Rayların üzerinde akıp gidiyordu tren. Vagonların altından gelen düzenli tıkırtılar uykusunu getirmişti. Birkaç saat daha yolu vardı İstanbul’a. Cama başını yaslayıp yemyeşil manzarayı seyre koyuldu. Uzun sürmesine rağmen seviyordu tren yolculuklarını. İnsanların uğramadığı ıssız ormanların ve heybetli dağların arasından geçerken kendini bitimsiz bir maceranın kahramanı gibi hissediyordu. Biraz ilerideki camın bir tanesi açıktı. Hoş bir serinlik doluyordu içeri. Beraberinde mis gibi bir orman havası. Gözlerini yumdu. Birkaç dakika sonra ağırlaşan göz kapaklarını açtığında yağmurun hafifçe çiselediğini gördü hayal meyal. Cama düşen narin damlacıkları izlemeye mecali kalmadı. Tatlı bir uykunun kollarına teslim oldu.
*
Gözlerini açtığında kendini tuhaf hissetti. Çok uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Kolundaki eski saate baktı, gerçekten de zaman akıp gitmişti. Omuzlarında bir ağırlık, zihninde bulanıklık vardı. Çevresine bakındı, gözüne birçok şey yabancı ve farklı göründü. İçinde yolculuk ettiği tren değişmiş, bir miktar genişlemiş gibiydi. Sabah bu kıyafetleri giyerek mi çıkmıştı otelden? Emin olamadı. Kafası karıştı. Kendini toplamak için gözlerini biraz daha dinlendirdi. Uyku mahmurluğunu üzerinden atmaya kalmadan tren, varacağı istasyona ulaşmıştı. Çantasını alıp indi.
Gardan çıkana kadar yanından geçtiği birçok insanın elinde renkli ve ışıklı ekranlara sahip cihazlar olduğunu gördü. Kimisi onu kulağına koyup konuşuyor kimisi elinde tutup ekrana dokunarak bir şeyler yapıyordu.
Güneşli bir İstanbul ikindisiyle karşılaşınca içi ısındı. Normalde telaşla yürürdü ancak bu sefer daha vakur adımlar attı. Çevresini dikkatle süzüyor, adını koyamadığı birtakım değişiklikler gözlemlemeye devam ediyordu. Hissettiği bitkinlik onu bir şeylere kafa yormaktan alıkoyuyordu. Kısa bir iş gezisine gidip gelmişti sadece. Birkaç günlüğüne geride bıraktığı İstanbul değişecek değildi ya!
Tren garının çıkışında denk geldiği simitçiden bir tane simit aldı. Seyyar simit arabası bildiklerinden farklıydı. Cebindeki bozuklukları ararken arabanın üzerindeki yazıya takıldı gözü. Simit 10 lira. Simitçiye şaşkın gözlerle baktı. Cüzdanında bulduğu ve daha önce hiçbir yerde görmediği kağıt paraları eline alınca başından aşağı kaynar sular indi sanki. Üzerinde 10 lira yazan pembe banknotu bulup adama uzattı. Bir şeyler soracak gibi oldu, o sırada simitçinin başka müşterisi geldi. Söyleyeceklerinin saçma duracağından korkup sustu. Simitçi “bereket versin amca” diyerek uğurladı onu. Kendisinden büyük gösteren adamın bu lafına bozuldu. Daha yolun yarısı edecek yaşa gelmeden saçlarına yer yer dökülen aklar yüzünden miydi bunlar? Göbeği de salmıştı tabii. Karısına kulak vermeli, spora başlamalıydı. Yarın öbür gün kızları büyüyünce onların dedesi gibi görünmek istemezdi. Bugün kendini hepten şişkin hissediyordu. Gözlerinin görüş yeteneği de eksikti sanki. Yakını bu kadar zor mu görüyordu? Bedeni bu denli hantal, adımları bu kadar yavaş mıydı? Zihnindeki bulanıklık katlandıkça katlandı.
Kendini bir an önce eve atmak istedi. Bir taksi çevirecekti. Yoldan geçen araçların birçoğu göz alıcı modellerden oluşuyordu. Bir tanesine bindi. Ticari araçlara özgü köhne görüntü gitmiş yerine son derece konforlu seyahat yapma imkânı sağlayan son model araçlar gelmişti. Çok iyi bildiği caddelerden geçerken yol kenarına dizilmiş yüksek binaları, şehrin diğer yakasındaki gökdelenleri gördü. Durup hafızasını yokladı. Bunca yapı gökyüzüne uzanırken kendisi bu durumu nasıl fark etmemişti? Dalgın bir tip oluşu herkesçe bilinirdi ama bu kadar da olmamalıydı.
Birden bir titreşim hissetti. Ürktü önce. Elini cebine attı ve titreyen şeyi çıkardı. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Gardaki insanların elinde gördüğü cihazın aynısıydı bu. İyi de cebine nasıl girmişti? “Allah’ım çıldıracağım,” diye söylendi cihazı elinde evirip çevirirken. Biraz kurcaladıysa da bir şey elde edemedi. Bir an önce eve varıp karısıyla konuşmak istiyordu.
Taksi onu evinin tam önünde bıraktı. Kırmızı renkteki binanın krem ve siyah tonlara boyanmış olduğunu görünce yanlış bir yere geldiğini düşündü. Birkaç dakika durup çevreyi inceledi. Evin karşısındaki bakkal gitmiş yerine bir market açılmıştı. Sokağın ismi aynıydı ancak tabelası yepyeni görünüyordu. Manolya sokak. Binaya tekrar baktı. Eşref apartmanı, numara otuz üç. Evet burası oturduğu yerdi.
İş gezilerinden döndüğü zaman evin kapısını anahtarla açmak istemezdi. Kızlarının koşup bacaklarına sarılmasına bayılırdı. Bu sefer de aynı manzarayla karşılanmak istiyordu ancak içindeki tuhaf his devasa bir boyuta yükselmişti. İki üç kere çaldıktan sonra ölgün bir tavırla aralandı kapı. Karısı başını uzatıp gülümsedi. “Hoş geldin Münir.”
Saçlarını kestirip sarıya boyamıştı kadın. Oldukça bitkin görünüyordu. Münir tedirgin adımlarla ilerledi. Bir yabancıya bakar gibi baktı yaşadığı eve ve karısına. Elindeki çantayı yavaşça yere koydu. Karısı ona hafif kısalmış gibi göründü. Yüzü ise belirgin bir biçimde çökmüştü. Kızlardan koşup gelen yoktu. Ev son derece sessizdi. Karısına iyi olup olmadığını sordu. Serpil gayet olağan bir tavırla her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek aceleci adımlarla mutfağa koştu. Akşam yemeğe kızların geleceğini söyledi.
Münir koridordan geçerken evin duvarlarının renginin maviden kreme döndüğünü, bazı tabloların yerinin değişip bazılarının ise tamamen kaldırıldığını fark etti. Kendi evini korkmuş gözlerle inceleyerek ilerledi yatak odasına. Neden sonra aklına geldi aynanın karşısına geçmek. Cesaretini toplaması biraz vaktini aldı. Gözlerini sımsıkı yumdu önce. Bu kâbusun son bulmasını, her şeyin eski haline dönmesini diledi. Göz kapaklarını yavaşça aralayıp aynaya yansıyan suretine baktı. Bir müddet donuk bir vaziyette kaldı tüm uzuvları. Sonra iyice yaklaştı. İki derin çizgiye sahip bir alın, hafif inmiş yanaklar, göz çevresinde kaz ayakları, sarkık bir gıdı ve tamamına yakını beyaz olan seyrek saçlar.
İki yana salladı kafasını. “Hayır, hayır, mümkün değil,” diye mırıldandı. Bedenini inceledi sonra. Normalden yaklaşık on kilo daha fazla duruyordu. Ekmeği kessem veririm deyip çok da derdine düşmediği göbek gitmiş, yerine tüm karın çevresini saran bir can simidi gelmişti sanki. Gözü birden çekmecenin üzerindeki cihaza takıldı. Serpil’in olmalıydı. Eline alınca ekran ışığı yandı. Karşısına bir fotoğraf düştü. Kısa sarı saçlarıyla karısı, kendisinin şu anki yaşlanmış versiyonu, iki genç kadın ve ufak bir çocuk. Sulanmış beynine birtakım düşünceler hücum etti. Fotoğraftaki genç kadınları birilerine benzetiyordu ama çıkaramıyordu. Belki de içine biriken korku onları tanımazlıktan gelmenin daha kolay olduğunu öğütlüyordu o an.
Cihazın ekranında yer alan saat ve tarihe takıldı gözü. Gün ve ay tamamdı ancak yıl 2023’ü gösteriyordu. Çok gerçekçi bir kâbusun ortasına düştüğünü o an anladı Münir. Aklı kendisiyle oyun oynuyordu belli ki. Bir kapının eşiğinden adım atıp başka bir odaya geçer gibi basit bir şekilde yirmi yıl geleceğe gelmiş olamazdı. Kalbinde bir sıkışma hissetti, gözlerinin önü karardı ve düşüp bayıldı. Gözünü açtığında Serpil başucunda kendisine endişeli gözlerle bakıyordu. Ambulansı aramaya yeltendi kadın ancak Münir engelledi onu. Biraz uzanmak istediğini, kendini iyi hissettiğini söyleyerek geçiştirdi durumu.
Karısının endişelerini yatıştırdıktan sonra onu mutfaktaki işlerinin başına gönderebildi. Yatağa uzanıp bir süre olanları düşündü. İşin içinden çıkamıyordu. Ara ara gelip kendisini merakla süzen Serpil’i daha fazla yormanın âlemi yoktu. Kalkıp karısının yanına, mutfağa gitti. Serpil yemekle uğraşırken, az öncekine benzer ancak ebat olarak onun iki katı kadar büyüklükte kablosuz bir cihazı tezgâha koymuş oradan dizi izliyordu. Hayat belli ki bu haliyle Serpil’e son derece normal görünüyordu. Karısını korkutmamak için ona ilk başta bir şey sormamaya karar verdi. Bu durumu kendi başına çözmeye çalışacaktı. Cildi pırıl pırıl, pürüzsüz, saçları uzun ve simsiyah Serpil gitmiş yerine onun yirmi yıl yaşlanmış versiyonu gelmişti. Karısının hala güzel olan yüzüne baktı. Onunla ne konuşacağı hususunda kısa bir belirsizlik yaşadı. O sırada Serpil söze girdi. “Niye stres oldun sen hayatım? Ankara’da işler beklediğin gibi gitmedi mi? Ya da yolculuk yorucu muydu? Gerçi hızlı trenle birkaç saat sürüyor, çok da yorucu sayılmaz.”
Ne birkaç saati ne hızlı treni? Dokuz on saatlik hatta yirmi yıllık yoldan geliyorum, diyecek gibi oldu. Tuttu dilini Münir. Karısı onun zamanda yolculuk ettiğini duysa düşer bayılırdı herhalde. “İşler iyiydi. Ama yol yorucuydu. Kızlar gelecek demiştin değil mi?”
“Hı hı evet, damatlar da geliyor. Selim akşam işten erken çıkacak, ailecek bir yemek yiyelim dediler. Sen Ankara’dan dönüyorsun torunu da özlemişsindir diye düşündüler.”
Münir hafifçe titreyen ellerini gizlemeye çalıştı. Bir bardak çıkardı dolaptan. Yuvarlak masanın üzerinde duran sürahiden su içti. Orta yaşlı bedeni kendisini yarı yolda koyacak gibiydi, dizlerinde ağrı hissetti. Sandalye çekip oturdu ve derin bir sessizliğe gömüldü.
Yemekler hazırdı. Büyük kızı Elif geldi önce. Yanında iki yaşlarında bir çocuk ve kocasıyla. Yabancı birilerine bakar gibi baktı onlara. Küçük çocuk, “Dedeeee,” diye çığlık atarak boynuna sarıldı Münir’in. Daha önce hiç görmediği torununu kucaklarken içinde tarifsiz bir suçluluk hissetti. Ablasından iki yaş küçük Canan, kocasıyla beraber geldiğinde herkes yemek masasına yerleşmişti. Münir başköşede oturuyordu. Hayalini dahi kuramadığı, o günleri görüp görmeyeceğini bilmediği bir gelecek zamandaydı. Ailesi genişlemiş, masadaki sandalye sayısı artmış, kendisine sevgiyle bakan evlatlarının ve torununun karşısında en saygın yeri almıştı Münir. Eğer aradan geçen yirmi yılda neler yaşandığını anbean hatırlıyor olsaydı, bulunduğu şu gün şükredilecek bir gün olurdu muhakkak.
Birisi anaokuluna diğeri ilkokula giden iki küçük evlat ve genç bir kadın bırakmıştı geride. Onların nasıl büyüdüğünü, nasıl değiştiğini bilmiyordu. Güzel yıllar geçirmişlerdi belki beraber. Kızların okulda ilk günleri ve karne günleri nasıldı? Canan’ın okuma bayramını kaçırmış, Elif’in ergenlik çağına dair zihninde hiçbir bilgi bulamamıştı. Beraber yapılan piknikler, kamplar, tatiller, yürüyüşler… Sayısız anı birikmiş olmalıydı tüm bunlara dair. Nasıl evlenmişti kızları ve torun haberini aldığında nasıl hissetmişti Münir kendini? Bilmiyordu. Hiçbir zaman da bilemeyecekti. Eğer geçmişe dönemez, yirmi yıl geriye gidip ailesini bıraktığı yerde bulamazsa, havaya uçup gitmiş güzel anıların yokluğu, tedavi edilemez bir keder bırakacaktı Münir’in kalbinde.
Ailecek yenilen akşam yemeğinde genellikle sessiz kalmayı tercih etti. Ağzından yanlış bir cümle çıkaracağından korkuyordu. Çocukları da onda bir tuhaflık olduğunu sezdiler ancak üzerine varmadılar.
Evin içinde bıcır bıcır koşturan, birbirinin saçını çekip kavga eden, tüm odalarda evcilik oynayan ve her gece uyumadan önce babalarından masal dinlemek isteyen çocukların yerine, babalarının evine misafir gibi gelen genç kadınlar vardı karşısında. Misafirlik bitince kocalarıyla beraber kendi evlerine gittiler. Münir’in ruhundaki sıkıntı çoğaldı onları uğurladıktan sonra. Erkenden yatağa girdi, dönüp durdu. Uyursa bu kâbus biterdi belki. Bu ihtimale tutunarak kendini zorladı. Ancak sabaha karşı göz kapakları yorgun düşüp kapanabildi. Birkaç saatlik uykudan uyandığı zaman hiçbir şeyin değişmediğini fark etti. Tüm bedenine yayılmış ağrılar yüzünden yataktan çıkması epey zordu zaten. Yaşlanmak böylesine hantal bir his miydi?
Karısının hazırladığı kahvaltı masasına iştahsız bir tavırla oturdu. Serpil önce birkaç tane hap uzattı kocasına. Anlamaz gözlerle baktı Münir. Kısa bir tereddütten sonra alıp bir bardak suyla beraber hepsini yuttu. Kim bilir hangi kronik hastalığın ilaçlarıydı bunlar? Tansiyon, şeker, mide ilacı. Önemi yoktu. Zamansız bir boşvermişliğin ortasında buldu kendini.
Kahvaltıdan sonra kanepeye mayışık bir vaziyette uzandı. Bir sürü merakı vardı aslında. 2003’ten bu yana neler değişmişti dünyada? Teknoloji hangi noktaya evrilmişti? Akıllı telefon olduğunu öğrendiği o elektronik cihazlar başka hangi işlere yarıyordu? O günden bugüne kimler ölmüştü, kimler hayattaydı? Dünya şu anda nasıl bir yerdi? Sorulacak yüzlerce soru vardı. Kimseye soramazdı bunları, cevapları kendisi aramalıydı. Lakin içinden gelmiyordu. Buharlaşıp gitmiş yılların bıraktığı boşluğu kabullenmek ve hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmek istemiyor, çareler arıyordu kendince. Neden sonra zihninde bir ışık yandı. Denemeye değer bir fikir bulmuştu sonunda.
Kalkıp hızla hazırlandı. Karısına pek fazla açıklama yapmadan çıktı evden. Soluğu havalimanında aldı. Ankara’ya giden ilk uçakta bir bilet buldu. Hantallaşmış bedenine can gelmişti. Adımları capcanlıydı uçaktan indiğinde. Bir ihtimalin peşine takılmış, işe yaraması için yol boyunca dualar etmişti. Ankara’ya vardığında bir taksiye binip tren garına geçti. Niyeti yine aynı güzergâhta aynı yolculuğu yapmak ve şansı yaver giderse yirmi yıl geriye, kendi zamanına dönmekti.
Tren, rayların üzerinde akıp gitmeye başlayınca vagonların altından geleceğini düşündüğü düzenli tıkırtılara kulak kesildi ancak pek fazla duyamadı. Nihayetinde artık daha gelişmiş daha sessiz bir yolculuk vadediyordu bu taşıtlar. Zararı yoktu. Onu dilediği zamana götürsün yeterdi.
Cama başını yaslayıp içerisinden geçtiği yemyeşil manzarayı seyre koyuldu. İnsanların uğramadığı ıssız ormanların ve heybetli dağların arasından geçerken kendini bitimsiz bir maceranın kahramanı gibi hissetti yine. Geçen zamanın içinde, ağaçlarının seyrelmiş haline rağmen orman yine aynı mis kokulu ormandı işte. Biraz ilerideki camın bir tanesi açıktı. Hoş bir serinlik doldu içeri. Beraberinde mis gibi bir dağ havası. Dejavu olmuş gibi hissetti. Bu hisse kapılmaktan hoşnuttu. Çünkü o tuhaf hissettiği atmosferdi kendisini geleceğe götüren. Biliyordu. Başına ne geldiyse Ankara Ekspresinde gelmişti.
Gözlerini yumdu. Birkaç dakika sonra ağırlaşan göz kapaklarını açtığında yağmurun hafifçe çiselediğini gördü hayal meyal. Cama düşen narin damlacıkları izlemeye mecali kalmadı. Tatlı bir uykunun kollarına teslim oldu. Yüzünde zamansız bir tebessüm takılı kaldı.
**
Gözlerini açtı ve kendini yine çok uzun bir uykudan uyanmış gibi hissetti. Böyle hissettiğine seviniyordu. Demek ki seyahat işe yaramıştı. Birkaç saniye duraksadıktan sonra kıpırdandı ve yerinde doğruldu. Belinde ve bacaklarında korkunç bir ağırlık vardı. Her yerinin tutulduğunu düşünmek istedi. Anlam veremediği bir şeyler seziyordu. Başını kaldırıp içinde olduğu trene baktı. Yan tarafında oturan kimseyi göremedi. Loşluğun ve koyu renklerin hâkim olduğu basık bir dizaynı vardı trenin. Yolcular tek sıra halinde oturuyordu. Başını yasladığı cama döndü. Simsiyahtı. Hafifçe dokundu. Bir anda gözü alan bir aydınlık doldu içeri. Camdan dışarı baktı. Gökyüzünde süzülen tuhaf araçları izledi. Bir bilim kurgu film platosunun tam ortasından geçiyor olmalıydı. Başka açıklaması olamazdı.
Gözleri bir şeyler soracak birini aradı. Ancak tüm yolcular birbirinden o kadar izole edilmişti ki kimseyle iletişim kurması mümkün görünmüyordu. Karşısında duran geniş ekrana dokunmayı akıl edebildi sonunda. Daha parmağı temas etmeden açıldı ekran. Sanki düşüncelerini okur gibi… Genç bir kadın gülümseyerek selam verdi.
“Merhaba Münir Bey, size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Iııı şey… Sene… Hangi senedeyiz şu an?”
Soruyu sorduğu an ellerine bakmayı akıl etti. İncelmiş, parlak ve alabildiğine buruşuk bir deri. Dehşete düşmüş bir vaziyette idrak etti olup biteni. Küçülmüştü, hissediyordu. Bükülmüş bir bel ve top gibi kalmış bir göbek. Gerisi cılız ve solgun bir bedenden ibaretti. Uzuvlarındaki uyuşukluğun ve ağrıların sebebini anlamıştı. O sırada ekrandaki akıllı asistan sorulan soruya cevap verdi.
“2043 senesindeyiz Münir Bey.”
Emame Akman Harmancı
Comments