top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Emel Zehra Tunçinan- Hacamat

Gözleri çekik kadın, kupaları sırtımın muhtelif yerlerine yapıştırmaya başladığında bu işe neden girdiğimi anlamaya çalışıyordum.

Bir akşamüstü, parmak titreten havanın içinden ve üç beş kahvenin önünden geçerek babası ölen arkadaşımın evine taziye için gitmiştik. Küçük bir grup olarak dikdörtgen masanın etrafına konuşlandık. Savaşa hazırdık. Ev sahibiyle birlikte toplamda beş kadının babası birer ay arayla gitmişti bu çivisi çıkmış dünyadan. Eh ruh çağırma için makul bir sayı. Ama hazır kurtulmuşken niye dönsünler ki? İçimdeki seslerin duyulmamasına şükrederek dışımdan gözyaşlarımla eşlik ediyordum masadakilere. Çok inanmasam da paylaşıldıkça azalır dertler düsturuyla. Böyle anlarda bilmem kaç parçaya bölünür kişiliğim. Her ortama uygun sayıyı tutturuyorum zannımca.

Yaşamla ölüm arasında ince çizgi belirgindi bu yas evinde. Yaşlı bedenler terk-i diyar ederken sevenlerine yarım kalan şeylerin ağırlığı yadigâr kalmıştı. Kim daha kârlı bilinmez tabii. Zaten bu da kâr-zarar hesabı değil. Yanımda oturan, dertten sigara tüttüren arkadaşımın kulağına, “Ben öldükten sonra yakılmak isterim şahsen,” diye fısıldadım. Güzel gözlerini bana çevirip, “Küllerini denize atsınlar da tam olsun bari,” dedi. Müstehzi bir gülümseme vardı dudaklarında. Severim bu Antepli kadını. Doğunun mistik bakışlarını taşır.

Yorgundum aslında. Birkaç gündür de sırtımda sinsi bir ağrı peyda olmuşu. Masada çokça ölüm vardı ve bu daha da yoruyordu ruhumu. Çatalları daldırıp birer lokma alıyorduk kendi hesabımıza düşen acılardan. Damağımda çocukken halamın yaptığı kokulu ve sıcak un helvasının tadını bırakıyordu. Gerçekten çok benziyordu. Ağzımda ölümü çay eşliğinde evirip çevirip yutmaya çalışırken gözüm yan odadaki hasta yatağına takıldı. Evden çıkarmamışlardı henüz. İki gün önce veda ettikleri adamın, gittiği yerden dönen yolcu misali dinlenmek için yatağına uzanacağını bekliyorlardı belki de. Mısır hanedanları gibi eşyalarıyla gömülme geleneği olsaydı bu yatak şu an mezarda olurdu. Yanında da bir sürü heykelcik, altın tarak filan.

Lavaboya gitme bahanesiyle kalktım. Nasıl olduysa yatağın yanında buldum kendimi. Saçsız ve felçli adam yatıyordu boylu boyunca. Gözleri kapalı, sakin, durgun bir deniz kıvamındaydı duruşu. Kolları kırık iki dal parçası gibi uzanmıştı sağına soluna. Yaşlı adam pijaması vardı üzerinde. Çizgili ve rengi soluk. Bıyıkları bir zamanlar içtiği sigaradan sarımtırak. İnce dudakları örtük. Yüzü benimkinden daha pürüzsüz. Onu incelediğimi hissetmiş olacak ki yavaşça açtı gözlerini. Sonra da nefes almayan adamın sesi doldurdu havayı.

“Bıktım yatmaktan.”

“Ne yapalım peki? Kaldırayım mı seni?”

Ne saçmalıyordum acaba? Adam hem felçli hem ölüydü.

“Beni kaldıramazsın. Ama bir sigara verebilirsin.”

Yaramaz çocuk ifadesiyle söyledi bunu ya da bana öyle geldi.

“Veremem. Sigara sağlığa zararlı.”

Tabii sağlık önemli. Bana helva mı dokundu acaba?

“Selin ne yapıyorsun orada? Yolunu mu şaşırdın?”

Sorunun sahibi Antepli arkadaştı. Diğer odadan sesleniyordu.

Onunla yarışır gibi cansız adam konuştu yeniden. Ne çok cümle vardı etrafta.

“Hadi git sen. İki çift laf ettirmezler insana. Bir dahaki gelişinde sarma sigara getir bana.”

Onun yerine arkadaşa cevap verdim.

“Geliyorum. Öyle yatağa bakayım dedim. Belki birinin ihtiyacı olur.”

Yolum nereye çıkıyor, ben neredeyim bilmiyorum uzun süredir. Şimdi de ölülerle konuşuyorum işte.

Arkadaşların arasına döndüğümde tabaklardaki acılar bitirilmiş, başka duygulara geçilmişti. Hâlâ yaşıyorduk sonuçta. Sessizce aldığımız nefesi, içimizdeki tesiri ayarlanmış patlamalarla veriyorduk hayatın içine. Öğretilmemişti bu. Hayattaki birçok şey gibi kendiliğinden oluyordu.

Boyun fıtığı, sırt ağrısı, menopoz belirtileri derken düşülmüştü dünya dertlerine. Hacamat, sülük tedavisi iyi geliyormuş her sıkıntıya…

Bir yerinden kan aktığında ya da görüntüsü bile dudak büken hayvanlar kanını emince nasıl iyileşir insan?  Ama korona aşılarının etkisini yok ediyormuş. Çok faydalıymış çok. Beden sağlığı ruh sağlığından daha önemli tabii. Sırtım ağrımazsa kalbim de iyileşir belki. Deneyelim bakalım.

Yas evine ziyaretten yaklaşık iki ay sonra buluştuk yeniden. Yanımda Antepli, Erzurumlu, Hataylı, Edirneli arkadaşlarım vardı. Türkiye haritası gibiydik. Mozaik örgütümüzle, navigasyon yardımıyla bile zor bulunan eve vardığımızda kafamda tek bir soru vardı, “Ben ne yapıyorum?”

Hacamatçı kadının yaşadığı ev dergâh gibi döşenmişti. Böyle evlerin kendine has ağır bir kokusu vardır. Eski halılar, birbiriyle uyumsuz koltuklar gözünü de burnunu da ısırır insanın. Kapalı kapılar giz barındırır. Arkasında bir geçit, bir tünel, bir mahzen olabilir. Hayal kurmak hatta kurgu iyi geliyor böyle zamanlarda. Esprilerle dağılan havaya benim korkum karışmıştı. Belli etmiyordum ama gidemiyordum da. Kendi ayağımla gelmiştim ve kanımın akmasına izin verecektim. Benim dışımda herkes hacamat deneyimi yaşamıştı. Peki niye temizliğinden emin olduğumuz bir hastaneye gitmemiştik? Cevapsız sorularım itişip kakışıyordu beynimin içinde.

İşlem yan odada yapılıyordu. Kurbanlık gibi boynum bükük bekliyordum sıramın gelmesini. Üç kişilik gruplar halinde giriyorduk şifalı odaya.

Kadın çağırdığında sokak kapısına yönelmek geldi içimden. Ama içimi dinlemedim. Takip ettim Özbek hacamatçıyı. İki kişilik yatağın olduğu oda muhtemelen yatak odasıydı. Öncesinde edindiğimiz bilgiye göre yedi çocuğu vardı kadının. Demek ki burası hem şifa hem üreme odasıydı. Kadının önüne oturdum. Boynumu uzatasım geldi. Al kes de bitsin bu iş. Üstümü çıkardım. Hacamatçı duaya başladı. İki dua arasında için sıkılmış, moralin bozuk diye kendinden oldukça emin bir yorum yaptı.

Öğrenemedim bu komik sezgisinin temelini. Çünkü sokakta çevireceğin üç kişinin ikisinde vardır iç sıkıntısı. Üçüncü kişi de zengindir muhtemelen. Toplumca moralimiz bozuk bizim. Falcı ya da hacamatçı olmaya gerek yok. Üstelik sırtım tutuluyor ve ağrıyor, o yüzden geldim.  Peki doktora niye göstermedim de buraya geldim? Hiçbir fikrim yok. Çoktandır beynimle kalbim arasındaki bağlantı kopuk. İç sesim ellerime ulaşmıyor, dışım başka birinin ağzından konuşuyor.

Kupalar canımı yakmıyordu ama iyi hissetmiyordum da. Arkamı dönmek istemiyordum. Yoğurt kabına akan kanımı görmek bayıltabilirdi beni. Yine aynı soru.

“Ben ne yapıyorum?”

Hiçbir şey düşünmeden bıraktım kendimi, hem ince damarlarımın hem de gözlerimin akışına.

Dua bitti, akış bitti. Üşüme, titreme derken zor giyindim. “Şifa olsun, şifa olsun,” dilekleriyle final yaptı kadın.

“Âmin âmin. Sağ olun…”

Evden çıktığımda daha çok üşüyordum, pişmanlıktan içim titriyordu. “Ne iyi ettik de geldik. Lütfen yine gelelim,” diye istekte bulundum arkadaşlara. Çelişkinin kitabını yazarsın be canım kendim. Arabaya bindiğimizde yanımda oturan Antepli arkadaşım bana döndü; kızgınlık-azarlama-şefkat karışımı, bilge insanlara özgü bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Sanki tüm akşam bunları söylemek için beklemişti. “Baban öleli iki ay oldu Selin. Sen anlamak istemiyorsun ama aslında o yatakta yatmaktan sırtın ağrıyor senin. Göreceksin hacamat iyi gelecek. O hasta yatağını da atın artık.”  


Emel Zehra Tunçinan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page