Bu soruya bir akşamüstü bir duvarın dibinde denk geldim. Duvarın üstü başı karalanmış, kirlenmiş, lekelenmiş, kırık döküktü. Dibinde yemek artıkları, kedilerin, köpeklerin dişlediği poşetler, kediler, çöp kutusu vardı. Tüm bunların da birkaç adım ötesinde, ızgaraları burundan kopmuş bir çift eski ayakkabı... Bu ayakkabıların ucundaysa kıpırdayan, kesik kesik soluyan bir canlı. Uyuyor gibiydi. Ayakkabılar ile duvarın arasına uzanmış. Sırtı duvara dayalı. Üstü başı yaslandığı duvar gibi dökülüyor da dökülüyordu. Belki o da bu duvardan dökülmüştü. Bu canlı acaba nedir, diye baktım. Âdem’den kalma bir adam. Öyle değilse bile biri getirip onu çöp diye duvar dibindeki bu çöplüğe atmış olmalıydı.
Varıp çattı biri, bu Âdem’den kalma adama.
“Yahu, kardeşim sen, nasıl olur da insan soyunu böyle küçük düşürürsün?” diye. “Senin soyundan nice krallar, âlimler, cengaverler, güzeller çıktı? Sen değil misin diline dişine kurban olunan? Bak şu yürüyüp gidenlere, gelip geçenlere! Yaptığından hiç utanmıyor musun?”
Bir başkası, onunla aynı fikirde olmadığını belirtti.
“Öyle deme, bu, insan soyuna bir uyarıdır. İnsan soyundaki hastalığın bir belirtisidir. İnsanlar bunu görsün ki kendilerine doktor tavsiyesi gibi baksınlar…”
Daha bir başkası, “Vah, vah kullanıp atmışlar bunu yahu, kullanıp atmışlar. Bit pazarına düşen eşyalar gibi. Baksanıza. Ah, şu insanlar yok mu, şu insanlar! Kendi hemcinslerine ne kadar da kötüler! İnsanlar bir insanı kullanıp kullanıp böyle bir köşeye atmaktan vazgeçmeli!”
Bir çocuk geçiyordu annesine,
“O niye orada, anneciğim?” diye sordu.
“Kimsesiz herhâlde yavrum.”
“Çok büyüyünce böyle mi oluyoruz, anneciğim?”
“Olur mu yavrum!”
“Öyleyse bu adam niye böyle?”
“Dedim ya, sahipsizdir o, yavrum, sahipsiz.”
“Hiç arkadaşı yok mu yani?”
“Yok, herhâlde yavrum.”
“İleride benim de hiç arkadaşım…”
Bir başkası, “İyi bir yokluk. Bu adamı paylaşıp yardım etmeli ona, dikkatlerini çekmeli insanların.” dedi.
Onu görenler, izleyenler böyle şeyler söylüyordu.
Varıp yanına dedim ki,
“Bir adres ver de seni oraya bırakayım, var mı bir tanıdığın, evin barkın, yerin yurdun?.. Senin yerin burası değil.”
Yok anlamında başını salladı.
“İyi düşün. O kadar adres var, birinde de sen olmalısın. Bu adreste kapıyı açıyorsundur, sımsıcak bir eve giriyorsundur. Bu sımsıcak evin penceresinden ara sıra sokağa bakıyorsundur. Bu evde burnuna mutfaktan mis gibi yemek kokuları geliyor. Gece kafayı vurup yatıyorsun, güzel güzel rüyalar görüyorsun. Uyanıp bakıyorsun ki ayaklarında ayakkabı yok, mutlu olup gülümsüyorsun. Yaşamak adına içinde, kuşlardaki gibi, cıvıl cıvıl, müthiş bir iştah duyuyorsun; zemheride bile, dışarıda lapa lapa yağan kar içini ısıtıyor…”
“Yok.”
“İyi o zaman, söyle, seni n’apalım?”
“İlla bir şey mi yapmalı beni?”
“Bir şey yapmalı ya! Mesela insan, hı-ıı, ne dersin?” dedim.
“Nasıl bir şey o?” diye sordu.
Doğru söylüyordu, insanı ne bilsindi o!
“Aslında insandan pek de farkın yok, o kadar da zor değil seni insan yapmak. Öncelikle fizikî olarak bir sorunun yok. Bir baş, iki ayak, sağda solda iki kol, arkan, önün hepsi tamam. Belki eskiden, çocukken sen de insandın ha!”
“Öyle mi dersin, pek hatırlamam eskileri. Olur mu benden insan?”
Kızdım.
“Neden olmasın, kardeşim! Keresteden, odundan, ayıdan, hıyardan insan oluyor da senden niye olmasın?”
Biri lafa karıştı.
“Bırak yahu, Allah aşkına! Bundan insan minsan olmaz! Vakti zamanında ne haltlar yedi ki bu hâllere düştü? İyi bakalım bu canlıya. Belki cezasını çekmiş bir katildir. Zamanında belki eşini, çocuğunu döven biriydi. Hırsızdı. Kim onu getirip çöpe atmışsa iyi yapmış doğrusu. Bunu böyle, hiç bozmadan sigara paketlerinde olduğu gibi telefonların üzerine yapıştırmalı. Yapıştırmalı ki insan olan ibret alsın!”
Boynunu büktü.
“Sen boş ver onu.” dedim. “Haydi dolaşalım da başka insanları gör. Olmadı bir mağazaya uğrar, üstüne başına iyi kötü bir insan uydururuz.”
Bunu söyleyince içimden tüm o mağaza vitrinlerine, vitrinlerin alacasına bulacasına, kombinlere saldırmak geçti. Onları taşlamak, kırıp dökmek; içindekileri paramparça, un ufak etmek… İçimden bir ses, “İyi de kardeşim, onların ne suçu var? Bir insan için tüm bu güzelliklere düşman mı oldun?” diye bana karşı çıktı.
İçimdeki bu çatışmayı daha fazla sürdürmedim. Alsın, onların olsundu tüm o güzellikler. İhtiyacı olanların, baldırı çıplakların değil; onca kıyafetine rağmen daha da güzel olmak isteyenlerin. Güzellik açgözlülüğünde olanla asla yetinmeyenlerin. Bin yetmeyince kendilerine bin bir mavi, bin bir pembe, bin bir kırmızı, bin bir beyaz alanların... Herkesin bunca güzelliğine rağmen karşımda çipçirkin duran, sırıtan dünyanın olsundu!
Yanımda salaş, üstü başı kirli kıyafetlerle aksak aksak, koka koka, korka korka yürüyor. İnsanların dikkatini çekiyor yürümemiz. Daha doğrusu o dikkatlerini çekiyor, onun bu hâliyle ortalıkta dolaşması. Dönüp dönüp ona bakıyorlar. Kadınların gözlerinde acımayla, şaşkınlıkla karışık bir inançsızlık. O, koyunlarına girdikleri eşlerine hiç de benzemiyor. Onun insan olduğuna inanmıyorlar. Yanlarından geçerken iyice duvar diplerine sokuluyorlar ya da taşıtlara aldırmadan yola iniyorlar. Ondan uzakta durup içlerindeki bir sancı gibi, onun geçmesini bekliyorlar. Erkekler, onu ellerini tuttukları sevgililerinden, karılarından ve kendilerinden apayrı bir şey olarak görüyor, bunun hayreti içindeler.
O, başı önde, sürekli kaldırımlara bakarak yürüyor. Kendi soyuna bakmaktan utanarak. Bir kaldırım taşı, bir kaldırım taşı, bir kaldırım taşı daha geçiliyor… Gözünde kaldırım taşları uzayıp gidiyor. Yüzü, gözü, içi dışı her şeyiyle taşlaşıyor, tozlanıyor, kirleniyor. Tozmasın diye gözlerinden bir ıslaklık pıt pıt yanağına damlıyor, kirli sakallarına karışıyor. Bu sakallar koklansa eminim ki insan içinden çıkıp gelmiş, adı yoksunluk, insansızlık olan tuz kokardı.
“İyi, güzel de hemşehrim, bunu mademki insan içine çıkardın, bari önce bir hamama götürseydin. İnsan içinde de böyle gezilmez ki!”
Yanındaki bu sözleri söyleyenin sözünü kesti.
“Niye gezilmezmiş, niye böyle gezemeyecekmiş? Ben seni bilmez miyim, hıyarto? Baktın garip gureba, ağzın laf yapıyor. Bu kim biliyor musun? Bu, bildiğimiz o anlı şanlı Attila, İskender! Sen onun avurtları çökmüş, sakalları ağarmış, aksaya aksaya yürüyor olmasına bakma. Önünde eğildiğimiz, çekindiğimiz, karşısındayken korktuğumuz adam işte bu. Ne o, kükremediği, korkutmadığı için mi bu kılıkla gezemezmiş? Kükrese, korkutsa sen onu severdin! Başlatma lan bana şimdi senin cibilliyetinden, hıyarto! Gezemezmiş!”
Onları bırakıp yürümeye devam ettik.
Yanımıza çıtı pıtı, gözlerinden zekâ ve sevimlilik fışkıran bir kız çocuğu geldi. Onun başını okşadı. Elindeki simidi onun cebine sıkıştırıverdi.
“Sizin mi bu, çok kötü görünüyor ama…”
“Hiç kimsenin o. Sevdin mi onu?”
“Evet.”
“Herkes sevmiyor ama onu. Çöpe atmışlar.”
“Aaa, ben severim. Annem sayesinde.”
“Annen?”
“Annem kalp doktoru benim.”
“Ya, annen doktor mu senin?”
“Yoo…”
“Eee, az önce kalp doktoru, dedin.”
“Evet, annem içime herkesi sevmem için güzel bir kalp koymuş. Ondan öyle dedim.”
Güldü. Güldük.
“Kötüleri de mi seversin sen, peki?”
“Seversek kötü olmazlar ki?”
“Olmazlar mı?”
“Olmazlar ama yine de anneme sormam lazım bunu. İnsanlar kötü olurlar mı ki?”
Cevabımı beklemeden onu çağıran annesine doğru koşup gitti.
Bir kahveye uğradık. Kahveci yüzünü buruşturdu. Birkaç müşteri de. Kokuyor da kokuyordu. Varlığından, insan dışında her türlü koku etrafa yayılıyordu. Çay söyledim. Çok zamandır ağzından bir lokma, yiyecek içecek geçmediğinden olsa gerek, eliyle önce ağzını arayıp buldu. Baktı ki ağzı; kirli sakalı, bıyığı arasında yerinde duruyor, iki eliyle kavradığı bardağı dudaklarına götürdü. Birkaç yudum almasına rağmen bardağı masaya bırakmadı, yine iki eliyle tutmaya devam etti. Hava çok da soğuk olmamasına rağmen üşümüştü, bu şekilde, ellerini ısıtıyordu. İnsana yukarıdan bakan, insan hâllerinden hiç anlamayan, tıraşlı, gayet şık giyinmiş, ensesi yağlı biri gülerek,
“Saçı sakalı birbirine karışmış yahu bunun! Köpekten bir farkı kalmamış ki!” dedi.
Bu sözleri duymazdan geldim, oralı olmadım. İçi çayla biraz olsun ısınınca beklemeyip kalkıp gidecektik. Bu sözlerle bardak elinde çat diye çatladı. Elinden kan aktı. Ardından dişleri çatladı. Ağzından kan aktı. En sonunda da yüreği çatladı. Yüreğinden kan aktı. Sakalı daha da tuzlandı.
Şık giyimli yalabık; içten içe, gevrek gevrek güldü.
Kalktık, uğraşmaya değmezdi bu insan bozuntusuyla.
Benden onu bulduğum yere bırakmamı istedi.
“İstemem.” dedi, “insan olmayı. Gördüm onları.”
Ona bakarken dalmışım.
Kahveye gelen çöpçü bozdu bu dalgınlığımı.
“Neye bakıyorsun?” dedi.
“Hiç,” dedim, “insanlara bakıyorum. Burada otururken, gelip geçerken, geçip giderken neler söylüyorlar, neler düşünüyorlar...”
“Peki ne düşünüyorlar, ne söylüyorlar gelip geçerken, burada otururken?”
“Hiç!”
Adamı gösterdim, birazdan her zamanki gibi, adamın olduğu yeri temizleyecekti.
“Onu ne yapacaksın?”
“Amirin emri var, yerde bir tek çöp bile görmeyeceğim, diyor. Oradan süpürüp atacağım, ne yapacağım ki başka?”
Yanından yönünden kimler gelip geçmedi? Parisliler geçti, New-Yorklular geçti, İstanbullular geçti, adına asma bahçeleri dikilen Babilli güzeller geçti, bütün kıtalardan bütün güzel giyimli, sağlığı sıhhati yerinde olan insanlar geçti. Geçip gitti. Kitaplılar geçti, kitapsızlar geçti. Dünyayı değiştireceğini söyleyen politikacılar, bu politikacılara gönül verenler, bir sevgiyi yüreğinde taşıyanlar… Sadece geçip gittiler. Hepsi de içlerindeki cehennemden yapılmış cennetleriyle onun karşısından, ona bakarak geçip gitti. O, orada kaldı. Geçip gidenlere baktığında anlıyordum ki onun için geçip gitmek bile hasret kaldığı bir mutluluktu.
Bir insan neyden yontulmuştur sorusu, oydu. Bu sorunun soru işareti şeklinde duvarın dibinde duruyordu. Ayaklarını karnına çekmiş, öylece uzanmıştı. Neyden yontulmuştu sahi bu insan? Senden benden yontulmuştu, canım insan kardeşim. Tastamam bizden yontulmuştu, hepimizden... Sevgisizliğimizden, açgözlülüğümüzden, kibrimizden, kirimizden, hesapçılığımızdan, doyumsuzluğumuzdan, bencilliğimizden, insansızlığımızdan, maddeciliğimizden yontulmuştu. Sadece kendimize ayırdığımız, içinde ona yer vermediğimiz düşlerimizden yontulmuştu. Her şeyi kendimize yontmuştuk, ondan yontulmuştu. En büyük icadımız, en büyük sanatımız oydu. İşte karşımızda duruyordu. Bütün hepimiz bir araya gelmiş, tüm sistemlerimizle, kurumlarımızla, tarihimizle onu yapmıştık. Duvar dibindeki bir çöplükte insan denen bu sanat eserini imal etmiştik. Bu sanat eserimizin orada bir bomba gibi infilak etmesi, bu utanç karşısında hepimizin ölmesi lazımdı ama patlamıyordu. Belki de patlıyordu ama sadece kendi içinde.
Çöpçü, çayını içtikten sonra işine döndü. Onu herkesin gözü önünde, tüm suç onunmuşçasına, “çöp olmasaydın!” dercesine süpürdü.
Biri kahveciye söylendi.
“Şu sinekleri de halletmedin gittin yahu!”
Ne dertti be! Söylenen bendim. Kendime sinirlendim. Oturmuş, bir de bu manzaraya karşı çay içiyorduk! Hiç değilse deminden beri hakkında konuşacağımıza, az da olsa bundan utanmalıydık. Çayı bırakıp kahveden çıktım. Yürürken önümdeki adamdan etrafa yayılan kesif, pis koku genzimi yaktı, onu takip ettikçe üstüme başıma iyice sindi. Koku, öyle, parfümle falan geçecek gibi değildi. Biliyordum, bu insan kokusu, kolay kolay geçecek gibi değildi.
Mehmet Akgül
Comments