top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Hülya Tekin Çakır- İşaretler ve Atina

Soluk gün ışığı odaya göz kırparken genç kadın yatağından kalktı. Günlerdir üzerinden çıkarmadığı kıyafetlerini değiştirdi. Ortalıkta kimse yoktu. Hızlı hareketlerle garaja indi. Etrafı gözetleyerek cebinden çıkardığı anahtarın düğmesine bastı. Onlarca arabanın arasından parlak kırmızı Mini Cooper’ın farları yanınca koşarak yanına gitti, kapısını okşayarak açtıktan sonra zıplayıp dans etti.

Uzun zamandır bu anın hayalini kuruyordu. Planı kusursuzca işliyordu, gözlerinin önünde bir mucize gerçekleşiyordu. Nihayet Atina’ya gidebilecekti. Öyle heyecanlıydı ki arabayı çalıştırdığında geri vitese aldı yanlışlıkla. Garajın duvarına toslayacaktı, neredeyse.  Frene yüklenince bacakları kilitlendi. Yüreği ağzından çıkacaktı. “Sakinim, profesyonelim,” diyerek derin nefes alıp verdi. Nihayet işleri yoluna koymayı başardı. Yola koyuldu, hızlıca. Ayağını gazdan kavşağa yaklaşınca çekti. Planını gözden geçirdi birkaç dakika. Atina epey uzaktaydı. Annesine uğrayıp yeğenlerinden birini yol arkadaşlığına ikna edebilirdi. Ergenlerle uğraşmak; hiç akıl işi değildi, hele ki bu kadar uzun bir yolda. Düşüncesini geldiği gibi geri postaladı. Gazı kökledi, “Atina, işte geliyorum!” diye bağırdı.

Kesintisiz yol alırsa akşam olmadan şehre varacaktı. Daha önce oraya gitmemişti. Yine de kaç kilometre yol gideceğini hesaplamayı başardı aşağı yukarı. İnsanı hayrete düşüren bir içgüdüsü vardı. yeteneği eşsizdi. Kimse mesafeleri ölçüp biçme konusunda eline bu konuda su dökemezdi. Derin dalışta dünya rekorunun sahibiydi. Şimdi meraklı okuyucular rekoruyla, gideceği noktayı hesaplama metodunun arasındaki ilişkiyi mantıksız bulmuş olabilir. Peki o zaman lütfen söyler misiniz, denizin altında rakiplerini burun farkıyla geride bırakarak muazzam bir başarı elde eden biri, karada art arda sıralanmış şehirlerin kilometrelerini toplayıp aracın hızına göre varacağı saati de doğru tahmin edemez mi? Tamam, haklısınız! Bu önermede şöyle bir sonuç da karşımıza çıkıyor: Varacağı saati doğru tahmin etmek için derin dalışta rekor kırmaya lüzum yok.  Ancak, genç kadının eşine az rastlanan bu marifetiyle okuyucuların takdirini alması gerekiyor, öyle değil mi?  Anlatıcının bu gösteriyi iple çektiği anlaşılsa da bu bir sorun olmaz sanırım.

Yolculuğu rahat geçiyordu. Etrafında başka araçların olmaması, hayallerine masalsı bir hava katmıştı. Ağaçların arasından süzülen güneş ışıkları, kuşların cıvıltısı, hafif esen rüzgârın sesi, büyülü bir ormanda ilerlediğini hissettiriyordu. Yol kenarında bekleyen bir sincap gözüne takıldı. Sevimli hayvan, araba sesiyle rotasını değiştirdi. Ormanın derinliklerinden yankılanan baykuşların ötüşü rehberlik ediyordu. Tabii yolculuğa devam edebilseydi. Araba birden sarsılmaya başladı, sonra aniden durdu. Ne olmuştu bu arabaya? Bozulmuş muydu yani? Benzin ibresinin kırmızıda olduğunu fark etti o an. Her şeyi planlamışken benzin almayı unutması akıl alır şey değildi. Yumruk yaptığı elleriyle kafasına vurdu birkaç defa. Salak şey, salak.

Ne yapacaktı şimdi? Doğanın ortasında dımdızlak kalmıştı. Atina’ya mutlaka gitmeliydi, asla pes edemezdi. Dudaklarını büzdü, başını elleri arasına alarak arabadan indi.  Bir anda her şey bambaşka bir hal almıştı, biraz önce arkadaşı olan ağaçlar şimdi üstüne yürüyen birer canavara dönüşüvermişti. Her baykuş ötüşünde içi ürperiyor, ağaçların dalları yakalamak için uzanıyordu. Rüzgârın uğultusu bir kurt sürüsünün ulumasından farksızdı. “Bu orman bir korku filminden fırlamış gibi,” dedi. Yolda temkinli yürümeye başladı. Her adımında yerdeki yaprakların hışırtısı tedirgin ediyordu, peşinden biri geliyormuşçasına. Eyvah! Masal bitti, kâbus başladı. Tüm bedeni titriyordu. Göz kapakları acele ediyordu, kepenkleri indirmek için. “Sakinim, profesyonelim,” dedikten sonra derin bir nefes aldı. Dört elle müspet düşüncelere sarıldı. “Sadece benzin. Küçük bir mesele, panik yapma. Er ya da geç bu yoldan bir araba geçecek!”

 İliklerine kadar üşüyordu. Sıcak bir oda ve kalın bir battaniye ihtiyacı vardı, çok acil. Vardı ama yoktu; yok olunca da insan, yoklukla sınanıyordu. Bir koltuğa uzandı, üzerine sıcacık bir battaniye çekti. Bir fincan dolusu kahveyi kavrıyordu şimdi parmakları. Kavrulmuş çekirdeklerin kokusunu içine çekti. Beyni gerçekle düşü ayırt edemediğinden boğazı tükürük salgıladı. Dumanı ciğerlerine yolladıktan sonra kahveyi yudumladı. Bitter çikolatasından bir ısırık aldı. Hamm. Bu ikili tat büyülü bir şey olmalıydı. Keşke bu keyifli an hiç bitmeseydi.

Düşler aleminde gezerken bir şeyler oldu. Dağların arasından kopup gelen boğuk bir ses gittikçe yaklaşıyordu. Genç kadın sevinçten ne yapacağını bilemedi, heyecanla yola fırladı. Boyası yer yer dökülmüş, paslı kamyon sonunda karşısındaydı. Şoföre el sallayıp, “Dur,” diye bağırdı. Kamyon gri dumanlar çıkararak durdu, boğuk bir gürültüyle. Şoförün gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Siz, tek misiniz? Buraya kadar yalnız mı geldiniz? Nereden geliyorsunuz...” Adam peş peşe sorularını sorarken bilinçaltı devreye girdi patavatsızca. Kamyon şoförlerini kapsayan ne kadar kötü haber varsa hızla geçti, gözlerinin önünden.

“İnsafsız kamyon şoförü yolda yardım isteyen kadını aracına aldı. Issız yere götürüp…  Genç kadının cansız bedenini avcılar buldu. Otostop yapan turist kızı kamyonuna alan kamyon şoförü cinayeti itiraf etti.”

Görüntüler bir vahşetin çağrısı mıydı yoksa? Korkudan donup kaldı.

“Bu yollar pek tekin değildir, ne işin var buralarda? Pek kimse geçmez bu yoldan. Ben de benzinim azaldı diye mecburiyetten girdim.”

Cevap vermedi, sessizce bakakaldı. Beynindeki umut taciri, “O adam senin kurtarıcın, duaların kabul oldu, karşındaki Hızır, anlasana,” diyerek teskin etmeye çalıştı. Doğru muydu? Adamın tipini inceledi ama yorumlayamadı. Siması Hızır’a da benziyordu, hırsıza da. Araf’taydı. Kararını hızlı vermeliydi. Can korkusu damarlarına adrenalin salgılıyordu. Kalbine cesaret pompaladı, bir anda. Kamyonun kapısına uzandıktan sonra süngeri döşemeden çıkmış koltuğa kuruldu. İçerisi ter ve sigara kokuyordu, leş gibi. Midesi bulandı. Kazağının yakasını burnuna çekiştirdi.

Adam acıyan bakışlarıyla onu inceledi. “Yorgun görünüyorsun,” diyerek koltuğun arkasından bir battaniye çıkarıp verdi. Termosundan çay ikram etti. Adam her an soru soracak gibi duruyordu.   

“Teşekkür ederim,” dedi hıçkırarak ağlamaya başladı. 

“Kadın başına ne işin var buralarda? Kaçak olarak sınırdan geçmek isteyenler bu yolu tercih eder,” dedi. Gözyaşlarını sildi, ağlayınca biraz olsun rahatlamıştı.

“Eşime sürpriz yapacağım. Uzun zaman ayrı kaldık. Beni çok özlemiştir kesin.”

“Bavul falan almamışsın yanına. İnşallah pasaportun yanındadır,” diyerek gürültülü bir kahkaha attı.

Donup kaldı. Cevap vermedi. Önemli bir şeyi hatırlamışçasına büyüdü, gözleri. Şoför ısrarcı olmayınca derin bir nefes alıp, sessizce izlemeye koyuldu yolu.

Yaklaşık yarım saat sonra aracın telsizinden anlaşılması zor, tiz sesler yankılandı. Birden dikkatini topladı. Adam direksiyonun altındaki siyah kolu sağa sola çevirerek ayarlama yaptı birkaç. Telsizi kapatıp açtı, bir şeyler söyledi. Adamın konuşmalarından hiçbir şey anlamıyordu. İrkildi. Adamın alaycı bakışlarını fark edince. İçi korkuyla doldu. Zihnine cevap bekleyen soruların biri gidip diğeri geliyordu. Bu adam kaçakçı mıydı? Yoksa insan tüccarı mı? Eyvah! Adamın yüzüne tekrar baktı. Gözlerine inanamadı. Az önceki merhametli adamdan eser yoktu, gözleri şimdi soğuk ve hesapçı bir ifadeyle parlıyordu. Adamın sesi sert ve tehditkâr bir tona büründü. “Pasaportun yoksa işler biraz zorlaşacak,” dedi gözlerini üzerinden ayırmadan. Adamın dudaklarının kenarında beliren alaycı bir gülümseme, içindeki korkuyu derinleştirdi. Bu adam kimdi, en önemlisi ondan ne istiyordu? Gerçi ağzından kaçırmıştı zaten, bu yol…

İyi biliyordu, korkunun ecele faydası olmadığını. Güçlü görünmeliydi. Bu rolü nasıl sergileyeceğini biliyordu. Zorla kapatıldığı akıl hastanesinde iyi iş çıkarmıştı. O sayede dikkat çekmeden kaçmayı da başarmıştı. Sırtını dikleştirip sesini kalınlaştırdı. “Siz nerden geliyorsunuz ve ne iş yapıyorsunuz?”

Adam bir süre sessiz kaldıktan sonra derin bir nefes aldı, gözlerini yoldan ayırmadan konuşmaya başladı. “Biz sadece işimizi yapıyoruz. Ama madem bilmek istiyorsun. İran’dan geliyorum,” dedi. Ağzını yana kaydırıp yine alaycı bir üslupla konuşmaya devam etti. Sanki laf kalabalığıyla zihnini bulandırmak istiyordu. Vitesin yanındaki kutudan bir sigara uzattı.

“Bak. Nereye gidersen git ama sakın Atina’ya gitme.”

“Nedenmiş o?” Atina’ya gideceğini söylememişti adama. Nereden biliyordu ki bunu? Yoksa oraya gideceğini ağzından kaçırmış mıydı? Off.

“Çok bela bir şehir. İnsana huzur vermiyorlar. Arabayı park edecek yer bulman bile sıkıntı. Buldun diyelim. Ayın tek günlerinde yolun sağ tarafına, çift günlerinde sol tarafına çekmek zorundasın. Sahiden, dalga geçmiyorum, bir de cezası var bu işin.”

Adamın sözlerine pek inanamadı ama ısrar etmek de tehlikeli olabilirdi. İçindeki korkuyu bastırarak sessizce dışarıyı izlemeye devam etti. Kamyonun içindeki hava onu boğmaya başlamıştı. Saç diplerinin terlediğini hissetti. Camı açtı, yağmurun mis gibi kokusu doldu içeri, derin bir nefes aldı. O an aynadan aracın kasası gözüne çarptı. “Arkada ne var?” derken, yağmur sesine karışan çocuk çığlıklarını duydu. Adama karşı nefretle doldu içi. Belli ki hakkında sahip olduğu tüm olumsuz hislerinde haklıydı. Durum değerlendirmesi yaptı hemen. Hayatları kurtarmak için doğru adım atmalıydı. Aklındakilerin yüz ifadesinden anlaşılmasını istemiyordu. Adama sırtını döndü anında. Cama adamın sararmış sivri dişleri yansıyordu, her an uzanıp dişlerini ensesine geçirecekti sanki. Camın buğusunu elleriyle sildi.

Simasından belli. Acımasız, kalpsiz. Zavallı çocukları alıkoymuş. Ya bu yavruların anneleri, kardeşleri nerede? Onlar da kasanın içinde mi yoksa? Özgür bir ülke, özgür yaşam hakkı gibi havalı laflarla kandırmış insanları. Tabii ya, adam Atina’yı bu yüzden çok iyi biliyor. Demek ki müşterileriyle orada buluşuyor. Yoksa bu çocukları para karşılığında köle olarak zengin insanlara mı satıyor? Aman Allah’ım! Ya bu insanlar organ mafyasının eline… Atina’yı çok iyi bildiğine göre yoksa eşimi de tanıyor mu? Böyle bir tesadüf olabilir mi? Ya eşim de bu işin içindeyse? Kafayı yiyeceğim. Tabii ya bankadaki bütün paralarımızı alıp Atina’ya o yüzden kaçtı. Her şey apaçık ortada.

Adamın sesiyle uyandı. “Benzin istasyonuna geldik,” gibi bir şeyler söylüyordu adam. “Beni rahat bırak,” diye bağırıp kendini dışarı attı. Havanın karardığını fark etti. Ne zamandır uyuyordu? Hiçbir soruya cevap bulamadı. Ne yapacağını bilemeden etrafında dönüyordu.

İleride lokantaya benzer bir yer vardı. Koşarak içeriye girdi. Burası sakindi. Üç beş kişi sessiz sakin yemeklerini yiyorlardı. “Telefon etmem lazım,” dedi önüne çıkan esmer gence. Üstündeki siyah önlüğe ve elindeki ekmek sepetine bakılırsa garson olmalıydı. Telefon hemen oradaydı. Aceleyle gitti. Ahizeyi eline aldığında yanına gelen garsona şoförü izlemesini söyledi. Garsonun şaşkın bakışları eşliğinde tuşlara hızlı hızlı bastı.

Polis gelene kadar bir köşeye pusup titreyerek bekledi. Durmadan, “Sakinim, profesyonelim,” diye tekrarlıyordu. Etrafına toplananların dediklerini duymadı. Kısa süre sonra içeri giren polis onun yanına geldi. “Korkmayın. Lütfen beni dinleyin. Telefonda söylediklerinizi şimdi yeniden anlatın,” dedi.

Dışarıda bir köpek ve bir polis, kamyonu inceliyor; bir diğer polis de şoförün ifadesini alıyordu. Derin bir nefes aldı. Rahatlamıştı. Pustuğu köşeden kalkıp bir sandalyeye oturdu. Başına gelen her şeyi tüm detaylarıyla polise anlattı. Polis, telsizine gelen çağrıdan sonra arabasına döndü. Bir süre aracında oturup diğer polisle konuştu.

Tekrar içeri girdiğinde yüzü kül rengine dönmüştü. Yavaş yavaş, neredeyse kekeleyerek konuştu:

“Kamyonu aradık. Temiz çıktı.”

“Temiz çıktı öyle mi? Beni kandırıyorsunuz?” diye bağırdı.  Polis, bir an duraksadı. Sesi kısık çıkıyordu.

“Hanımefendi, problem yok. Güvendesiniz. Kasada sadece halı var. İfadesini aldık; yolda sizinle karşılaştığında soğuktan donmak üzereymişsiniz. Araca bindiğinizde, konuşmaya mecaliniz yokmuş. Benzin istasyonuna gitmek istediğinizi söyledikten kısa bir süre sonra   uyuyakalmışsınız.”  

“Hayır, yalan konuşuyor. O şoförü eşim tuttu. Birlikte bana komplo kurdular. Ben doğruları söylüyorum.” Polise gözlerini kısarak baktı. “Hem sizin de onlarla iş birliği yapmadığınızı nereden bileceğim. Bu kadar kısa bir sürede buraya geldiğinize göre, birileri size önceden haber vermiş olmalı.” Adamın kirli yüzü, acımasız gözleri, alaycı sesi her şeyi aklında yankılanıyordu. Şoförün tıpkı eşi gibi çok tehlikeli biri olduğuna emindi. Gözleri delici bir bakışla etrafı tarıyordu. Kararlıydı. Ne olursa olsun bu işin peşini bırakmayacaktı.


Hülya Tekin Çakır

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page