top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Kubilay Özer- Gakgoş Şapka

Şehrin merkezinde saklı kalmış, parke taşlı sokağa adım attı. Hemen sokağın solundaki kitabevinin camekânına takıldı gözleri. Tek tek yeni çıkan kitaplarda gezdirdi gözlerini. İşini bitirir bitirmez, aklındaki kitabı almak için söz verdi kendine. Kitabevinin karşısındaki yüncünün önünde durdu, cebinden telefonunu çıkarıp mesaj attı önce. Yüncünün yanındaki üç adımlık mermer merdivenleri çıktı. Demir kapının camındaki yansımasında sarı saçlarını düzeltti, kaşlarına el etti, eteğini silkeledi. Zile bastı, kapı otomatiğinin sesini duyar duymaz demir kapıyı önce kendine doğru çekti sonra ittirip apartmana girdi, alışmıştı! Kısa kısa konuşmalar ve manasız açıklamalarla heybesi her seferinde boş dönmüştü gazeteye. Bu sefer ikna etmişti Ayşe Hanım’ı. Yetmiş beş yaşına gelmiş hasta bir kadının rahatlamak isteyeceğini çok iyi biliyordu.

“Hoş geldiniz Sare Hanım! Buyurun lütfen, içeride çıkarın ayakkabılarınızı.”

“Teşekkür ederim. Size aldım, tatlı yer tatlı konuşuruz umarım.”

Evin oğlu tatlı tebessümüyle kabul etti tatlıyı. Heyecandan ayakları titreyen Sare’yi, eliyle oturma odasına buyur etti. Ayşe Hanım ile ne zaman karşılaşsa titrerdi zaten. Korku değil de farklı bir çekinme hissi vardı ona karşı içinde. Karnında karıncalar gezinmeye, ayakları istemsizce hareket ederek yer aranmaya başlardı. Oturma odasına girdiği gibi selamladı Ayşe Hanım’ı ve hiç vakit kaybetmeden oturdu yerine.

“İyi Günler Ayşe Hanım! Nasılsınız bugün?”

“İyiyim, iyiyim. Ne anlatacaktım ben sana bugün?”

Umursamaz ve net bir ses tonuyla karşılık aldı Sare. Heyecanı daha da arttı, elleriyle titreyen bacaklarına bastırdı. Olmadı.

“Mümtaz Bey ile olanları anlatacaktınız.”

“Hım! Hatırladım. Tamam. Aç kulaklarını iyi dinle bir daha da anlatmam. Yazar mısın yoksa o çantandaki daktilodan bozma şeye mi yazarsın bilmem artık. Anlaşıldı mı?”

“Anlaşıldı Efendim!”

Odaya sessizlik hâkim oldu. Pencerenin kenarında tekli koltuğuna oturan Ayşe Hanım’a çevrildi her şey. Elli beş ekran tüplü televizyon, altılı yemek masası, bardak izli zigon sehpalar, altmışlardan kalma tablolar, örtüler, elindeki çiçekli tabakla içeriye giren evin oğlu ve Sare’nin parlayan gözleri.

“Ata yadigârı ağaçların kışa biat etmiş dalları arasında, sisli bir havada görmüştüm ilk defa Mümtaz Efendi’yi. Meltemin İstanbul’dan taşıdığı puslu hava içerisinde mavi sekiz köşeli şapkası, beyaz kolalanmış gömleği, mavi yeleği ve yeleğine uygun mavi takımıyla dağıtıyordu o kötü havayı. Sinekkaydı tıraşı keskin yüzünü belli ediyordu. Hafif tebessümünün ardında parlayan bembeyaz dişleri ve kalın heybetli sesiyle karşıma çıkmıştı. O zamanlar gidip konuşmayı bırak, bir erkekle göz göze gelmek bile hafif kadınlık manası taşırdı. Yanından geçerken, kafamı kaldırmadan attığım bakışla azıcık rastladığım siyah gözlere vuruldum ben. Sadece gözler mi? Uzun boyu, geniş omuzları ve temizliği. Tabii ben de güzel kadındım o zamanlar. O günün akşamı ailesine sormuş beni. Mavi gözlü, ceylan bakışlı o kız kim, diye. Şirin şehrin az insanlarıydık o vakitler. Fısıltıyı yaydın mı sabahına gelirdi bütün havadisler. Büyükler de onay verdi mi, olur biterdi her şey. Nitekim öyle de oldu. Ben on altı yaşında, Mümtaz Efendi yirmi beş yaşında. İkimiz de dipdiriyiz. Gecelerimizin sabahlarımıza karıştığı zamanlar işte. Bir sene sonra da bu arkamda duran oğlum geldi dünyaya. Büyüdü. Büyüdükçe babasına benzedi. O benzedikçe ben mutlu oldum. İyi mi yaptım kötü mü yaptım bilmiyorum ama.”

“Gençlik işte!”

“Ne gençliği be evladım. Çocukluk! Şimdi o yaşta evlenince davalık oluyor millet. Neyse! Mümtaz Efendi çok severdi beni. Her hafta sonu yemeğe götürürdü. Hemen şu iki yüz metre ilerde köşede bir lokanta var. Köfteci olan. O zamanlar buraların tek lokantasıydı. İstanbul’dan müşterileri gelirdi. İkimiz de en güzel kıyafetlerimizi giyer, Mümtaz Efendi’nin her zamanki yerine, başköşeye otururduk. Ben içmezdim ama Mümtaz Efendi bir duble içmeden kalkmazdı masadan. Yakışırdı da içmek ona! Her erkeğe yakışmaz. Sana saçma geliyor şimdi anlattıklarım lakin o tarihlerde her hafta böylesine küçük bir yerde eşinle yemeğe çıkmak büyük hadiseydi. Biz de hadiselerin çiftiydik sonuçta.”

“Hadiselerin çiftiydik derken?”

“Lafımı kesme! Anlatıyorum işte!”

Ayşe Hanım, paşa çayından bir yudum aldı, Sare’nin tatlısından ise minicik bir parça. Gözlerini pencereden dışarıya kaydırdı. Az ileride yükselen otel binasına doğru daldı. Baktı, baktı, baktı, iç geçirdi.

“Mümtaz Efendi buradan İstanbul’a ve adalara sebze ve meyve yollardı. Kabzımaldı yani. İşleri iyiydi. Büyük şehirlerden, yabancı ülkelerden kimsede olmayan ev eşyaları alırdı bana. Çok çalışırdı! Bazen İstanbul’a gider, iki gün gelmezdi. Benle bu sıpa yalnız kalırdık o zamanlar. O iki gün, zamanla üç güne sonra dört güne çıktı. Günler arttı, hediyeler arttı, paralar arttı, itibarımız arttı ancak kalbimin derinliklerinde bir yerde bir şeyler azalıyordu. Anlam veremiyordum o sıra. Bir hafa sonu yine yemeğe gittiğimizde masada bir kişi daha vardı. Siyah çizgili takım elbisesi, fötr şapkası, altın saatiyle Mümtaz Efendiyle konuşuyordu. Mekân dedi, müzik dedi, eğlence dedi, para dedi. El sıkıştılar. Şu ilerdeki otelin orayı satın alıp, mekân kurdular. Kabzımal Mümtaz Efendi, bir anda gazino patronu oldu. İstanbul’a gitmeler azaldı ama eve sabahın köründe gelir oldu. Üstüne misafirler de eksik olmadı. İstanbul’dan, İzmir’den, Ankara’dan kerli ferli adamlar, hayatımda hiç görmediğim kıyafetlerle donanmış kadınlar, değişik sohbetler ve bir sürü sahte gülüş. Senin anlayacağın akşamları olmayan Mümtaz Efendi gündüzleri de bu insanların geçici hevesi haline geldi.”

Ayşe Hanım’ın yüzü kızarmaya, damağı kurumaya başladı. Elleriyle ağzını silerken, kaş göz yaparak oğluna işaret ediyordu. Oğlu panikle kalktı, mutfağa gitti, renkli haplar ve koca bir bardak suyla geri döndü. Oğlunun gözleri Sare’deydi. Bir şeyi yok, demeye çalışıyordu. Sare anladı. Sakinleşti.

“Anne istersen yarın devam edelim, yoruldun!”

“Neyi nasıl yapacağımı senden öğrenecek değilim. Neyse! Bana çay koy. Açık olsun, limon da at içine! Gel zaman git zaman, o masadaki fötr şapkalı adam geldi bizim eve. Adını da o gün öğrendim, Fahrettin’miş. Yemek yedi, kahve içti. Giderken silah bıraktı. Babamın dedemden kalma silahına benziyordu. Bu işlerde önemliymiş, ne olur ne olmazmış! Ne olacaksa! Mümtaz Efendi sevmezdi silahları, bana verdi saklamam için. Yatak odasındaki sandığımın en dibine iliştirdim. Bu sıpa da merakla sordu, o nedir, diye. O sıralar hiç ayrılmazdı yanımdan, başka severdi beni. Ben de onu severdim, canımdan çok hem de. Birlikte oyunlar oynardık, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.”

“Biliyorum Efendim! Oğlunuz anlatmıştı bana!”

“Demek anlatmıştı sana. Başka şeyler de anlattı mı?”

Sare ile oğlunun başı yere eğildi. Mahcubiyetle halının desenlerini çizdiler belleklerine. Ayşe Hanım tatlı bir hınzırlıkla sırıttı. Oğlunun dizine dokundu. Gözleriyle onayladı.

“Sare Hanım, siz de çay ister misiniz?”

“İster ister, hadi! Her neyse! Demiştim ya sana bizim ev davetlerle dolmuştu diye. O sıralarda bir kadın gelip gidiyordu. İsmi Meltem. İlk zamanlar hiç anlamamıştım. Köylü kafası işte. Şöyle dekoltesi bol parlak elbisesi, ellerinden dirseklerine kadar eldiveni, ağzında ince sigarası, yüksek topuklu ayakkabılarıyla, film artistleri gibi evimizde salınıyordu. Herkesle konuşuyordu da Mümtaz Efendi ile konuşurken sürekli koluna dokunuyor, omzuna başını koyar gibi yapıyordu. Bu kadınlar da böyledir herhâlde, dedim. Umursamadım, ne bileyim ben. Gazino büyüdü, işler büyüdü, evimiz büyüdü, malımız büyüdü, bizim çocuk büyüdü. On iki yaşına geldi. O zamandan belliydi mühendis olacağı. Zehir gibi kafası vardı. Yufka gibi de yüreği. Boy pos baba da ruhu aynı ben. Mümtaz Efendi eve geç kaldığında bizim oğlanı yollardım, söyle gelsin, diye. Bizim de hafiften gözümüz açılmıştı sonuçta. Bizimki de giderdi. Geldiğinde suratı beş karış, morali bozuk. Ne oldu, diye sorardım. Babam tokat attı, der geçiştirirdi. Ama bilirdim tokat yemediğini, Mümtaz Efendi’nin eli ağırdı, bir vursa yanağı şişer, üstüne de izi kalırdı. Hele ki on iki yaşında, şuncağız çocuğun suratında. Şu Sare’nin tatlısından koy bakayım oğlum! Elinde şu minik telefonunda olsun. Öleyazarsam ararsın hastaneyi. Kocaman telefonlardan nerelere. Tövbe tövbe!”

“Anne! Sadece bir tane ufak bir dilim sonra hemen ilacını içiyorsun!”

“Anne anne! Tamam, hadi ver! Sevdim ben bu Sare kızımızı. Yufka yürekli birine benziyor. Onun tatlısından zarar gelmez! Nerede kalmıştık!”

“Mümtaz Bey Kemal’i dövmez, demiştiniz.”

“Kemal! Dövmezdi tabii, tek evlat tek erkek! Kıyabilir mi? Kemal’in okulu tatil olmuştu. Ben de curcunadan sıkılmıştım. Anamın evine gideyim, dört gün kalır dönerim, dedim. Mümtaz Efendi hiçbir şey demedi. Arabayı hazırladı. Bizim garajda bir araba var ya, emektar. Şavrale mi? Şavrole mi? Hâlâ dilim dönmez, o işte. Bizi köye kadar bıraktı. Anamın elini öptü, geri döndü. Anamın evinde ikinci geceydi. Kemal’in ateşi çıktı. Kendindeydi ama ne olur ne olmaz, dedim. Köy yerinde bırak sağlık ocağını baytar bulsan dua edersin o zamanlar. Şehir bize iki saat. Muhtardan rica ettik, bizi şehre götürdü, evin önüne kadar bıraktı. Hava da bir kötü, bir kötü, az kalsın ölüyorduk. Yaşlıydı o sıralar rahmetli. Ev dediğim de burası. O zamanlar iki katlı yığma tuğladan evimiz vardı. Ellerimle kurmuştum. Severdim yani. Şimdi bir apartman dairesi. Buna da şükür. Kemal akıllı çocuk işte, Mümtaz Efendi’den sonra elimizde ne var ne yok gitti. Bir bu ev bir de o araba kaldı. Bir de Fahrettin Bey’in bizim oğlana bağladığı burs, okusun diye. Okudu da! Burayı da kat karşılığı verdi. Şimdi hem dairemiz hem de üç tane kira gelirimiz var. Yeter de artar Kemal’ime. Zaten kendi maaşı da güzel. Neyse, o gece bizim evin ışıkları yanıyordu. Dış kapının sağında duran çiçeğin toprağına hep anahtar saklardım ben. Güzelce eşeledim, çıkardım anahtarı, açtım kapıyı. Mümtaz Efendi’nin sesi geliyordu. Bir de tanıdığım bir kadın sesi. Bir hışımla çıktım merdivenleri, sertçe açtım yatak odasının kapısını. Şuncacık, ufak tefek ben, bir anda büyüdüm Mümtaz Efendi ile Meltem aşüftesinin gözünde. Ağzıma ne geliyorsa söyledim. Bağırdım, çağırdım, küfrettim. Elime geçen her şeyi üzerlerine fırlattım. Mümtaz Efendi hareket bile etmedi. Sadece o güzel gözleriyle baktı bana. Sandığı açtım. İçindekileri sağa sola atmaya başladım. Mümtaz Efendi ne olduğunu anlamadı lakin Kemal anladı. Silahı kaptığım gibi doğrulttum üzerlerine. Meltem’in yüzü duvardaki kireçten daha beyaz oldu. Sindi yorganın altına ancak Mümtaz Efendi hiç hareket etmedi. Öylece baktı bana. Hayatımda ilk defa o zaman ağladım. O ev bana hapishane gibi geldi. İnsanın evi hapishane olur mu? Oluyormuş!”

“Anne! İstersen bugünlük yeter. Lütfen bırakalım artık, gerisini Sare Hanım da anlamıştır zaten. Lütfen Anne!”

“Tabii Efendim, bırakabiliriz. Gerisini zaten herkes biliyor. Kendinizi yormayın lütfen!”

Ayşe Hanım üzerine attığı battaniyenin altından ellerini çıkardı, koltuktan doğruldu, eliyle, odanın diğer köşesindeki cam kapılı dolabı işaret etti. Kemal hemen dolaba doğru gitti, cam kapıyı açacakken Ayşe Hanım ‘hayır’ manasında kafasını sallayıp, ses etti. Alt çekmeceyi gösterdi. Kemal çekmeceyi kendine doğru çekti, annesine baktı ve üst üste itinayla dizilmiş örtüleri kaldırıp babasının sekiz köşeli şapkasını gördü. Kendine uzak, kaderine yakın birine uzanır gibi uzanarak aldı şapkayı ve annesinin kucağına bıraktı.

“Sare, kızım sen hiç sekiz köşeli şapka gördün mü? Şimdilerde kafalara takılan şapkalar çok başka, manasız. Ben ilk defa dedemde görmüştüm. Ya beş ya yedi yaşlarındaydım. Geçmiş zaman, tam hatırlamıyorum. Dikkatli baktığımı görünce yanına çağırmıştı beni, masasının üstünde işlemeli bir kutusu vardı, içinde hep lokum olurdu. Kutuyu açtı, bir lokum aldı, güzelce silkeleyip bana uzattı. O lokumların tadı hâlâ damağımdadır. Şimdi nerede öyle lokumlar! Kafasından çıkardı şapkasını, koca elleriyle düzeltti saçlarını sonra şapkanın içine koydu elini. Şapkanın sekiz köşesi de kabak gibi belirdi. Nasır tutmuş işaret parmağıyla tek tek gezdirdi elini köşelerde. ‘Bu yiğitlik, bu mertlik, bu çalışkanlık, bu cömertlik, bu dürüstlük, bu misafirperverlik, bu alçak gönüllülük, bu doğruluk,’ dedi. Hiç üşenmeden tek tek anlattı bana, ben lokumların keyfinde o beni terbiye derdinde. Unutmamışım ama değil mi Kemal! Neyse! Ne diyordum! Haa! Babam öldüğünde bile ağlamayan ben o gün hüngür hüngür ağlamıştım. Seviyordum, ne bileyim. Mümtaz Efendi’nin gözlerinde bana olan sevgisini görmüştüm. Silahı bıraktım. Dokunmadım. Olduğum yere çöktüm!”

“Nasıl yani! Siz elli yıla yakın hapisteydiniz. Hastalığınız olmasa hâlâ içerdeydiniz!”

“Kemal çok zeki bir çocuktu, geleceği parlaktı. Olan oldu! Cezalar çekildi! Bitti! Mümtaz Efendi de o sekiz köşeli gakgoş şapkayı zaten hak etmiyordu!”


Kubilay Özer

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page