“Demek bu kadarmış,” diye düşündü. Bir dakikalık bir heyecan. Aslında otuz yedi saniye sürmüştü. Hafif bir acı hissetmişti en başta. Ama çoktandır kafasında çevirip durduğu hayaller işini kolaylaştırmıştı. İçindeki parçanın çekildiğini hissederken, aklına kızgın tavaya atılan tereyağı parçası geldi. Kayıp giderken kaybolan ve ardında köpüklü izler bırakan sarı bir cisim. Nabzı yeni hızlanmaya başlamıştı. Tam terlemiş sayılmazdı. Duş alma isteği uyandıran bir nemlilik vardı teninde. Koşa koşa uçurumun kenarına gitmişti, içini hoplatan bir heyecanla boşluğa bırakmıştı kendini, ama tam düşmenin hazzını yaşayacakken havada asılı kalmıştı. Boşlukta. Kocası üzerinden çekilip yanı başına saldı kendini. Kolunu alnına yaslamış, gözleri gölgede kalmıştı. Ona bakmasını istiyordu. Mutluluğunu söylesin. En azından yanağını okşasın. Bir şeylere temas etseydi, sıcak bir tene, boşlukta kalmışlığını unutabilirdi. Tavadaki tereyağını düşündü. Acıkmış mıydı acaba? Ona menemen yapsaydı. Sonra sigarasını yakışını seyretseydi. Ne dumanını ne kokusunu severdi ama kocası içerken izlemek hoşuna giderdi. “Bırak artık şunu.” diye söylense de alışmıştı onu ağzından düşmeyen sigarasıyla görmeye. Fabrikada, çay molalarında erkeklerin toplandığı yere doğru hiç bakmışlığı yoktu. Ta ki kızlardan biri çıtlatana kadar. Şaşırmıştı. İşçilerin çoğundan yaşça büyük olduğu için pek aklına getirmezdi böyle meseleleri. Yine de birinin kendisini beğeniyor olması hoşuna gitmişti. O da ara ara etrafına bakınıyormuş gibi dikizlerdi erkeklerin çöktüğü kaldırım dibini. Abartılı kahkahaların, dillerinden eksik etmedikleri küfürlerin sessizleştiği bakışmalar olmuştu. İlkin kaş göz yaparak, derinlerdeki sırlarını biliyormuşçasına kirli bir tebessümle çöpçatanlığa gelen kızlara kulak asmadı. “Büyüsün de gelsin,” bile dedi. Yine de gece olup herkes yatağa çekildiğinde, kendinden ağır yorganı üzerine çektiğinde, o bakışları düşünmeden edemedi. Başka bir evde, başka bir hayata başlamak fikri takıldı aklına. Evde rahatı fena değildi. Babası ağzı var dili yok bir adamdı. Severdi de. Gerçi pek sarılamazdı. İki üç cümleden fazla konuşamazdı. O da fatura, vergi, kira ya da evin ihtiyaçlarıyla ilgili mevzulardan ibaret olurdu.
Kocası külotunu çekerek kalktı yanından. “Ben kahveye gideceğim.” dedi. Kahve meselesi bilmediği bir diyardı. Babası kahveye giden biri olsaydı belki bir kere de olsa babasını çağırmak maksadıyla gidip görebilirdi ama pek fikri yoktu. Dışarıdan gördüğü kadarıyla erkeklerin sürekli sigara içip kâğıt oynadığı bir yerdi. İçerideki sigara kokusunu bilmezdi. Dumanın rutubet kokusuyla karışıp masa örtülerine sindiğini, çaydanlığın buharıyla birlikte içerideki kesif kokunun yumuşadığını, ıstaka seslerini, helanın gıcırdayan kapısını, televizyonda dönüp duran klipleri, at yarışlarının coşkusunu, bıyıkları ağarmış kerli ferli adamların mahzunlaşmasını bilmezdi. Erkekler için güzel ve keyifli bir yer, dert ortaklarıyla hoşsohbet vakit geçirdikleri bir mekân olarak görürdü. Sesini çıkarmadı o da. Ama asılı kaldığı boşlukta zemin biraz daha kayboldu. Sonra çok denedi, bu kahve gezmelerine gönül indirmeye çalıştı ama yapamadı. İlk ve son otuz yedi saniyenin üzerinden dokuz ay geçince biraz biraz ses çıkarmaya başladı. Yine de kocasını pek suçlayamıyordu. Çünkü kendisi değişmişti. Bedeni, duyguları… Yavrusu olunca asabileşti sanki biraz. Kırk gün boyunca yalnız bırakmadılar onu. Ya kaynanası ya görümcesi etrafında dolandı. Sonra kahvede geçirilen zaman evde geçirilen zamanı geçti. Dönerken bez getir dediği bir günün akşamında, çocuğun poposunun kıpkırmızı pişik olduğunu görünce içinde birikeni açığa vurdu. İlk kez o akşam, “Şu kahvede ne var Allah aşkına,” diye patladı.
Kocası bezin peşine düştü hemen. Açık bir market bulmak için sessizce çıkıverdi evden. O gece epey geç döndü eve. Eli boş gelmişti. Bez, mama, çocuk boku, sidik, bez, mama, boş ev, içeride asılı duran bir şey, göğüs kafesine yerleşen bir yumru, borç, eczane, bez, çocuk zırıltısı arasında evde konuşabileceği tek kişi olarak kaynanayı denemedi değil. Her ne kadar kendisine pasaklı, köhnemiş ve ketum görünen bir kadın olsa da halden anlayabileceğini düşündü. Oğluna laf ettirmezdi ama torunu perişan oluyordu. Bir şeyler söyleyemez miydi? Hani hafiften kulağını çekse, biraz laf dokundursa belki yola gelirdi. Ama oğlu çalışıyordu işte! Daha ne yapsındı? Hayat pahalıydı. Geçim sıkıntısına soluğu kahvede alıyordu çocukcağız. “Ama,” diyecek oldu. Bari at yarışını bıraksaydı. İyi olurdu tabii ama içkisi yoktu, kumarı yoktu. Tek eğlencesiydi. At yarışı kumar değil miydi peki? Çocuğun rızkı değil miydi? Derken sesler yükseldi. Odasına çekildi. Gece olunca kapı sesiyle uyandı. Kaynananın zırladığını duydu ilk kez. Soğuk bir beden bekledi yanına kıvrılsın diye. Beklerken uyuyakaldı. Yine çocuk boku ve zırıltısından başka bir şey yoktu ertesi gün. Ertesi günler. Böyle olursa giderim demeye çalıştı. Acaba kızı olduğu için miydi bu soğukluk diye düşünmedi değil ama konduramadı. O kadar cahil bir adam değildir, dedi. Yine de gitti. Baba ocağının sessizliğine bir elinde bebek, bir elinde bebeğin eşyalarıyla dolu çantayla döndü. Babası meseleyi biliyor gibi hiç ses etmedi. Gece annesinden nasıl olsa alacaktı havadisleri. Hafta sonu geldi kocası onu almaya. Düzelir, dedi herkes. Akıllanmıştır. Kocasının yüzünde de bir tebessüm vardı sanki. Bir iyimserlik çökmüştü çehresine. Bebeği ve çantayı alıp gerisin geri döndüler beraber. Evin giriş kapısı gıcırdayarak açıldı yine. Çanta ayakkabılığın dibine bırakıldı. Kocası, “Ben hemen geliyorum,” dedi. Kapı tok bir sesle kapandı. Tavan alçalıyor gibi daraldı içi. Bazı bulutlu günlerde de böyle hissederdi. Göğün alçaldığı yerde durup toplaşan kara bulutları seyrederdi. “Demek ki bu kadarmış,” diye düşündü. Çantaya dokunmadan odaya geçti.
Bülent Ayyıldız
Öyküyü sesli dinlemek için:
Comments