36.000 yıl sonra şu an Dünya’dan 10,30 ışık yılı uzaklıktaki Ross 248 Dünya’ya 3,024 ışık yılı mesafeye gelecek ve Güneş’e en yakın yıldız olacak. 500.000 yıl sonra Dünya’ya 1 km çapında bir meteor çarpacak. 250 milyon yıl sonra Dünya’daki bütün kıtalar eriyip birleşerek tek bir kıta olan Süperkıta’yı oluşturacak. 1,3 milyar yıl sonra ökaryot yaşam sona erecek, sadece prokaryot yaşam kalacak. 7 milyar yıl sonra Andromeda-Samanyolu çarpışması meydana gelecek.
“Bize ne, bizden sonrakiler düşünsün. Biz ne sıkıntılarla uğraşıyoruz…”
Ortalama insan ömrü kadınlarda 82,9 yıl iken erkeklerde 77,2 yıldır.
Demek ki şu an hayatta olan insanların hiçbiri bu gök olaylarını göremeyecek. İnsanın ömrü nedir ki zaten? Bir hiç.
Pencereden gelen ışık, zebra perdenin açık kısımlarından süzülerek bir bant şeklinde odamın duvarlarına yansıyor. Saat üçü de geçti. Sabaha kadar yatağın içinde dönüp durmak istemiyorum. Alarm 8.00’a kuruldu. Biraz uyumalıyım… Belki de sonsuza dek uyusam daha mutlu olurdum…
“Evet abi, uyandım. Duş alıp hemen çıkıyorum. Sen çıktın mı?”
Kıvrıla kıvrıla yükselen yolları aşıyoruz. Bir kaplumbağa yolun karşısına geçmeye çalışıyor. (Umarım ezilmez.) Ölü bir kirpi görüyorum, parçalanmış, kanı asfaltta pıhtılaşmış…
“Angut herifler. Doğru sürmeyi bilmezler ki…”
“Abi, ben şu anda okuldayım, devam ediyorum yani. Bundan sonra ne olur bilmiyorum. Tabi çoktan yaşımız geldi de bakma sen. Hayırlısı artık.”
Köyün serin havası insanı hemen canlandırıyor. Şehir gibi değil hiç. Nem az, temiz, gürültü desen yok. Bu durumda kahvaltıyı da bahçede yapmak istiyor insan, şöyle piknik havasında.
“Sen mi geldin?”
“Evet, ben geldim.”
“Bana da çay koyar mısın?”
“Napıyorsun, okuyor musun?”
“Evet, abla, okuyorum.” (Şiir de yazıyorum valla. Tek okumak değil.)
“İyi, iyi. İnşallah büyük adam olacaksın.”
Çok uzun zamandır bisiklet sürdüğüm yok. Şimdi freni pek de iyi tutmayan bir bisiklete binmeden önce bisikletin koltuğunu ayarlıyor Safa benim için. Sağ pedalı çeviriyorum, ama sol ayağımla diğer pedala basamadan düşecek gibi oluyorum.
“Belki de on beş yıl olmuştur.”
“Frenleri iyi değil, dikkat et. Yine sana iyisini verdim. Benimki hiç tutmuyor.”
Nihayet dengemi sağlıyorum. İşte, iki tekerlek üstündeyim. Asfalt yolda biraz tedirgin ama kendimden emin görünerek ilerliyorum.
“Şuradan aşağı sapalım.”
Gidonu sola çeviriyorum. Safa birden gerimde kalıyor. Yavaşlamam gerektiğini söylediğini duyuyorum. Olmuyor. Frene basıyorum. İşe yaramıyor. Yolun sol kenarında, çakıl taşlarını eze eze, çatırtılar çıkararak adeta uçuyorum. Kollarım güçsüzleşiyor. Kendimi bir anda yolun sağ tarafında buluyorum. Yolun aşağısı bayır. Fındık ağaçlarıyla kaplı. (Dengeyi bozmamalıyım.) Yolun ortasına geçiyorum. (Ya şimdi bir araba çıkarsa karşıma? Tanrı var mıydı? Ölümden sonra yaşamak diye bir şey olabilir mi?) İki frene aynı anda basıyorum. Bisiklet yavaşlıyor. Ve duruyorum.
“Haha, ne yaptın, uçtun gittin. Valla düşmüşsündür kesin diyordum.”
“Yok ya, dengemi sağladım.” (Aslında biraz dengesiz biriyimdir. O halde az önce beni dengede tutan neydi?)
Köyün kahvesinde oturuyoruz. Bir masada kâğıt oynanıyor, başka birinde taş. Biz bir şey oynamıyor, sadece çay içiyoruz. Mavi masa örtüsüne kafamı koyup uyumak geliyor içimden. Uykum olduğundan değil de… Neyse işte…
Dört kişi arka arkaya ormandan iniyoruz. Bazı adımlarda ayağım burkulur gibi oluyor. “İnmesi kolay da nasıl çıkacağız?”
“Safa, mayasıl otu göremedim hiç.”
“Peki şuradaki?”
“Dur, bir programa sorayım… Yok, cinsi Campanula’ymış bunun. Değil yani.”
Ateşi yakıyoruz. Çay demleniyor. Sac üzerinde tavuklar pişiyor.
“Nasıl, döner tadı var mı?”
“Var. Gayet iyi.”
Uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Göğü kaplayan dallar ve yapraklar hafif bir esintiyle kıpırdıyor, çıkardıkları ses sanki sonsuzluğun sesi gibi…
“Dinlenelim mi?”
“Evet, çok yoruldum.”
Göğsümdeki sert atımları duyuyorum. (Korkma, sadece sinüs taşikardisi.)
“Sen hiç yorulmadın mı?”
“Eh.”
Okulun bahçesinde bir banka oturuyoruz. Küçük köpek yavruları yuvarlana yuvarlana yanımıza koşuyor. Biri ayakkabımın bağcığıyla oynuyor. Kalkıp yolda yürüyoruz. Yolun iki kenarında ateş böceklerinin yanıp sönen ışıklarını görüyorum. Sanki birini tutacak gibiyim… Yolun aşağısına, çayırlık alana uçup kayboluyorlar.
“Hiç evden çıkmıyormuş, öyle mi?”
“Evet, abi. Ne yüzünü gören ne sesini duyan var.”
Kuzenimden konuştuklarını anlıyorum. Yedi yıldır görmediğim, bir zamanlar her gün görüştüğüm abimi konuşuyorlar.
“Hastalık mı bu dersin?”
“Bence kesin hastalık.”
“Ya, tıpkı bunun gibi bir çocuk vardı, şizofren. Hiç evden dışarı…”
Abim beni yazmak konusunda heveslendiren kişiydi. Onun dergilerde çıkan şiirlerini okurken ben de yazma isteği duyardım. Belki de yazdığım son kitabımı ona ithaf etmeliydim. Ama olsun, elimde bir kitap kaldı. Yarın ilk işim kitabı adına imzalayıp ona ulaştırmak olacak.
“Hayalleri, tüm olaylara rağmen devam ettirebilmeliyiz. Sence, sence bu mümkün mü? Popriçev gibi?”
Bilmiyorum diyorum, bilmiyorum.
Ne zaman gözlerimi açsam Safa’yı kontrol ediyorum. Acaba uyuyor mu yoksa uyumaya mı çalışıyor?
Bakıyorum, saat 4.10. Biraz sonra 4.30. 5.15. 6.05…
“Hazır mısın oğlum? Hazırsan gel bir çay iç.”
“Hazırım. Geliyorum.”
“Sana ne zaman düğün edeceğiz?”
“Bizden adam olmayacak abla galiba. Böyle, ikimiz, kalakaldık.”
Safa uyuyor ve ben eve dönüyorum. Raftan kitabı alıyorum. “Abime,” diyorum, “adam olmayacağım…” İmza.
Islık çalarak evden çıkıyorum.
Emre Karakaya
Comments