş üç tane sünger yatağa gözlerim takılıyor. Ortada yaklaşık iki metrelik boş bir alan var. Gözlerim birkaç saniye yataklara dalıp gidiyor. Düz, uzun saçları beline kadar sarkan kumral, zayıf, orta yaşlı bir kadın beni eliyle yanına çağırıyor. Koğuşun solunda gri battaniyesi özenle örtülmüş bir yatağa oturtuyor. “Eski sahibi yeni tahliye oldu,” diyor. Bu yüzü solgun, ela gözlü kadının adını sormayı bile akıl edemiyorum. Karton bardakta bana çay getiriyor. Tadını alamadan, sıcaklığını hissedemeden hızlıca içiyorum. Telefonda sesini duysam daha genç sanacağım bu ses bana enerji veriyor. Burada kaç kişi olduklarını, buraya girmeden önce ne iş yaptıklarını, herkesin tek tek ismini söylemeye devam ediyor. O konuşurken, arkamızda birisinin yanımıza yaklaşmış olduğunu yeni fark ediyorum. İstemeden göz göze gelmiş bulunuyoruz. Yüzüme hiç konuşmadan uzun uzun bakıyor. Hemen arkasından bir çocuk çıkıyor, birden, “Ben Ecem,” diyor. Annesinin hayır anlamında kafasını sallamasına aldırmayarak, ikide bir gömleğimin belime yakın kısmına dokunup duruyor. “Dondurma lekesi,” diye ağzımdan kaçırıyorum. Çocuk, bitter çikolatadan gözleriyle kafasını yukarı kaldırarak uzunca bana bakıyor. Üzerinde sarı renkli bir kazak var. Ellerini tutuyorum. Ecem’in incecik parmaklarındaki soğukluğu hissediyorum. Bana dört yaşında olduğunu söylüyor. Peşine, “Birazdan akşam yemeği gelir,” diyor Ecem’in annesi. Tam da bu güzel kızın annesinin adını soracakken Ecem’in elinde bir tarakla koşarak tekrar yanımıza gelmiş olduğunu fark ediyorum. Tarağı annesine veriyor. “Hadi anne saçlarımı yine örsene,” diyor. “Senin saçlarında karamelliymiş,” diyorum Ecem’e. Kızının saçlarını nazikçe tarayan annesi bir ara bana bakıp, “Saçlarını kesemiyorum,” diyor. Gözlerimi şaşkın bir ifadeyle açıp, “Neden?” diye sorunca, “Kulaklarını sıcak tutmak için. Gece daha soğuk oluyor,” diyor.
Akşam yemeği geliyor. Meğer çocuklar için ayrı yemek verilmiyormuş. Anneleriyle aynı porsiyondan ortak yiyorlar. “Eh işte bezelye pilavdan daha iyiydi,” diyerek masadan kalkmadan etrafı izliyorum.
Bir süre sonra herkes kendi yataklarına çekiliyor. Henüz tam sessizleşmeyen bu yeni evimde ilk gecem. Ecem’in annesinin yavrusundan daha fazla üşüdüğünü bilerek, yatağa sırt üstü uzanıyorum. Gözlerim üst kattaki ranzanın altına takılıyor. “Burada düşünürken bile kısa bakışlarla düşünmelisin,” diyerek kendime espri yapıyorum. Ama bu sefer içimden gülmek gelmiyor.
Günlerden sonra ilk kez bir yatakta yatıyor olmak uykumu hemen getirmeli. Yok yok beni bir türlü uyku tutmuyor. Sağa sola dönerken, boğaları sayarken uyuya kalmış olmalıyım ki göz kapaklarımı araladığımda beton pencereden kırılan ışıklar gözlerimi alıyor. İlk kez kalabalık uyanmanın verdiği neşeyi içimde hissedemiyorum. Yataktan doğruluyorum. Bir elimle ranzanın demir koluna tutunurken diğer elimden Ecem tutuyor. “Zeytin çekirdeklerinden kolye yapıyoruz. Sen de gelsene,” diyor. Kafamı sallayarak onay veriyorum. Birazdan kahvaltı için oturacağımız masanın etrafında birkaç kişi var. Ecem’in çekirdekleri sayan ellerini her öpüşümde gülümsüyor. “Buraya oyuncak almıyorlar,” diyor Sevil. Ecem’i saymazsak bu tatlı kız aramızda en gencimiz.
Kahvaltıdan sonra zeytin çekirdeklerimi Ecem’e veriyorum. “Sana başka bir oyun öğreteyim mi? Gri Çanta Oyunu, belki seversin,” diye sorunca “Eveet,” diyerek bana sarılıyor.
“Önce bir kâğıda çantalarımızı çiziyoruz. Sonra koğuştakileri sırayla çantanın içine koyuyoruz. Onları istedikleri yere götürüyoruz,” diye anlatıyorum. Ben yorulunca başka arkadaşlar da oyuna katılıyorlar. Bugün uzun süre bu oyunu oynamaya devam ediyoruz. Ecem hiç yorulmuyor. Hayallerimize kırmızı ve mavi yüklemeden son durağımız hep dondurmacı oluyor. Artık dondurmalarımız erimeden yesek diyoruz. Gözyaşımızın donmadığı oyunlarda karamelli, fıstıklı ve çilekli. Hepsinden istiyoruz. Anneli ve babalı. Çikolatalı ve vanilyalı.
Elif Altıntaş
Komen