Uyandım. Hayatımın diğer günlerini aratmayan aynı bezmişliği, aynı sıkıcılığı ve yine aynı durağanlığı peşimi bırakmadı. Hep aynı güne uyanmanın laneti çökermiş devlet kurumlarında çalışan emekçilerin üzerine. Hafta sonu var şimdi yalan yok, özelde çalışsam cumartesinin yarısını da kaptıracaktım. Şükür sebebi, yarım gün, altı saatlik fark. Öğretmen ol, hafta sonun var mis gibi! Üç ay tatil yapacaksın daha ne istiyorsun gibi gibi söylemlerin sahipleri, nerelerdesiniz?
Gün aynı gün. Doğan veya doğmayı başaramayıp yerine nöbetçi kara kara bulutlarını gönderen güneşe de selam olsun! Neşeme neşe, çalışma hevesime heves kattığım bir başka gün. Uyandım, ne yazık ki! Son yedi ayımın tüm sabahları -hafta sonu da dahil- gözümü açtığımda ilk yaptığım şey, doğan güne küfretmek oluyor. Yanlış meslek daha doğrusu aynı günü yaşamanın laneti insanı yaşlandırıyor. Nereden biliyorsunuz diye sormayın. Denendi ve onaylanmaya devam ediyor.
(Oysa sabah aklımda hüzünlü, derin bir anlatı vardı. İşler değişti. Olmadı değiştir.)
Uyandım. Hayatımın diğer günlerini aratmayan aynı bezmişliği, aynı sıkıcılığı ve yine aynı durağanlığı peşimi bırakmadı. Sabah gözümü açtığım anda kapatmak ve olduğum yerde kalmak, güne hiç başlamamak son günlerdeki dileğim. Birazdan iradem, sorumluluk bilincim devreye girecek, kalk diye fısıldayacak bana. Mecbur kalkacağım. Fakülteye gideceğim. Öğrenciyken zoruma giden, dokuz buçuk dersine gidip uyanmış olmanın verdiği ruh hali ve sabit bir yüz ifadesiyle ders anlatacağım. Geçen yedi ayın özeti.
Durgunluk ve durağanlık üzerime çöken bir lanet gibi sarıyor beni. Hem de günden güne. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir, metaforunu hayal kırıklığına uğratıyor günler. Kaldırmadım başımı. Yatağa daha çok gömülmek istedim, yatak kocaman bir girdap olup beni içine çeksin ve bir farklılık olsun. Sıkıcı bir öyküden fantastik rengarenk bir masala geçelim.
Araladığım perdeden dışarıya baktım. Güneş de küskün, o da doğmamak konusunda ısrarcı. Yerine kara kara bulutlarını gönderip biz okurları kasvetli Rus romanlarına sürüklüyor. On yedi yıl önceki halim olsa, kasvetten zevk alırdı. Giyerdi ayaklarına pembe yünlü puflarını, bir de battaniye çekerdi sırtına. Kocaman bir kupaya kahve yapar, en kalın romanlarına böyle havalarda başlardı. Garip bir şekilde de bundan zevk alırdı. Havanın kurşun gibi ağırlığına methiyeler düzecek biri varsa o da kuşkusuz on yedi yıl önceki halimdi. Aynı anda üç yayın okuyup önüne her gelen şeyi obur obur okuyan, okudukça tüketen, tükendikçe yok olan gençliğim, nerelerdesin?
Ne kadar süre bilinmez. Üç dakika da olabilir. Bir saat otuz yedi dakika da. Kapattım gözlerimi, varlığımın benliğimi sorgulamasına ve yavaşça silinip gitmesine ses etmeden durdum. Gözlerimi açtığımda tavandaki belli belirsiz çatlak izi ile karşılaşacaktım. Küçülüp o çatlağın üzerinde sek sek oynayacak ve yine hayatıma geri dönecektim. Çatallanarak uzayan çatlak belki uzadıkça uzayacak ve izin vermeyecekti normale dönmeme. Belki hapsedecekti beni, ben de okuldan çaldığım rengarenk tebeşirler ile çatlakları süsleyecek, sek sek atlayacaktım. Belki, düşecektim ama oyun devam edecekti. Yine bayır aşağı topun peşinden koştururken kıvrılan dizimle pata küte dü…
Telefonum çalıyor. Bölüm sekreteri Nurten Hanım. Nurtenciğim izin verirsen topumu tutacağım, sonra yine düşmem gerekecek. Çalıyor, varsın çalsın dursun. Çalmasın sinirimi bozuyor. Komodinin üzerinden alıp rahatsız etmeyin moduna alıyorum, çekmeceye de attım mı, telefonun varlığını da yok sayabilirim. Ne diyordu teyze: “Elinizdeki bu telefonlar var ya, her şeyin sebebi onlar.” Sen de haklısın teyze.
Teyze? Necla teyze? Nereden geldin birdenbire aklıma? Oysa yıllardır zihnimin kenarından köşesinden geçtiğinde yoktu. Nereden çıktın geldin de, yine söyleniyorsun bir şeylere. Yıllar olmuştur teyzeyi görmeyeli. Ölüm haberini almaya korktuğum, hayal dahi etmek istemediğim teyzem. Yaşlı olan her insanın ölmesi şart mı? Yaşına yaş eklesek şimdiler de doksan dokuz yaşında olmalı. Allah daha da uzun ömür versin.
Teyze benim eski patronum. Yıllar yıllar önceki, öğrencilik yıllarımda çalıştığım konağın sahibi olan teyze. Tabii okul bitti, işti güçtü derken göremez oldum onu. Asla öldüğünden değil, bu senaryoda ölüm fikrini tamamiyle reddediyorum. O şuanlarda doksan dokuz yaşındadır. Dizleri yine aksıyordur ama korktuğu gibi Alzheimer olmamıştır. Günde iki gazetenin bulmacasını çözen teyze asla alzheimer olamaz, ben olurum ama o asla olamaz.
Yemek yapmayı bana sevdiren, öğreten ama o zamanlarda bir miktar canımdan bezdiren canım teyzem, çalışanları bir bir kaçıran, günlük gazetelere üç saat kendince yorumlar yapan, Atatürk’ün adı geçince sesi titreyen teyzem, Necla teyzem! Bir akrabalık bağımız yoktu aslında, dediğim gibi sadece yaşlıydı. Bu yüzden hanım değil teyzeydi.
O zamanlar hep dediğim gibi, konak içinden çıkınca güzeldi. Yıllar sonra hatırımda gülümseyebileceğim nostaljik anlar bırakmıştı geride. Dediğim gibi, konağın içindeyken böyle değildi. Ah be Necla teyze, şimdi nerelerdesin? Sanki daha bugün, dört kez hapşırdığın için hasta olduğunu söylüyor gibisin.
Yatağın içinde doğruldum. Gün karanlıktı, sanki daha da kararmıştı. Yataktan kalktığım gibi dağınık bir masa karşıladı beni. Yığın yığın kitaplar, kağıtlar… Hani büyüyünce ayrı bir çalışma odası, kütüphanesi olan bir evim olacaktı? Kandırıldım. Geri gömüldüm yatağa. Şimdi, hangi kuvvet beni yerimden kaldıracaktı? Yastığa gömülen başım, çatlaklar ile buluşan ayaklarım… Ne için çalışıp çabalıyorduk? Yirmi iki yıllık eğitim ne içindi? Kimileri için on altı da yeterli bir sayıydı ama biz öyle değildik. Okudukça okuduk, kimse elimizden kitabı defteri çekip almadı. Dur, yaşayacağın aynı hayat, bu kadar çalışıyorsun ama iş bulamayabilirsin, iş bulsan da üstlerin tarafından hor görülüp mesleki açıdan daima yetersiz hissettirebilirsin, demedi. Kimse beni uyarmamıştı. Günün on yedi saati çalışıp da karşılığını alamayacağım konusunda kimse beni uyarmadı. Oysa ben hiç durmadım, kalın kalın kitaplar okudum. Uykusuz kaldım, yazı yazmaktan parmaklarım içe kıvrıldı ama ben durmadım. Ne için? İşsizlik veya yetersizlik hissi için. Günümüzün hastalığı, tükenmişlik! Tükendim. Okuyacak kitaplar belki tükenmedi, belki yazacak şeyler de bitmedi ama ne güç kaldı ne istek. Sen niye beni uyarmadın teyze? Dört yıl gözünün önünde senin işlerinden kaytara kaytara ders çalıştım, kitap okudum. Sen durdursaydın beni. Hızımı alamadım, on yedi yıl -öncesini saymıyorum üniversite kazanıp okumak neymiş ki- yokuş yukarı tırmandım durdum. Sisifos misali tırmandım durdum, sonra bayır aşağı topun peşinden koşar gibi aşağı yuvarlandım. Çakıldım olduğum yere. Şimdi de yatağa mıhlandım. Çıkmak istemiyorum. Kitap görmek, klavye sesi duymak istemiyorum. Ben çok yoruldum teyze.
-(Oysa bu öykü neşeli olacaktı. Ne üzüntüde ne sevinçte sabit kalabiliyoruz. Başaramadık teyze.)
-Şimdi teyze olsaydı beraber yemek yapardık. Ben her şeyi doğrar önüne koyardım. Tereyağını, yazın yaptığımız domates sosu kavanozunu, baharatları, etini, soğanını… Ben sıra sıra dizer, doğrardım sen de karıştırırdın. Bazen susardık. Sen o zamanlar bir şeyler anlatmayı sevmezdin, birisi senden daha çok konuşursa sıkılırdın. Oflardın, sen sessizlik istersen o olurdu, zaten anlatmayı severdin dinlemeyi değil teyze. Sessizliği bölüşürdük seninle. Ya da canın bazen konuşmak isterdi. Yüzüne renk, sesine hayret katar, Naciye teyzeyi Elmas teyzeyi çekiştirirdin. Hem de en yakın arkadaşlarındı onlar! Elmas teyzeyle, Naciye teyzeyi çekiştirir, Naciye teyzeyle Elmas teyzeyi çekiştirirdin. Ne kızardın geziyorlar durmadan diye, biliyorum teyze dizlerin ağrıyor. Yoksa sen daha çok gezmek isterdin. Canının acısındandı huysuzluğun, anlıyorum teyze seni.
-Şimdi kızardın bana. Kimse senden daha hasta kimse senden daha mutsuz olamazdı. Ama ben de mutsuzum teyze. Senin emeklerin hiç boşa gitti mi? Ben heder oldum, keder oldum, perişan oldum be teyze. Mutsuzluk benim hakkım. Baston kullanmayı gururuna yediremezdin ama şimdi olsa herhalde bakışlarını yüzüme indirir, dudaklarını büzer, indirirdin kafama bir baston. Dünyam sarsılır, aklım başıma gelirdi dimi! Yok teyze, yine de baston kalsın kaldığı yerde, benim canım tatlıdır. Bilmem kaç yaşında kadınım ama canımın acısından ağlamayacağımı kim söyledi. Kızma teyze kalkıyorum işte.
-Acıktım. Şimdi sen olsan pazara Ahmet amcayı gönderirdin. Ben kimi göndereyim. Önüme sebzeleri doğrayıp koyacak kimim var? Sen olsan sadece olduğun yerde durur, onu bunu birbirine katar yemek yapardın. Emeksiz yemek olurdu. Ben ne yapayım? Pazara mı gideyim? Üzgünüm teyze, bugün evden çıkmamaya niyetliyim. Komodine uzanıp çekmecenin içinden telefonumu aldım. Nurtenciğim durmamış yerinde, sekiz cevapsız çağrı. Beni bu kadar merak ettiğin için teşekkür ederim Nurten, ilgisiz hayatıma ilgi kattın. Telefonum şenlendi. Neyse. Girdim bir uygulamaya, sen de getir ben diyeyim götür. Sepete bir bir bekledim: Ayva, havuç, patates, kereviz, bulgur, süt. Oo defne yaprağı bile var, ekledim gitti. Ya teyze, sen Ahmet amcayı gönder çarşıya pazara. Bak her şey benim ayağıma geliyor, gördün mü gelişen teknolojiyi! Alışverişin ne kadar tuttuğunu söyleyemem ama on yedi yıllık zaman kaymasıyla enflasyonu hesaplayabilmem mümkün değil. Ortalık yine ateş pahası ama yine, bunu bilsen yeter.
-Sen de yirmi yedi ben diyeyim on yedi dakika içinde siparişlerim kapıda. Dikkat bu bir reklam değil hayatın gereği olan formel bir sayıdır! Saçlarımı gelişi güzel topluyorum. Çok özenirim kalemle saçlarını toplayabilen insanların özenli özensizliğine. Mandal tokayla yetiniyorum. Geçiyorum mutfağa. Kendime en son ne zaman makarna, yumurta, menemen dışında yemek hazırladım pek hatırlamıyorum ama bugün teyzenin hatırına güzel bir masa kuracağım.
Dikkat, bu bir yemek tarifi asla değildir. Geçmişin izini takip ederek hazırlanmış, hatıralarla sotelenmiş bir andır. Dikkat bu sadece bir anıdır. Yemek yiyeceğinizi zannediyorsanız, büyük yanılgı içerisindesiniz sayın okur! Çünkü ben yemek yapmayı öğrenmiş olmama rağmen yemek yapmamak konusunda ısrarcı ve inatçı, gençlikteki gibi asi olmakla yetinen öylesine biriyim.
(Yazının tadını alamazsın ey okur! Sakın daha fazlasına niyetlenme.)
Öncellikle soğanları alıyorum. Ne hikmetse evde varmış. İri soğanın birini halka halka doğrayıp geniş bir sahana dolduruyorum. Daha küçük olan soğanı ince ince, gözlerimi yaşarta yaşarta doğrayıp granit pilav tenceresine atıyorum.
“Gel gel sarışınım gel…”
Dilime nereden yapıştığı belli olmayan, günümüzde bile eskilerde kalmış bir şarkı dolanıyor. İnat ediyorum, açmıyorum şarkıyı. Çünkü ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum. Ne kadar zaman geçmiş belirsiz, elime doğranması en zor olan sebzeyi almam da ayrı bir sorun. Kerevizleri uzun saplarından tek bir bıçak hamlesi ile ayırıyorum. Geçmişteki gibi zevk alıyorum bunu yapmaktan.
“Gel sana aşığım gel…”
Ortadan ikiye ayırdım kerevizleri soyacağın gücü yetmeyeceği için bıçakla soyuyorum. Soyduğum parçaları geniş bir leğene koyup suyla dolduruyorum. Bir başıma dört iri kereviz almışım. Üç topunu soyup suya atıyor, kalan birini de diğer gün salata yapmak için dolabın bir köşesine atıyorum. Buzdolabı bir mahzen gibi kerevizi yutuyor, raflar o kerevize bir daha dokunmayacağımı da biliyor. Yazık çürüyecek zavallı. Kerevizler suyun içinde beklerken havuç alıyorum soyup halka halka doğruyor, koyuyorum kenara. Şimdi teyze olsa, her zamanki gibi, bunları önceden pişireyim mi, diye sorardım. O da -genellikle yemek konusundaki öğreticiliğin getirdiği şefkatle- buna gerek olmadığını söylerdi. Derdi ki, mutlaka ayva koy. Zeytinyağlıya gizli lezzetini veren bu pembe ayvalarmış. İyice temizlenen kerevizleri sudan çıkarıp bir tur daha beyaz katmanlarını ayıklıyorum. Sonra dilim dilim kesiyorum. Sahanda soğanı tereyağıyla bir iki çeviriyor sonra kerevizleri sıra sıra diziyor, aralara havuç ve ayva serpiştiriyor, en sonda yine aralara kerevizin yapraklarından koyup süslüyorum.
“Gel gel gün ışığım gel…”
Tabii, teyzeninki gibi süslü olmuyor. Teyze bir zeytinyağlı kereviz yapardı, öff! Her şeyi ben doğrayıp koyardım önüne ama onun yaptığı bir sanat eseri gibi görünürdü. Yüzyıllık sanat filmlerine taş çıkarırdı o manzara. Buruşuk parmaklarında mutlaka yüzük olur, her şeyi olabildiğince yavaşlıkla ve özenle ocağın başında hazırlardı. Kocaman konağı döndüren dört gözlü ocağın büyük gözüne koyduğu sahana dizerdi tüm malzemeleri. Renkli baharatlıklar, ocağın çaprazında demir parmaklı ahşap pencereler, pencerenin önünde morlu pembeli menekşeler, yemek yapmaktan dağılmış ama kendi halinde sırayla dizilmiş özenli bir karışıklık, teyze oğlak burcu olmanın gereğini yapıyor. Her işinde olduğu gibi yine başarılı. Ben öyle olamadım teyze, başarının içinde bile gizli bir başarısızlık hep yakamdan tutup çekiştirirdi beni. Sen hiç hata yapmadın mı teyze?
“Gel çok karışığım gel…”
Kerevize kararınca su ve zeytinyağı katıp açıyorum altını. Kırk beş dakika pişiyor. Kereviz suyunu çektikçe su ekliyor, şeklini bozmadan tadına bakıyorum. Vakti geldiğinde önce bir tatlı kaşığı şeker -zeytinyağlıya şeker mutlaka atılırmış- sonra tuz, kimyon atıyorum. Kereviz tamam, alıyorum sahanı, koyuyorum bankonun üzerine soğusun. Bir başıma oturup bir haftada sekiz kişilik kereviz yiyeceğim. Şimdi işim kolay. Patatesleri iri iri doğrayıp çorba tenceresine atıyor, üzerine su ekliyor ocağa koyuyorum. Önceden doğradığım küp soğanın içine domates sosu olmadığı için el mecbur salça atıp kavuruyor, soğanlar kolay pişmediği için teyzenin isteği üzerine yarım tas su ekliyor karıştırıyorum. Otlu bulgur pilavı yapacağım buna normalde nohut konulmazmış ama teyze at diyor. Teyze diyorsa vardır bir bildiği, sen konuş üstad! Bu arada nohutu hayalimde yazdan hazırlamış dolaba torbalar ile koymuş olmalıyım yoksa hemen bir çevirmede nohut pişer mi? Soğanların üzerine defne yaprağı, karabiber, kimyon atıp karıştırıyorum. Defne yaprağı teyzeye özel. Başka hiçbir tarifte bulamazsınız! Etin içine atarsın yağını çeker, bulgura atarsın tat verir. Şifa şifa! Önceden en az üç kere yıkadığım bulguru tencereye boşaltıyor, üzerine gelene kadar su ekliyorum. On yedi yıl önce belki de bugün ilk pilavımı yapmışım, çok da zor değilmiş sanki. Bulgur hemen pişiyor, tadına baka baka su ekliyorum. Bulguru da çok yememek lazım, şişkinlik yapıyormuş. Kaşıkla karıştıyorum.
“Aa hata yapıyorsun işte. Yemekler o kadar sık karıştırılmaz!” Teyze? Geçmişe dönüp ters ters bakıyorum teyzeye. Ama teyze, diyorum. Bu pirinç değil ki, kırılmaz. O da ters bakıyor. Büyüklere cevap verilmezmiş, bir bildikleri varmış! Devrimci, asi, inatçı gençliğim el kaldırıyor, itiraz etmeden nasıl öğrenilir teyze? Neyse, devrim de dursun, başkaldırı da pilava dönelim. Pilav tamam kısık ateşteyken üstünden nane ve reyhan koyuyorum. Pilavın otu buradan geliyor. Tuzunu da ekleyip bu sefer karıştırabilmenin hakkaniyetiyle hırsımı ala ala karıştırıyor, üzerine bir bez koyup dinlenmeye bırakıyorum.
“Ne sen unuttun, ben unuttum.”
Patatesler pişmiş, neredeyse eriyecekler. Neyse önemli olan tadı. Üzerine süt ekliyorum. Siz deyin bir buçuk, ben diyeyim üç bardak. Sütle karıştırıyorum. Krem bir renk alıyor. Teyze gibi üzerine yine nane ve reyhan ekliyorum. İşin sırrı bunlarda herhalde, her şeyin içine koyuyor, her şeye de yakışıyordu. Çorbada tamam.
Bankonun üzerine bakıyorum. Saat on bir. Kahvaltı niyetine kereviz yaptık iyi mi? Önümde üç büyük tencerede sekiz kişilik yemek, yanına bir iki çeşit daha eklesem bir ordu doyururum. Ama bir başımayım işte. Senin yanında Ahmet amca vardı ama teyze. Üç kelime konuşacağı yerde iki yüz elli kelime konuşurdu ama en azından yanındaydı be teyze. Yaptığın her yemeği lök diye indirirdi mideye. O da iyi adamdı, çok konuşurdu sadece. Ama en azından yalnız değildin teyze. Kaçıp giden elemanların vardı, sen kaçırmasaydın mis gibi rahat iş, kalırlardı yanında. Kendin ettin kendin buldun teyze. Bak bir ben kaldım yanında. Bir masa kurardım üç kişilik, arada bir dördüncü sandalye gelir, yoklar sonra giderdi. Bir de kedi vardı. Pera! Ne severdim onu. Konağa geldiği ilk gün kimseye pas vermemiş beni seçmiş, kucağıma atlamıştı. Siz Naciye teyzeyle mutfakta konuşurken biz kediyle babaannenin dolabının önündeki koltukta uyurduk. Karnımın üzerinde kıvırılır kalırdı. En çok beni severdi! Hiç kıskanma teyze, Ahmet amca sen de ciğerle kandıramazsın kediyi, sevgi daha önemli. Bir kedi mi sahiplensem? Sadece elemanlar mı, kediler de kaçardı konaktan. Her kaçan kediye ısrarla “Pamuk” adını koyardınız. Ben Pera koymuştum adını, siz Pamuk dediniz. Alıştı garibim Pamuk olmaya. O yüzden ona sadece kedi derdim. Onu da kaçırdınız zaten. Sonrada nankörlüğüne bağladınız. Kediler özgür, gururlu hayvanlar, sıkışıp kalırlar mı bir konağın içine? Bir kedi olamadık teyze. Bir sen, bir Ahmet amca, bir ben… Lanetli midir nedir?
Kereviz seninki gibi olmadı teyze. Oysa tamamen aynı yaptım ama olmadı işte, beceremedim. Pilav olmuş bak, zaten pilav yapmakta ne var. Çorba da tuzsuz olmuş, olsun tuz atarız, tek derdimiz bu olsun teyze. On yedi yıl önce aşılmaz dediğimiz her şeyi aştık da bir tuzumuz mu kaldı? Şimdiki dertler ne olacak teyze? Kaldık yine metropolün ortasında bir başımıza. Sen sanırım haklısın teyze, ne olduysa teknoloji yüzünden oldu. Şaka şaka!
Ne güzel teyzemdin sen, Necla teyze… Nerelerdesin şimdi?
Ezgi Dalan
Comments