top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Kubilay Özer- Böğürtlen İz Bırakır

Sağlı sollu dizilmiş elli yıllık ağaçlar ve gökyüzüne dokunan dalları. Güneş ışığını gölgeleyen yaprakların patika yolun üzerinde oluşturduğu hareketli desenler. Vücuduma vuran ılık, sakinleştirici rüzgâr. Taze biçilmiş çim kokusu. Gözünün alabildiğine büyüklükte bir yeşillik. Ayaklarımın toprakla meşkinde ellerimi okşayan rengârenk ortancalar. Farkında olmadan yüzümde beliren tebessüm. Özlemişim.

“İyi günler. Buralarda köylülerin kendi ürünlerini sattığı bir yer vardı. Biliyor musunuz acaba?”

“Hemen şuradan, âşıklar yolundan ilerleyin. Merdivenlerden aşağıya inin. Hemen solunuzda kalacak. İsterseniz…”

Yolu daha iyi gösterebilmek için hınzırca bana yaklaşması, zarif parmaklarıyla sarı saçlarını geriye atıp, çapkın bakışlarla baştan aşağıya vücudumu süzen mavi gözler. Kalbime akan mavilik. Yeniden güzel olduğunu hissetmek harika! Ancak, bu yol tek kişilik. Mor salkımların kubbesinde, ağaç köklerinin çatlattığı, iki insan genişliğinde tatlı bir yol. Âşıklar yolu. Hemen hemen hiç değişmemiş. Keşke bizler de böyle olsak, değişmesek. Orada bir yerde mutluluğumuza hapsolsak. Olmuyor. Hayat dedikleri de bu sanırım, geçmişi kabullenmek ve onunla yüzleşmek. Tek tek, adım adım.

“Selam. Böğürtlenler çok güzel. Bu büyük kapta olanlar ne kadar?”

“Elli lira küçük hanım. Bugün topladım. Vereyim mi?”

“Evet. Teşekkürler. Poşetlemenize gerek yok. Kürdana da gerek yok. Şöyle yürürken, ellerimle yemek istiyorum. Biliyorum izi kalır. Sorun değil.”

Böğürtlenin izinden ne olur ki! İnsanların ruhumuzda bıraktığı o pis izler yanında. Yaşayan bilir, derler ya, o cinsten işte. Evlendikten iki sene sonraydı. Ellerimle böğürtlen yediğim için maruz kaldığım hakaretlerin sayısını hatırlamıyorum. Köylülüğümden cahilliğime, görgüsüzlüğümden yetimliğime varıncaya kadar yüzüme vuruldu. Nahif görünümün altında ezilen apartman kedisinden farkım kalmadı. Sabahları kahvaltı hazırlayan, portakal suyu sıkan, gün içinde evi temizleyen, akşam davetlerinde sağ kolun hemen yanında yer alan, geceleri orospuluk vazifesi gören, uyuduğunda çok daha güzel anılar biriktiren. Her gözünü açtığında kâbusa uyanan, kaybolmuş bir Yasemin. Allah belasını versin!

“Amannn! Abla! Ne yaptın! Kırdın bibloları!”

“Ayyy… Özür dilerim. Görmedim!”

Ayrılma kararı aldığım gün de böyle kırılıp dökülmüştü her şey. Orospuluk vazifemi gördükten hemen sonra. Diğer vazifem olan çamaşır işine başladığımda ceketinin cebinden cüzdanı düştü yere. İçinde ne varsa, beyefendinin dalkavuk arkadaşlarına özene bezene anlattığı İtalyan fayansların üstüne dağıldı. Korktuğumu hatırlıyorum. O korkuyla paraları, kartları ve fotoğrafı topladım. Siyah uzun saçlar, beyaz ten, sürmeli gözler, kırmızı ruj… Tanıyamadım fotoğraftakini, sordum. Sesi yükseldi. Ağza alınmayacak kelimeler kocaman avizeli odalarımızı doldurdu. Telefon rehberi ve fotoğraflar tek tek gösterildi. O fotoğrafın iş başvurusu için gelen bir kadının olduğu söylendi. Fotoğrafın arkasına yer etmiş ruj izini merak ettiğimde, dünyanın çeşitli yerlerinden benim için geldiği söylenen eşyalar teker teker kırılmaya başladı. Sadece izledim. Hata yaptığımı ilk defa o gün anladım. Aileler girdi araya. Ailesi desem daha doğru olur. Boşanma sürecinde terapiye gidildiğini de o sıralarda öğrendim. Tünelden önce son çıkış gibi bir şey. Güldüm. Kallavi bir nafaka ile ayrıldım. Geçmişin izleri şimdiyi bile zarara uğratırken. Böğürtlen iz bırakırmış!

“Görmediğini fark ettim zaten ablacım. Hatice teyzenin böğürtlenleri insanın aklını başından alır da, insanı mutsuz da etmez. Yüzün sirke satıyor resmen! Böyle de…”

Yola doğru taşan kaplar, sürahiler, bardaklar, şatafatlı ışıklar altında gittiğim sergilerin yanından bile geçemeyen çirkin biblolar, ciğerlerine kadar işleyen kil kokusu. Ayakkabıları, elleri, üstü başı çamur olmuş orta yaşlarında, tatlı siniriyle bir adam. Kirlenmeyi seviyor belli, doğal.  Eski eşim hiç sevmezdi kirlenmeyi. Bu dükkân yeni, ben çocukken yoktu.

“Gerçekten özür dilerim. Fiyatı ne ise ödemeye hazırım.”

“O önemli değil de! Böyle de yürünmez ama! En sevdiğim erkek biblolarıydı onlar. Dikkat et biraz!”

“Gerçekten özür dilerim. Bu, zararınızı karşılar sanırım. Sizden bir şey rica edebilir miyim?”

Kırılan erkek biblolarının değerinin üstünde paraya uzanırken, heyecanlı bakışlarıyla cevapladı. “Tabii, buyur!”

“Bu bibloların ismi Erkan olsun mu?”

Bir erkeğin suratındaki bu şaşkın ve çaresiz hali duruşma salonundan çıkarken görmüştüm en son. Yüzüne ışık tutulmuş tavşan gibi bakıyordu bana Erkan Efendi. Bir daha da görmedim çok şükür. Kırılmış Erkanların üstüne basarak geçtim çömlekçinin önünden. Birkaç adım sonrası kükürt kokusuyla titreşti burnum. Baba kokusuydu benim için bu. Her hafta sonu baba kız yaptığımız açık havuz eğlenceleri işte. Babamı hatırlatan iki mucize; kükürt ve havuz.  Anne şefkati ile yağan karın altında, sıcak suyun içerisinde gökyüzünü izlemek. Anılar da güzel olabiliyor bazen. Erkan kükürt kokusunu da sevmezdi. Çıbanbaşı. Bu su sevilmez mi? Sıcacık suyun içinde geleceğe kulaç atmak. Yeniden doğmak.

“Hanım Efendi! Yüzdüğünüz yere bakar mısınız lütfen?”

“Pardon. Sizi görm… Aaa! Hatırladım, siz bana yol tarifi veren kişisiniz.”


Kubilay Özer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page