Karşımdaki koltukta oturan kadının trenin camına yansıyan görüntüsü, bazen aniden giriverdiğimiz bir tünelin karanlık ve nemli duvarlarında beliriyor, bazen de gecenin zifiri karanlığı onu tıpkı siyah dev bir canavar gibi yutuveriyor. Kafamı yasladığım cam, soluğumdan yer yer buğulanıyor. Metal kokulu ve tozla karışık nemli hava çarpıyor burnuma. Başım, trenin sarsıntılarıyla hafif ve ritmik bir şekilde cama çarpıp duruyor. Yanı başımdan akıp giden görüntüleri seyre dalıyorum. Yolun kenarındaki çalılıklar, ağaçlar, belli belirsiz nesneler hızla bir kara deliğe düşüp, yitip gidiyorlar. Trenin çif pofları ve istasyonlara yaklaştığında uzun uzun çaldığı düdüğü, beni alıp geriye doğru bir zaman yolculuğuna sokuyor. Keyifli bir sebeple olmasa da yıllar sonra doğduğum ve büyüdüğüm topraklara doğru hızla yol alırken, çocukluk anılarım saklı durdukları yerden birer birer ortaya çıkmaya başlıyor.
İlkokul ikinci sınıftayım. Okul tam gün ve öğlenleri yemeğe eve gidiyorum. Ev ile okulun arası yürüyerek dört dakika. Öğle tatilindeyiz. Yemeğimi hızlı hızlı yedikten sonra, okuldan önce bakkala gidiyorum. Yan dönüp, kara okul önlüğümün cebinin ağzını elimle açıyorum. Bakkal Hurşit amca, büyük naylon torbadan çay bardağına doldurduğu tuzlu ay çekirdeğini açtığım cebime boca ediyor. Bardağı elli kuruş. Diğer avucumda sıkı sıkı tuttuğum elli kuruşu uzatıyorum. Cebimdeki çekirdeklerin kabarıklığını mutlulukla okşayıp, Hurşit amcaya iyi günler dileyerek çıkıyorum dükkândan. Hurşit amca burnunun üzerine düşen gözlüğünün üzerinden bakarak arkamdan sesleniyor.
“Karşıya geçerken arabalara dikkat et kızım.”
Gülümseyerek, “Merak etme Hurşit amca,” diyorum. Beni düşünmesi hoşuma gidiyor çünkü. Çekirdeğin içindeki irili ufaklı tuz parçaları önlüğümü lekeliyor diye annem kızacak, biliyorum. Kolay mı yıkamak, kurutmak, ütülemek diye başlıyor söylenmeye. Amaan, kızarsa kızsın, diyorum içimden. Çekirdekleri keyifle çitleyerek önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakarak karşıya geçip okulun yolunu tutuyorum.
Kafam trenin camına yaslı, yüzümde bir gülümseme, zaman tünelinin içinde, bir ileri bir geri, keyifli bir gezintideyim.
Dokuz veya on yaşımdayım. Maddi durumumuzun nispeten iyi olduğu zamanlar. Annem ayda bir kez, elleriyle hazırladığı pide harcını mahalledeki fırına yollayıp pide çektirirdi. Pide yaptırmak değil de çektirmek derdik o zamanlar ve o günler bizim için en büyük ziyafet günü olurdu.
“Al şu fileyi. İçindeki tencerede peynirli, maydanozlu pide harcı var. Hasan ağanın fırınına gideceksin. Söyle malzemesini bol bol koysun. En son, fırından çıkınca üzerlerine tereyağı sürecek. Sakın acele edip tereyağı sürmeden alma. Hoş o da sürmeden vermez zaten. Bak dönüşte ellerin yanmasın diye tencereyi fileye koydum. Döküp saçmadan al da gel. Haydi evladım, kıpırda.”
Önümde serili iskambil kağıtlarını göstererek, “Anne, dur şu fal bitsin de öyle gideyim. Az kaldı.” diyorum.
“Ne falı kızım? Yemek saati geldi. Çabuk git gel, dönünce bakarsın falına. Tepemin tasını attırma şimdi. Paraya da sahip ol, düşürüp şaşırma.”
“Ama öyle olmaz ki anne. Başladım bir kere. Bitirmeden gidersem dileğim gerçekleşmez.”
“Şimdi terlik geliyor ha! Fırla çabuk. Dileğin bir saat sonra gerçekleşiversin.”
Çaresiz oflayarak kalkıyorum. Anneme biraz daha direnirsem başıma ne geleceğini biliyorum çünkü. “Zaten Ali de teneffüste bizim sınıfın kapısının önünden geçerken, benim oturduğum sıraya doğru yan yan bakıp gülümsüyor. Falı bitirsem ne olur, bitirmesem ne olur? O da benden hoşlanıyor bence,” diye düşününce rahatlıyorum. İçimde kelebekler uçuşuyor. Annem hala konuşmaya devam ediyor.
“Sokak terliklerini giy de git. İki saat ayakkabı giymekle vakit kaybetme bir de. Çabuk ol, oyalanma artık. Sofrayı kurmaya başladım bak.”
Kapıdan gönülsüz çıkarken, kardeşimin görevi de çoktan belirleniyor.
“Çabuk kalk bakayım sen de. Ay bunlara bir iş yaptırmak ne zor ayol! Oğlum al şu kabı, doğru Hurşit amcanın dükkanına. Yarım kilo tava yoğurdu al da gel. Ayran yapacağım. Şu da parası, koy cebine güzelce. Düşürmeyesin sakın dikkat et. Vallahi kafanı kırarım!”
Makinist birden frene asılınca alnım cama hafifçe çarpıyor. Kendimi “Ali nerededir acaba şimdi,” diye düşünürken buluyor, gülümsüyorum. Demir tekerleklerin hızı, rayların üzerinde cayırtılar çıkararak azalıyor. Uzaktan istasyonun ışıkları görünmeye başlıyor. İyice yavaşlıyoruz. Kesme taştan yapılmış, iki katlı istasyon binasının tam ortasındaki tabelada “Savaştepe” yazıyor. Tamamen duruyoruz. Trenden bir adam, bir kadın ve iki çocuk iniyor. Önce adam inip bavulları yere bırakıyor. Sonra sırayla kucaklayarak indiriyor çocukları. En son da elini uzatıp kadının inmesine yardımcı oluyor. Birbirlerini çok seven, mutlu bir aile olmalılar. Babamın ne beni ne de kardeşimi böyle kucakladığını hiç hatırlamıyorum. Yirmi sekiz yaşımdan utanmadan, hasetle bakıyorum onlara. Trene binen yok. Düdük sesi ve yavaş çif poflarla tekrar hareket ediyor, giderek hızlanıyoruz. Dışarıdaki karanlık, yeniden vagonun içindeki koltukların ve yolcuların cama vuran siluetlerini yutmaya başlıyor.
Yolculuğum başladığından beri gülümseyerek hatırladığım anılarımın içinde babam olacak adam hiç yok. Önümdeki koltukta otururken biraz önce kalkıp giden adam, geri gelip oturuyor. Oturmasıyla üzerine sinmiş sigara kokusu burnumun direğini kırıyor. İşte tam da o kokuyla birlikte içinde babamın olduğu anılarım üşüşüveriyor başıma ve yüzümdeki gülümseme uçup gidiyor.
Elektrik tesisat işleri yapan babam, falanca yerde büyük bir iş aldım deyip annemin eline üç kuruş para sıkıştırıp gider, günlerce de gelmezdi. Zavallı anneciğim onun yokluğunda, zaten az olan para en geç iki günde tükendiğinden, arka bahçeye ektiği üç beş sebzeyle bize yemekler yapar, durumu idare etmeye çalışırdı. Ama babamın bizi böyle bırakıp gittiği zamanlarda uzun süre idare etmesi çok zorlaşırdı. Akşamları bize göstermemeye çalışarak ağlardı ama ben görürdüm. Günler sonra döndüğünde, büyük iş aldım diye ortadan kaybolan o adam, daha döndüğü ilk gün olmasına rağmen, pantolonunun boş cep astarlarını dışarı çıkarır, orta parmağıyla gırtlağına tık tık vurarak, “Kuruşum yok!” derdi. Böylece o sorumsuz adamın bizimle ilgili tüm sorumluluğu kendince sona ermiş olurdu. Kardeşim ve ben, babamın kumar tutkusundan, varımızı yoğumuzu bu uğurda kaybettiğinden ve bunlar yetmezmiş gibi Balıkesir’de başka bir kadına ev açıp onunla aile hayatı yaşadığından habersizdik o yaşlarda.
Bizi temelli ortada bırakıp çekip gittiğinde ben on iki yaşındaydım, kardeşimse on. Hiçbir geliri olmayan bir kadın, iki küçük çocuğuyla ne yapar, ne yer, ne içer, nasıl geçinir diye zerre kadar düşünmemiş, kapıyı çarptığı gibi çekip gitmişti. Üstelik giderken de;
“Yettiniz artık. İliğimi kemiğimi sömürdün yıllardır. Canıma tak dedirttiniz be! Düşün artık yakamdan,” diye avazı çıktığı kadar bağırmıştı utanmadan. Annem günlerce ağlamıştı arkasından. Artık babamın söylediklerini mi kendine yedirememişti, onca yıl gık demeden saçını süpürge ettiğine mi yanmıştı, yoksa tek başına iki çocukla bundan sonra ne yapacağını mı düşünmüştü bilmiyorum ama o günü unutabilmem mümkün değil. Anneannem ve dedem bize kucak açmış, hemen pılı pırtımızı toplayıp yanlarına Polatlı’ya taşınmıştık. Polatlı’ya gider gitmez annem boşanma davasını açmış, ilk celsede de boşanmışlardı. O günden sonra ne babam olacak adam ne de onun ailesinden biri bizi bir kez olsun merak edip aramamış, sormamıştı. Vicdansızlık genlerle aktarılıyordu besbelli.
Aradan geçen onca yıldan sonra, telefon numaramı nereden bulduğunu anlayamadığım büyük halam bugün sabahın köründe arayıp;
“Semra kızım, benim Mübeccel halan,” dedi. Daha şaşkınlığım geçmeden ağlayarak,
“Babanı kaybettik kızım, cenazeyi kardeşinle senin için bir gün bekleteceğiz. Yarın ikindi namazından sonra Dursunbey asri mezarlığında defnedilecek,” deyince, ilk şoku saniyeler içinde atlattım ve cevabım tereddütsüz bir netlikte çıkıverdi.
“Başınız sağ olsun hala. Bizi boşuna beklemeyin. Bizden gelecek hiç kimse yok oraya,” deyip kapattım telefonu. Buz gibi olmuştum. Bir zaman öyle kaldım. Ne yapacağımı bilemeden, düşünemeden, duygusuz, bomboş. Kendimi yer yer küflenmiş boş bir teneke kutu gibi hissediyordum. Bomboş olmasına rağmen, bir sopayla vurulunca nasıl ses çıkarırsa, o kof gürültülerin aynısı doldurmuştu içimi. Halam az evvel o sopayı sanki sırtıma, kafama, nereme denk gelirse hızla ve defalarca indirmişti. Önce kafamın içini dolduran gürültüler, usulca gövdemin içine de akıyor ve yavaş yavaş tüm vücudumu kaplıyordu. Küflü yerlerden geçerken de çok fena canımı yakıyordu. Küflü her noktada, babamın benim için yapmadığı ve benim görmemek için üstünü örttüğüm bir şey vardı çünkü. Babam bir gün anneme çok sinirlenip yumruğunu sıkarak üzerine yürüdüğünde, gözlerimi sımsıkı yumup içimden tekrar tekrar, “Allah’ım nolur ölsün babam, nolur ölsün de anneme zarar veremesin,” diye ettiğim dua sonunda kabul olmuştu. Ölmüştü işte! Epey geç de olsa ölmüştü. Beni tek bir gün olsun elimden tutup çocuk bahçesine götürmemiş, salıncağa bindirip sallamamış, koşarken düştüğümde ne oldu diye bile merak etmemiş, yanağımı bir kez olsun okşamamış, eve gelirken en ucuzundan da olsa bir gofret dahi getirmemiş, hayatında bir kez olsun veli toplantısına gelmemiş ve yapması gereken daha bir sürü şeyi hiç yapmamış olan o adam ölmüş. İyi ya, sevinmem lazım buna. Hem de çok sevinmem lazım. Ama sevinmedim. Çok tuhaftı hissettiklerim. Daha doğrusu hissedemediklerim. Öldüğüne üzülmüyordum asla ama sevinmiyordum da.
Makinist yine frene asılırken vagonun kapısını açıp içeri giren kondüktör “Dursunbey’de inecekler hazırlansın” deyip yolcuları inceleyen bakışlarla diğer vagona geçip gidiyor. Gün ağarmaya başlarken, içimde o sabahki akışkan gürültü dinmiş gibi sanki. Toparlanıp inmeye hazırlanıyorum.
Hâle Ünsal Karlıtepe
Comments