Kulağıma incecik sesi geldi annemin. Vızıldayan mermi seslerinden hemen önceydi. “Mimozalar açmaya başlar artık.” Mimoza çiçeği hangisiydi diye düşündüm, yoksa ağaç mı demeli? Hani şu eflatunları salkım salkım dökülen mi Mimoza, sarı topları üst üste patlayan mı? Neyse de ikisinin de dalını kırıp vazoya koydun mu kokar, bütün ev kokar. Ev koktukça annemin dilinde hep aynı türkü uçuşur. “Açıl ey ömrümün varı yârim hey hey, bad-ı sabah olmadan, yürü yürü…” Türkü odalarda dolanır, aklıma Zehra’nın ak bağrı düşer. İçimden kaleme sarılmak geçer, sanki becerebilecekmişim gibi ona şiirler yazmak isterim. Mimoza kokusu bir yandan, Zehra’nın hayali diğer yandan çepeçevre kuşatırlar etrafımı, dayanamam gözlerim kapanıverir. Kendimi pencerenin önündeki sedire atarım. Annem sırtıma battaniye yetiştirir.
Ama bu duyduğum koku! Şu genzimi tıkayan, kafamın içindeki ağları birbirine düğümleyen koku, kokular… Ayırt edemiyorum tekerlenip yumak olmuşlar. Hangisi hangisinin neresinde? Barut mu taşın, ter mi kumun, kan mı bedenin, sidik mi toprağın? Ayrı ayrı duysan belki dayanılır, böyle topyekûn ağzından burnundan kulağından ve dahi her yerinden içine sızınca ölümcül bir zehir haline geliyor.
Ölüm de neyse? Anca bayramdan bayrama elini öptüğümüz yaşlıların yağı bol helvası demek ölüm. Ya da şehirden dönerken bir arabanın altında kalan, olmadı tarlada traktörden düşen yüzünü bilmediğim akrabalar demek, ki onlara da havadis deniyor. İşte ne bileyim, kümesteki kıran girmiş tavuklar, yazın kolumu yediği için şaplak vurduğum sinek, yağmurda ayağımın altında çıtırt etmiş sümüklüböcek. Ölüm dediğin bu! Buydu…
Sonra “Ölürseniz şehit olursunuz," dediler. “En yüksek mertebedir, ananız babanız gurur duyar, adınızı sokaklara okullara verirler.” Altı kolla havaya atıp dört kolla tuttular. Avucumuz gelin kızlar gibi kınalı. Omuzlarımız arşa yakın. “Ölürüz icabında...” dedik. Dedik demesine de laf ola beri gele işte. Azrail’in ne işi var senin benim gibi yeni yetmelerle? Bir bakar sonra döner gider dizi tutmaz, gözü görmez yaşlılara sandık. Ben sandım belki de kim bilir? Bak Kız Selami’ye. Kabullendiğinden herhalde “Benim buradan cenazem gider, ” deyip dururdu, gözlerini belerte belerte. Derdi demesine de geçen arazide akrep gördü bastı çığlığı, e yedi sopayı tabii. Komutanın siniri iki gün geçmedi, bizim dalgamız üç bilemedin beş gün. Sonra akrebin yapamadığını mayın yaptı, göğe yükseldi bizimki. Ardından önce kolu düştü. Sonra ucundan siniri sarkmış gözü, ayak parmağı. Artık ne kadar topladılar tamam ettiler bilmem, gitti cenazesi. 22'sinde yoktu daha. Kolu da tutuyordu bacağı da, ne saçında akı vardı, ne ağzında eksik dişi. O zaman aydım duruma. Ama ne fayda? Korksan korkamazsın burada, kaçsan kaçamazsın. Önündeki toprak volkana dönse, gök alevden delinse korkulmaz. Kopulur, parçalanılır, yırtılınır, delinilir ama korkulmaz. Ağzında dört kelimelik bir tekerleme: “Vatan sana canım feda!”
“Burası bizim üzerine çiğdemler serilmiş toprağımıza hiç mi hiç benzemiyor, ” desen diyemezsin. Düşmanı sorsalar necidir bilemezsin. Kim iyidir kim kötüdür belleyemezsin. Vazife dediler mi düşünmezsin. Senin yerine düşünen vardır ne de olsa inanırsın.
“Operasyon var, ” dedi komutan. Yolumuz uzunmuş, ta sınırın ötesinde. O yüce mertebeden bahsetti durdu. Cenneti anlattı, çeşit çeşit hurileri. Gece sabaha varmadan, zırhlı tabutlara balık istifi dizilmeden hemen önceydi.
Solumdan akan sıcak mı sıcak, kızıl mı kızıl bir su. Nasıl da fışkırarak çağıldıyor. Sağımdan yükselen ise bir sıtma. Hava da öyle buz değil ama dişlerim birbirine çarpıyor. “Komutanım, cennette Zehra var mıdır?” diye sormadığıma hayıflanıyorum. Selami’ye güldükleri gibi bana da gülerler gibi diye sustum. Keşke sorsaydım! Orada da yine tatlı tatlı bakıp gözlerini devirir mi diye. Sonra bir ceylan gibi sekire sekire tırmanır mı tepeyi? Gördüğüm gri, kahverengi, sarı, mor benekler sarıya dönüyor. Mimoza çiçeği sarı olandı değil mi?
*
Shajarat Almaymuza. Baklagiller familyasının on beş metreye kadar boylanan sarı çiçekli bir ağaç türü. Mart ayında çiçeklenir. Tüysü yapraklarında ortalama otuz yaprakçık vardır. Çalı veya küçük ağaç formundadır. Mimoza ağacı.
Adamın cılız bedeni coşkun suyun buzuna düşmeden hemen önce hatırladım bunları. Gömleğinin iliğine geçirdiği sarı topçuklu çiçekleri görünce içimden alaycı bir gülme geçmişti. Midemden boğazıma bir hortum yükseliyor, kafamın sağından soluna tenekeler vuruyordu. Yoksa basardım kahkahayı. Ne zamandır tutuyorum kendimi, kaç kere ağzıma geldi de geri yuttum. On altı kişi miyiz burada on sekiz mi sayamadım. Ama omuzları yavrularını sarmaktan içeri bükülmüş kadınları, birbiri ile birleşip birleşip ayrılan gökyüzü ve denizi bir çizgi film gibi izleyen çocukları görünce sıkıyorum kendimi. Utanıyorum kusmaya. Bu yaşımda bir beni mi tutuyor deniz diyorum, bir ben mi ilk defa lacivertinin üstünde sağdan sola savruluyorum?
Kapadım gözümü ne yapayım, iki sene evvel amfinin en arkasında duyabildiğim kadarını düşündüm. Latincesi Acacia dealbata. Magnoliopsida sınıfından, Fabales takımından, familyası Fabaceae. O dersin gördüğüm son ders olduğunu bilmiyordum. Öğrencilerin çoğu fakülteye devam etmese de ders yapılıyordu. Yani olabildiğince. Zaten yıkım pek çoğunun mahallelerine kadar gelmişti. Kimi “neresi olursa olsun kaçışı” na hazırlanıyordu, kimi zaten ailesiyle öte dünyaya kaçmıştı çoktan. Ölümden kaçılır mı, diyor, küçümsüyordum onları. Bizimkiler zaten ben küçükken ölmüş, umursamazlığım belki de bundandı. Bir şeyi, daha el kadarken yaşarsan ondan korkmuyorsun. Ne değer veriyorsun, ne anlam yüklüyorsun.
Ölümün adı yok. Evinin damı mı yıkılıp kafanı delecek, yoksa bir mermi kalbine mi saplanacak? Ölümün yaşı yok. Dişi çıkmamış, altına çiş kaçıran bebekleri de dişi düşmüş altına çiş kaçıran ihtiyarları da aynı havan topu öldürebiliyor. Ölümün zamanı yok. Nasıl geleceğinin ne önemi var?
Yine de kaçtık. O günkü dersin akşamına okulun kuzeye bakan kısmı yıkıldı. Kaldığım yurt desen iki duvarı sağlamsa ikisi çatlak. Bir sırt çantasına sığdı her şeyim. Hangi kafile denk geldiyse peşlerine takıldım. Hangi sınırdan geçtilerse geçtim. Hangi şehirlerde konaklayacaklarsa konakladım. Ne konuşmaya, ne düşünmeye, ne umut etmeye, ne plan yapmaya gerek yok! Daha iyi bir hayat diye bir şey yok! Belleğinde bunca kara kırmızı anı varken ne görebilir gözlerin? Gittiğin her yerde cerahatli bir yaraya bakar gibi bakmayacaklar mı sana, kimi acıyarak kimi tiksinerek ama mutlaka kurtulmaya çalışarak. Yanı başında ölümün olduğu bir yolculuğa umut yolculuğu diyenin yüzüne tüküreyim. Ölüm sadece yer değiştiriyor. Şu altımızdaki canavara yem olmuş adam mesela. Daha iki saat evvel, yakasındaki mimoza ile umutlu laflar ediyordu. “Şu kıyıya bir varalım, her şey çok güzel olacak. Hele şu kıyıya bir varalım…” Sonra botun ön tarafı bir dalganın önüne eğildi, bir pirinç tepsisinden düşen tek bir tane gibi savruldu suya. Çığlıklar, uzanan eller, üzerindeki yalandan can simidi hiç biri işe yaramadı. Birkaç batıp çıkma, ne dediği anlaşılmayan birkaç söz, sonrası boşluk. Kendi azgın suların neresine gitti bilmiyorum ama yakasındaki mimoza, sarı çiçekleriyle suda yüzüyor hala. Birazdan o da gözden kaybolur. Kadınların ağlayışları erkeklerin suskun titreyişleri birazdan geçer. Bir sonraki ölüme kadar herkes yaşadığını sanmaya devam eder. Şu karşı kıyıya bir varalım da…
Hande Çiğdemoğlu
Öyküyü sesli dinlemek için:
Comments