Üstü başı toz toprak içindeki adam marketten çıkıp en yakın banka oturdu. Kırk yaşında bile değildi. Poşeti yanına koydu. Hâkî botlarıyla göz göze geldi. Bütün ceplerini yokladı, en sonuncuda bulduğu sigarasından bir dal yaktı. Ellerinden toz toprak akıyordu. Sigara dudaklarındayken ellerini çırptı. Ayağa kalktı. Üstünü başını silkelemek niyetiyle başını önüne eğdi. Avcı yeleğinde, kargo pantolonunun ceplerinde hapsolmuş toprağa bir kez daha dokunmaya cesaret edemedi. Oturdu. Parka doğru boş boş baktı. Bir kadın köpeğini gezdiriyordu. Çiçekli pazen bir elbise giymişti. Taze güneşin vurduğu ve rüzgârın havalandırdığı çiçekler cıvıl cıvıldı. Kadın eteğini toparladı. Yatağından henüz çıkmış, bahara bulanmış gibiydi. Yüzündeki tazelik ve mahmurluk neşeli köpeğe eşlik ediyordu. Adam içinden hiç çıkarmadığı arzuyla başını çevirdi. Köpekle göz göze geldi. Köpek ona doğru havladı. Adam gülümsedi. Köpek sahibini çekerek uzaklaştı.
Bu parkta geçmişti çocukluğu. Annesi ve o, evden kaçıp hep bu parka sığınırlardı. Ağaçlar onların korkularını görmüş ve onlara cesaret vermişlerdi, hayata tutunabilmeleri için. Parktaki oyuncaklar bir müzik aleti gibi özledikleri mutluluğun sessiz müziğini çalmışlardı, sallanarak, dönerek, kayarak. Paslı bir gıcırtı gibi bağırırdı babası. “Eve gelin lan!”
Motorla iki polis adamın önünde durdular. Polislerden motoru kullanmayan güneş gözlüklü, adama yanaştı.
“Hakkında şikâyet var.” Diğer polis de yanaştı. “Ayağa kalk.” Adam ayağa kalktı. Üzerini aramaya başladılar. Kargo pantolonunun ceplerinden avuç avuç toprak çıktı. Adam hiç itiraz etmeden, kıpırdamadan duruyordu. “Poşeti aç.” Poşetin içinden bir tane hentbol topu büyüklüğünde lahana, bir paket çay, bir kâse yoğurt çıktı. “Fişi var mı?” Adam cüzdanından özenle katlanmış fişi çıkardı. “Her zaman fişleri saklar mısın?”
“Saklarım.” Polis üç harfli markete doğru baktı. Kasiyer kız kasayı bırakıp onları merakla izliyordu.
“Kim niye şikâyet etti merak etmiyor musun?”
“Etmiyorum. Kanunlara, kurallara uyan biriyim.”
“Ceplerinin şişkinliği bazı insanların şüphesini çekmiş. Marketten bir şeyler aşırdığını düşünmüşler. Ceplerinde toprak ne arıyor. Şu haline bak mezardan çıkmış gibisin. Ayrıca bir şikâyet daha var hakkında. Arka sokaktaki kuyumcunun önünde dolaşıyormuşsun birkaç gündür? Onur Kuyumculuk? Şu kimliğini ver bakalım, arkadaş bir GBT’ne baksın.”
“Kuyumcunun üstünde oturuyorum.”
“Niye tanımıyor seni.”
“Başka bir şehirde yaşıyorum. Burası babamdan kaldı. Yıllardır gelmemiştim.”
“Madem evin burada, niye yıkanıp üstünü başını temizlemedin. Böyle zombi gibi dolaşıyorsun?”
“Su, elektrik, doğal gaz kapalıydı. Onları açtırmak için belgeleri verdim, depozitoları ödedim. Güneş var ama başka bir karanlık sürüyor sanki. Bütün memurlar mutsuz. Veznelerde sıraya girmiş insanlar daha düşünceli. Zoraki gülümsemeler yüzlere yapışmış balmumu maske gibi… Bugün açılır diye umut ediyorum, aboneliklerim diyorum.”
Polis başıyla onaylayıp oturabileceğini söyledi, adam oturdu. İki polis motorun başına gittiler. Orada bir süre konuştular. Biri elindeki tablete bakarken diğeri telefonla adama bakarak başka biriyle konuştu. Yeniden adamın yanına geldiler.
“Hadi çayı, yoğurdu anladık da lahana bana biraz garip geldi. Marketten aldıklarını diyorum.”
“Yatılı lisede, üniversite yemekhanesinde, askerde, iş yerinde sık sık kapuska yemek lahanaya karşı bir bağımlılık yarattı. Ne zaman kendimi yalnız ve kötü hissetsem lahana kokusu gelir burnuma. Bugün eve geçebilirsem, değişik bir lahana yemeği yapmayı deneyeceğim. Kapuskanın sevilmemesi lahananın suçu değil.”
“Etli ve acılı güzel olur,” dedi polis havayı yumuşatmak istercesine.
“Et alamam, çok pahalı. Gerçi Edo döneminde her şey ateş pahası oldu. Enflasyon patladı. Zaten pek et yememeye özen gösteriyorum. Hem beni hem dünyayı yoruyor.”
“Et mi dünyayı yoruyor?”
“Büyük baş hayvanların geğirmesi, yellenmesi, dışkılarının saldığı gaz dünyayı zehirliyor.”
“Vay be! Desene dünyayı götleriyle devirecekler,” diyerek güldü polislerden motorun arkasında oturan ve güneş gözlüğü takan. Pek gülen olmadı. Aniden ciddileşti.
“Baban?”
“Babam asla yemezdi. O yokken, gizlice annemle biz böyle sağlıklı bir sebzeden mahrum kalmamak için doyasıya yerdik. Annemin lahana sarması efsanedir. Babamın nöbetçi olduğu günleri dört gözle beklerdik.”
“Baban ve anneni soracaktım.”
“İkisi de öldü.”
Motoru süren polis postallarının gıcırtısı eşliğinde geldi. Adamın diğer tarafına geçti. Diğer polise göz kırptı. Elindeki tablete bakarak, “Bilgilerin geldi. Veterinermişsin. Madende çalışıyormuşsun,” dedi.
“Veterinerin madende ne işi var?” diye ekledi gözleri gözükmeyen polis.
“Devlet dairesine gireyim dedim, hayat garanti olur. Mülakatlarda kaldım. Dini bilgim yetersizdi. 32 farz falan tamamen ilgi alanımın dışındaydı. Düz lise mezunuydum. Veterinerlik diplomam bir işe yaramadı. Mesleğimle ilgili bir iş bulamadım. İş bulma kurumu beni madene yönlendirdi. Memur, hayvanlardan anladığına göre inlerden, mağaralardan da anlarsın, dedi. İsteyip istemediğimi sordu. Fark etmez, dedim. Bir anda madenci oldum. Memur benden çok mutlu olmuştu.”
“Valla benim amca oğlu da veterinerdi, uzman çavuş oldu,” dedi polislerden motoru kullanan.
“Doğayı ve hayvanları severim. Karanlık da doğanın bir parçası. Çoğu hayvan gece avlanır. Aslında karanlığın sağaltıcı bir yanı var. Maden karanlığı ruha iyi gelir. Kafanızdaki ışık bir kiklopun gözü gibidir. Işığa odaklanır, hayatın kalanıyla ilgilenmezsiniz. Karanlığın tek gözlü devi sizsinizdir.” Gülerek söylemişti adam.
Kıdemli olduğu tavırlarından belli, gözleri açık göz polis, “Muhabbeti bırakalım. Niye buradasın. Madende olman gerekli değil mi?” dedi.
“Duymadınız mı? Madende göçük oldu. Ben izinliydim. Kasabaya gitmek için araba bekliyordum. Konteynırdaydım. Kitap okuyordum. Dalmışım. Büyük bir gürültü oldu. Konteynır toprak altında kalmıştı. Pencerelerden giren toprak beni iterek bütün vücudumu kapladı. Teneke duvara yapışmıştım. Sadece kafam dışarıda kalmıştı. Az bir hava boşluğu hayatımı kurtardı. Yüzeye yakındım ki beni çabuk çıkardılar. Maden değil madeni çevreleyen yamaçlar kaymıştı üzerimize. Değişik noktalarda birçok madenci toprak altındaydı. Ocaklarda da göçük olduğunu sonradan öğrendim. Kalıp yardım etmek istedim ama izin vermediler. Sen memleketine git dediler. Kimsem yok, dedim. Dinlemediler. Hesabına para yatırdık hemen gitmen lazım, uzman kurtarma ekipleri geldi, sen ayak altında dolaşma dediler. Bir araçla apar topar beni otogara bıraktılar. Gelebileceğim tek yer babamın eviydi.”
“Dur bir dakika çorabında ne var senin?”
Adam çorabından bir cep kitabı çıktı. Tertemizdi. Polis kitabı aldı, güneş gözlüğünü çıkardı, arkasını çevirdi. Yüksek sesle okudu. “Burası cehenneme açılan kapıdır. Girebilecek misin? Yazan: Natsume Soseki.”
M. Bülent Bingöl
Comments