Sırt çantasını omuzuna atarak güvenlik kontrolünden geçmek için sıraya girdi. Etrafına göz gezdirirken, büyük valizleriyle itiş kakış yaşayan, ağız dalaşı yapan insanlara gözü ilişti. Onlara aldırış etmeden verilen şeffaf kapların içine telefon, anahtar ve çantasını koyarak x-ray cihazından kolayca geçti. Onu, ağırlaştıracak hiçbir şeyi ne yanında, ne bedeninde, ne de ruhunda taşımayacağına yemin etmişti. Ceplerindeki ve çantasındaki metalleri gayretle boşaltmaya çalışan insanları görünce yanına aldığı bir çift pantolon, kazak ve kitabı için kendine teşekkür etti. Zaten gittiği yerde fazla kalmayacaktı. Geçiş kapısından ilerleyerek yerine oturdu. Bu uçağa ilk binişi değildi, ama içinde anlam veremediği bir his vardı. Derince birkaç nefes aldı. Aklını meşgul eden düşünceleri hipokampüse kaldırarak kitabını açtı ve satırlarda gezinmeye başladı.
Yüzünü kuzeye dönmüş, yeşilimtırak renkteki rutubet kokan temiz evden çıkan uzun boylu, ince bedenli, nahif görünümlü otuz yaşlarındaki kadın, beyaz yazmasını ince parmaklarıyla boynundan geriye iterek bağladı. Elindeki parçalanmış ekmekleri duvarın üzerine dizdi. İnce boynunu güneşe doğru kaldırarak, ekmekleri güneşin en yakıcı yönüne doğru çevirdi. Duvarın dibindeki tahta iskemleyi alıp avlunun ortasında, sırtını ekmeklere vererek oturdu. Öğlen güneşinin yakıcı sıcağı kadının sırtına abanıverdi. Yavaşça tüm kemiklerine yayılan sıcaklık yüzündeki genç çizgileri gülümsetti. Karşılık beklemeden ısıtan güneşin altında, vücudunu arada sağa sola çevirerek ondan nasiplenmenin zirvesine oynuyordu adeta.
Geçen gittiğim ev ziyaretindeki kadın, ekmek kızartma makinesinden çıkardığı kızarmış ekmeklere özenle tereyağı ve bal sürdü. Kenarları varaklı, ayakları ince ama gövdesi kaba olan sehpadaki yaldız süslemeli tabağıma bıraktı. Sırtını da güneşe nispet yapar gibi yanan peteğe dayayarak konuşmaya devam etti.
Isıdan tatmin olmuş olacak ki duvarın üstündeki ekmekleri kontrol etmek için atik bir kalkış yaptı. Kurumuş olanları elindeki kâseye koydu, diğerlerini ise iyice çıtır çıtır olması için çevirerek orada bıraktı. Bahçenin sağındaki kuşburnu ağacına yöneldi. Henüz kızarmamış kuşburunlarını eliyle okşadı, onlara bir şeyler mırıldanarak altındaki maltızı alıp közünü harladı. Harlanan ateşin üzerine kalaylanmış tencereyi koydu. Soğanları, patatesleri soydu. İnce ince doğradığı soğanları dikkatle altın sarısı yağa attı. Soğanın kokusu tüm mahalleyi tutsa da bu koku onlar için yabancı değildi. Mahalleli bilirdi ki; Memnune’nin kocası yine yoktu. Her ayın on beşinde aylığını cebine koyar koymaz şehre inip on beş gün boyunca hovardalık yapardı. Sabilerini doyurmak için günlerin geçmesini beklerken elindekileri idareli kullanmayı istemeden de olsa öğrenmişti. Beş çocuk günlerce bu tencereyle doyacaktı. Küçük tüpün ise uzun süre buna dayanacak mecali yoktu. İdareli olmayı kadınlıktan sayan kocası Şeref ise bunu marifet olarak görürdü.
Kadın halâ konuşmaya devam ediyordu. Nefesinin iplerini sürükler gibi… Bahçedeki çiçekleri uzun süre orada gördüğü için sıkılmış ve hepsini söktürüp Avrupa’dan getirttiği çiçekleri ekmiş. Kocası ona kıyamadığı için gündelikçi tutuyormuş. Eve sevimsiz bir bakış atıp, “Geçen yeni moda olan mobilyaların siparişini verdim. Bunlardan sıkıldım artık,” derken araya girdi.
“Kızınız hakkında konuşacaktım!”
“Tabii Neva tek çocuk, hiçbir eksiği yok. Ne isterse babası hemen alır. Sizin de bildiğiniz gibi çok zeki bir kız…
Kavrulan soğanlara salçasını ve patatesleri koyup baharatını da ekledikten sonra yemek kokusu artık kendini bulmuştu. Lezzetli yemeğin kokusunu alan küçük Neriman ağlayarak acıktığını ilan ediyordu. Memnune ağlama sesini duyunca hemen bebeği almak için eve koştu. Kucağındaki on aylık kızını battaniyeyle yerdeki sergiye bıraktı. Onunla konuştu, oynadı, gönlünü hoş etmek ister gibi gayretli kahkahalar attı kızına. Karşılık bulan içten sevgi avluyu gülücüklere boğdu. Tam o anda tahta kapı gıcırtıyla açıldı. İçeriye elindeki tencereyle giren bitişik komşu Havva teyze gülücüklere eşlik ederek; “Benim güzel kuzum sen yeni mi uyandın?” derken elindeki yemek dolu tencereyi maltızın yanına koydu. Mahcup bakışlarla ona bakan Memnune ’ye, “Bugün benim oğlan mesaiye kalmış, bende tek başıma yemek yiyemiyorum biliyorsun. Hadi sofrayı hazırla da yiyelim çabucak,” dedi.
Bir yandan da bebeği kucağına alıp hoplatıp zıplatıyordu. Onları izleyen Memnune yetim olmanın verdiği boşluğu kalbinde ve hanesinde dolduran bu fedakâr anaç kadına sahip olduğu için şükretti. Kurumuş olan ekmeklerin hepsini yemeğin suyuna doğradı. Memnune’nin yüzündeki lezzet ifadesi mutlu olmanın koşulunun çok da uzak olmadığını kanıtlıyordu. Yemeklerini bitirmişlerdi ki ikizler arkalarındaki sepetleri çekerek avluya dalı verdiler. Memnune onları elleri ve yüzleri kapkara görünce şaşırdı.
“Nedir bu haliniz çocuklar, yine mi istasyona gittiniz? Ben size gitmeyin orası tehlikeli demedim mi?” demesiyle çocukların komşu teyzelerinin arkasına saklanmaları bir oldu. Ahmet öne atılarak;
“Hemen kızma anne, bak ne diyeceğim! İstasyondaki kömür vagonlarından sorumlu olan subay amca bize izin verdi. Vagonun altına dökülen kömürleri toplaya bilirmişiz.” Kardeşi Derya onu desteklemek için atılı verdi ortaya:
“Evet, hem bize çikolata ve içecek de aldı. Sen hep demez misin Mehmetçiğimiz bizi her zaman korur kollar diye.”
Sevimlilikleri ve iyi niyetleri onlara kızmayı önlese de bunun tehlikeli olduğunu ve bir daha yapmamaları gerektiğini ısrarla tekrar etti. Getirdikleri yakacakları kömürlüğe koyduktan sonra yıkanarak sofraya oturdular. Aç oldukları her hallerinden belli olan bu iki macera persle ne yapacağını düşünürken Memnune, bir yandan da maltızın yakıtının gelmiş olduğuna sevindi. Semaverde çay sohbeti için gelen diğer komşular da eli boş gelmemişti. Akşam karanlığı ışıklarını sokaklara salarken henüz eve gelmeyen Taner ve Filiz için endişeliydi. Oysaki onlara akşam ezanı okunmadan eve gelin diye sıkı sıkıya tembih etmişti. Sokağın kapısından çıkıp ortalığı kolaçan etti gözleriyle. Uzaktan gelen karartıyı görünce rahatladı. Okuldan geç çıkmıştı iki kardeş. Gönüllü olarak kütüphaneyi temizleyip düzenlemişlerdi. Kitapları çok sevdikleri için bu onlara büyük bir haz veriyordu. Yardımlarından ötürü aldıkları hediye kitapları annelerine heyecanla gösterirken ağızları kulaklarına varıyordu. Evlatlarının bu mutlu hali Memnune’yi de mutlu etmişti. Sabahın bereketli ışıkları cama vururken dikiş makinesinin sesine uyanan Filiz, anneciğine sıkıca sarıldı. Babası gelene kadar dikilen ve tamir edilen kıyafetlerin parasıyla ihtiyaçlarını alacaklardı. Annesinin bu gayretine kendi gayretiyle destek vermek istiyordu. Kahvaltıyı hazırladı. Kardeşlerini kaldırıp yedirdi. Evin işlerini de annesini kaldırmadan yapıverdi. Taner de boya sandığını alarak çarşıya gitti. Hafta sonu olduğu için bugün çok ayakkabı boyayabilirdi.
Türbülansa giren uçak yayık gibi sallanırken elinden kayan kitabı tutmak için yaptığı hamle boşa gitmişti. Bu ona, o anı hatırlatmıştı. Elinden kayıp giden çocukluğunu, gençliğini ve asla dolmayacak olan annesinin yerini… Yanındaki kadın onun elini tutarak:
“Korkma kızım birazdan geçer,” derken elindeki mendili ona uzattı. O mendil geçmişini, acılarını silebilir miydi? Sildiği tek şey akmaya çalışan gözyaşlarıydı.
Sabahın ilk ışıklarıyla gümleyen kapı sesine uyanan Memnune hızlıca kapıyı açtı. Onu eliyle kenara iten kocası Şeref içeri girerek kendini yatağa attı. Sabah olduğunda hiçbir şey olmamış gibi işe gitti.
Öğretmen, keskin bakışlarını kadına dikerek;
“Evet, Neva çok akıllı bir çocuk, parayla bir anne ve baba alınamayacağının farkında olacak kadar zeki…”
Şeref beş gün olmasına rağmen eve henüz gelmemişti. Memnune onu sordurtmasına ve aramasına rağmen hiçbir iz yoktu. Akşamın kara eli kapıyı şiddetle çaldı. Kapıya koşan Filiz babasını görme ümidiyle kapıyı araladı. Vicdansız bir tekme kapıyı kırarak içeri girdi. Filiz geriye doğru sendelerken, şarap kırmızısını andıran ablak suratlı, vücuduna göre elleri daha büyük, sol ayağı aksayan adama korkularını kırparak bakıyordu. Adam, Memnune’yi yakasından tutarak sarstı:
“Kocan nerede? Bize olan kumar borcunu ödemedi ve bugün son günüydü. Evde ne varsa getir hemen!”
Kadın, öğretmeni anlamak ister gibi dikkatlice yüzüne bakarak:
“Bir anne babanın veremeyeceği her şey verdik ona, okula çok yüklü bir bağış bile yaptık.” Öğretmen dudak ucuyla ona gülümseyerek:
“Neva, resimlerinde kendini anne ve babasıyla oynarken, piknik yaparken, sarılırken, uyurken çiziyor. Ona ailesini geri vermezseniz hiçbir şeyi olmayan bir insan olacak.”
“Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey yok, kocamdan ben de haber alamıyorum inanın!”
Gözleri dönmüş bu haydutlara ne kâr ederdi ki etmedi de… Çocuklarını korumaya çalışan Memnune’yi insafsızca iten el, onu hayattan koparmıştı. Annesinin şiddetle yere düştüğünü gören Filiz kollarını açsa da yakalayamamış, yetişememişti.
“Adınız neydi öğretmen hanım?”
“Ben rehber öğretmen Filiz, Çocuğunuz sizden uzaklaşmadan ona yetişin ve sıkıca sarılın…”
Tepeden sessizce izlerken o eski ve rutubetli evi, hipokampüsteki kalmış tüm resimleri, sözleri, acıları… Uçurdu evin üzerinden. Kitabının bitmesi için gerekli hafifliği de çantasına atıp kuruyan göz pınarlarını ovuştururken havaalanına en yakın otele doğru yürüdü.
Elif Yıldız
Comments