Işığa varamayan gün avuçlarında, gözlerini ova ova kalkıp yatağından banyoya yöneldi.
Kısa kestiği saçlarına baktı.
Aynaya yansıyan, akşamdan hazırlanmış kıyafetler… Askıdaki eteği hızla yerinden çekti, pantolonla takımı değiştirdi.
Saçlarıyla bütünleşmiş çoktan.
Sutyeniyle girdiği duşun altında, uykulu sesiyle söylediği birkaç şarkı evin içinde yankılandı. Başını kaldırıp yukarı baktı, yukarılara baktı. Yüzüne çarpan su alnındaki ağrısına ilaç. Kollarını havaya kaldırdı, yere çömeldi. Gerindi. Gerindi. Bir daha. Bir daha.
Yalnızca kendine yankılanmanın verdiği güçlükle beraber, ağzındaki metalik tadı yok saymaya çalıştı. Kulağındaki yangını işitmedi.
Asansöre selam verdi.
Ayak uçlarıyla merdiven basamaklarında zıpladı.
Çantasından çıkardığı parfümü boca etti tenine.
Onu, onun kokusunu...
Gözlerini kapadı, uzun süre orada kalmayı isterken çiçekçi kadının, “Allah sevdiğine kavuştursun,” deyişiyle irkildi.
Gene merdivenler. Zıp… Zıp…
Bir basamak ileri, beş basamak geri. Tren tekrar kaçtı.
Neyse ki üçüncü treni yakaladı.
Oturacak yer yok. Oturacak yer olmadığı gibi tutunacak yer de yok. Yalnızca o maske takmıştı, hayatı bu kadar çok mu seviyorum diye düşüne düşüne seyrine devam etti.
Trenden indiğinde, yeniden çiçekçi kadınlar, el ele tutuşanlar.
Sevdiğine kavuşanlar…
Görmedi, duymadı hiçbirini. İş yerine doğru hızla yürüdü.
Zıp zıp... Zıp.
Odasına girip metal perdeleri kapattı, ışıkları toplantı moduna aldı. Konuşulacakların üzerinden bir kez daha geçip önemli bulduğu kısımları renkli kalemle boyadı. Çekmecesinden toplantıya katılacak kişi sayısı kadar kalem çıkardı.
“Hâlâ sen mi hazırlıyorsun toplantı masalarını?” diye sorduklarında geldiğim yeri unutmuyorum diyebilmenin en güzel yanıtıydı bu.
Dinginleştiğinde telefonundaki bildirimlere ilişti gözü.
Saatlerdir hiçbir mesajı kontrol etmediğini fark etti.
“Nasılsın” diye yazmış. Sonuna da üç nokta eklemiş.
“Çok şükür, sen nasılsın, seni merak ediyorum.”
Okundu bildirimi anlık olarak geldi. Geldi gelmesine de cevabını anlık alamayacaktı elbet. Cevap, cevaplar anlık olarak olmadı hiç.
Tık. Tık. Tık…
Kapı çaldı, sekreteri insan kaynakları müdürünün onu beklediğini söyledi.
Karnında oluşan boşluğa anlam veremedi. Yavaşça yerinden kalkıp nefesi titreyerek kapıyı çaldı.
İçerideki soğuk hava, badem bıyıklar, yaprakları solmuş salon bitkileri… Bir şeylerin ters gittiğini anlatan binlerce nesne.
“Bunu neden bizden sakladığınızı anlayamadık.”
Bir soru, cevabını almak üzere boşlukta…
Masadan mendil alıp ellerindeki teri sildi.
Tam da bu zaman sağır olmak gerekli.
Sağır olmalı illa.
“Canan Hanım sizin neyiniz oluyor? Susmayın lütfen. Ya da masadaki zarfı açın.”
Arabanın içinde Canan’ı öperken çekilmiş fotoğraflar. Kırmızı kalemle yuvarlak içine alınmış yüzler…
Sesi titreyerek, “Bunun sizle ne alakası var,” dedi.
“Burası bir eğitim kurumu ve böyle biriyle çalışamayız, ilişiğinizi kesmek için çağırdım sizi.”
“Pardon, anlamadım.”
“Gayet açıklayıcı konuştum.”
“Böyle bir şey için beni işten çıkaramazsınız, bu yasal değil. Ciddi anlamda başınız yanar biliyorsunuz değil mi?”
“Böyle bir şey yapamazsınız.”
“Neden?”
“Sonrası için durumunuzu ifşa ederiz hiçbir yerde çalışamazsınız.”
“Başka açığımı bulamadınız. Sizi ne ilgilendiriyor ya? Ya hu bu nasıl insanlık, sizin ayağınıza dolanmayacağını mı sanıyorsunuz! Kahretsin. Ya kahrolun.”
“Bu şekilde bağırmanız hiçbir şeyi değiştirmez, istifanızı verin kurtulun.”
“Ben aç kalmam da siz buradan ayrılsanız pazarda limon bile satamazsınız.”
Kapıyı hızla çarptı, etraftaki bakışlara aldırış etmeden kendini bahçeye attı.
Yürüdüğü yolu, çiçekçi kadınları, trafiği ve el ele tutuşan sevgilileri yeniden görmek istedi.
İçine çektiği nefesi geri veremiyordu.
Gözünden düşenler belli olmasın diye taktığı güneş gözlüğü hıçkırışını susturmaya engel değil.
Çantasından kulaklığını çıkardı, telefonuna bağladı.
“Beni almaya gelir misin?”
“İyi misin, neden ağlıyorsun, ne oldu?”
Kesik kesik seslerle, “Beni işten attılar. Bizi öğrenmişler, fotoğraflarımızı çekmişler Canan.”
“Neredesin sen, hemen geliyorum, konumunu gönder.”
Görmek istediği kalabalık yoktu. Trafik sesleri susmuş, hiçbir sevgili öpmüyordu birbirini.
Hızla gelen bir araba kesti her şeyin önünü. Yanık lastik kokusuyla yerinden kalktı, yarım yarım attığı adımlarla zar zor ön koltuğa oturdu.
“Sakin ol, bunu da atlatacağız.”
“Neyi atlatacağız, ya neyi atlatacağız, yaşamak istemiyorum artık!”
“Ah be, ne diyeyim ben sana, çıkışını kim verdi sana?”
“Kim olacak, benim koltuğumda kimin gözü var.”
“O… Çocuğu, onu geberteceğim.”
“Onu değil beni gebert.”
Trafik levhaları, emniyet çizgileri, sallanan araba, arkaya doğru bakan dikiz aynası…
Titreyen üç noktaya doğru bakıp başladı konuşmaya.
“Can, iyi ki can. İyi ki varsın Can. Öyle olsun can. Can.”
Konuştu konuştu. Başını arabanın camına yasladı. Uyudu.
Bir daha uyanmadı. Yaşadığı her şey kötü bir rüyaydı.
Emrah Sağlam
Comments