Buraları iyi bilir avludaki meşe. Kışını, yazını, gece çöken ayazını… Her şeyini bilir. Mesela Halep tarafından gelen yağmuru tadından tanır. Tuzludur damlaları, Akdeniz'in kokusunu taşır. Güney rüzgârlarını, günler önceden havadaki tozdan hisseder. "Neme lazım?" der, kapatır gözeneklerini, dinmesini bekler. Tüm bunları bildiğinden daima hazırlıklıdır. Fakat çöl sıcağında kavrulur yine de. Gölgesi bile kurur yapraklarının.
O vakitlerde Mahmut yetişti imdadına bugüne kadar. Mahmut'tan önce babası Abbas. Hatta ondan önce de Abbas'ın babası… Mahmut, meşenin gövdesine yaslanır, yapraklarını okşardı. "Dayan!" derdi. Dallarını hışırdatarak memnuniyetini gösterirdi meşe. Gölgesiyle Mahmut'a sarılırdı. Gülümserdi hatta. Mahmut görmezdi tabii meşenin bu anlarda gülümsediğini.
Doğuda beliren aydınlık, yamaca serpiştirilmiş toprak damlı köy evlerini karanlıktan çekti. Yüksek avlu duvarlarının ardındaki evler yekpare bir çamur kütlesiydi sanki. Sokaklarında toz savrulan köyde bir yeşil boya damlası gibiydi meşe. Ama o da kaygılı bir sessizliğe gömülüydü. Uzun gecelerin ağırlığı asılıydı dallarında. Köklerinde bitmeyen sarsıntıların acısı…
Gün yükselirken ardı ardına duyulan patlamalar meşenin köklerinde bir sancıya dönüştü, dalları titremeye… Mahmut endişeyle çıktı evinden. Beyaz mintanından damlayan yoksulluk, ayaklarında çatlaklara dönüşmüştü. Koşarak avlu duvarının üstünden baktı. Yamacın bittiği düzlükteki şehirden geriye kalan harabeden dumanlar yükseliyordu. Yıkıntıdan kaçışan silahlı kamyonetler köye doğru yamacı tırmanıyordu. Köyün ötesinde kadınlar, çocuklar, bastonlarına yaslanarak kalabalığa yetişmeye çalışan yaşlılar torbalara doldurdukları hayatlarını sırtlamış, geride bir toz bulutu bırakarak kaçışıyorlardı.
Bakışlarını avluya çevirdi Mahmut. Meşenin dalları onu saracak neredeyse. Mahmut bu avlunun bir parçası, avlu da onun… Omuzları çöktü. Yüzündeki kırışıklıklar derinleşti. Çıplak ayaklarını sürüyerek meşenin dibine geldi. Ağaca sırtını yasladı. Oturdu. Çamur sıvalı evinin pencerelerinden güneş yansıyordu. Kapının üstündeki yuvada yavruları ağızlarını açmış, serçenin getirdiği yemi kapmaya çalışıyordu. Dışarıdan gelen gürültünün kesildiği anlarda sinek vızıltıları duyuluyordu. Sağa sola koşturmaya başlamıştı karıncalar. Duvar dibinde uyuklayan yaşlı köpek, isteksizce kuyruğunu salladı bir süre, ilgi görmeyince patilerinin üstüne kafasını koyup baktı. Mahmut avlu duvarını aşan uğultuyu, patlama seslerini duymuyordu artık.
Babasının, “Meşeye iyi bak!” dediğini hatırladı. Kara gözleri iki damla kedere dönüştü. Rahmetli karısı bu avluya inmişti duvağıyla. Bu kapıdan çıkıp gitmişti oğlu. Neredeydi şimdi? Gözlerini elinin tersiyle sildi. Kalktı. Bir daha baktı avlu duvarının üstünden. Kuzeye doğru kaçışan kalabalık, ardında toza bulanmış bir uğultu bırakarak ilerliyordu.
Döndü. Ne yapacağını bilemedi bir an. Hızlı adımlarla eve yürüdü. Köpek, sahibine tembel hareketlerle kuyruğunu sallayarak baktı. Güneş avlu duvarını aştı. Meşenin gölgesi dibinde koyulaştı. Köyün sokaklarına dağıldı şehirden kaçışan namlular. Motor homurtuları evlerin aralarında mevzilendi. Sokağın gölgelerine çekildi silahlarıyla gelenler. Hâlâ gıcırdayan kapı aralıklarından evlere daldılar. Bir telaşla terk edilmişti evler. Yarım kalan çaylar, çocukların dizlerinin şekli yerdeki sofra örtülerinde duruyordu. Alelacele torbalara doldurulan kıyafetlerden kalan dağınıklık çekmecelerden taşıyordu.
Duvarın öte tarafındaki motor homurtuları sustu. Sessizlik meşenin yapraklarında hışırdıyordu. Avlu sakindi. Karıncalar duvardaki çatlaklara girip çıkıyor, duvar dibinde uyuklamaya devam eden yaşlı köpeğin üstünden geçiyordu. Köpek, kafasını patilerinin arasına almış, yere kadar sarkıtmıştı kulaklarını. Aldırmıyordu karıncalara. Dışarıdan ara ara gelen seslere kulaklarını tembel bir şekilde diktikten sonra gözlerini açmaya gerek duymadan yatıyordu.
Gözlerini açtı köpek. Kafasını kaldırdı. Kulaklarını dikti. Dilini ağzına çekti. Hırladı. Hiç takati olmadığı halde kalktı. Kuyruğunu yakalamak ister gibi etrafında döndü. Tüylerini silkeleyip bakındı. Burnu yerde, telaşla koşturdu avluda. Bir koku bulsa anlayacaktı ne olduğunu. Kokusuz bir uğultu sarkık kulaklarında çınlıyordu. Kapıya doğru döndü. Gerindi. Büyük beyaz dişleri belirdi. Ne gelecekse avlu kapısından gelecek, biliyordu. Uzun yaşamı boyunca hep öyle olmuştu. Sarsıntıyla birlikte uğultu da derinleşiyordu. Şaşkındı köpek. Tüm hissettiği sarsıntı ve uğultuydu. Koşup meşenin gölgesine sığındı. Meşe de yerinde duramıyordu. Günlerdir duyduğu patlamalar değil. Nedir bu ses? Göğe çevirdi dallarını merakla. Gök maviydi. Güneşin tembel ışıkları yapraklarının arasından yere ulaşıyordu. Toprak çatlaklara akıyordu ışığın açtığı yoldan. Karıncalar panikle koşturuyordu sağa sola.
Mahmut, avluya çıktı telaşla. Gözlerini kıstı. Elini siper etmese mümkün değil göremezdi ufukta beliren uçağı. Hızla yaklaşıyordu. Bir tane daha belirdi. Aynı anda sokaklara mevzilenen namlular kükremeye başladı. Mahmut'un gözlerine gökyüzü doldu. Elini indirmeye fırsat bulamadan gürleyen namluların sesini bastıran gürültü geçip gitti üstünden. Uçağın ardından bıraktığı ıslık köpeğin kulaklarında çınlıyordu. İnleyerek koşturuyordu meşenin etrafında. Kesik kesik uluyarak saklanacak bir yer arıyordu. Kulaklarındaki acı dayanılmazdı. Islık tizleştikçe yere kapandı.
Gürültüyle yaklaşıyordu ıslık. Önce toprak fark etti, gerinip gevşedi. Tozlarını savurdu meşeye doğru. Girdap çizerek ısınan havayla yaprakları kurudu meşenin. Kahverengiye dönüştü. Kavruldu. Girdapta dönerek savruldu. Vınlayarak yere gömüldü keskin ıslık. Ne zamandır bağrında sakladığı bir irini fırlatır gibi savurdu toprağı. Ağacın asırlık dalları, köpeğin sarkık kulakları… Her şey savruldu. Kökleriyle sıkıca tutundu meşe toprağa. Kollarını eğdi. Tepedeki dalları neredeyse yere değecek. Doğrulduğunda duvağı düşmüş bir gelin gibiydi. Köklerinde dayanılmaz bir acı ve dallarının uçlarında ince bir duman...
Islık dindi. Gümbürtü dağıldı. Ne ağacın yapraklarını hışırdatmaya mecali vardı ne yıkılan duvarın taşlarını daha öteye atmaya. Sadece derin bir sessizlik… Mahmut yüzünde şaşkın bir ifade ile ağacın dibinde yatıyordu. Gökyüzü parçaları vardı gözlerinde. Babasının sesi, dedesinin gölgesi ve meşenin asırlık yeşili vardı.
Kollarını indirdi meşe. Yıkıntıya düşen gölgesi is kokuyordu. Kalan yapraklarını da döktü. Henüz Halep'ten gelen Akdeniz kokulu yağmurların mevsimi değildi. Çöl rüzgârları iliklerine işliyordu. Umursamadı. Uğultularla sarsılmaya devam etti kökleri bir süre daha. Sonra göğe yükselen alev toplarının ışığında çıplak bir gölge oldu. Çöl sıcaklarına dayanamadı. Ya da köklerindeki sarsıntıya. Belki de Mahmut'un yokluğuna.
Mehmet Edemen
Sıkıcı ,geçişler kopuk ve çok belirgin hissettirilerek geçilmiş . Tamam öykü de az da betimleme olsa imiş idare eder
Genç yazarımıza başarılar