top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mustafa Ünver- Gulhücü Dayı

Deliyle veli, dış görünüşlerinden hiç belli olmazlar, diye bir söz vardır. Bu düşüncenin arkasında belki de Anadolu’nun her zaman renkli ve katmanlı insan örneklerini bağrında barındırmış olması yatmaktadır. Boşuna değildir elbet bozkırın kadim çağlardan günümüze birçok medeniyete ev sahipliği yapması. Yapısında taşıdığı renk ve katman, damarlarında akan cevher, belki de bu yüzden köksüz ve tesadüf değildir.

Gulhücü Dayı’yla karşılaşmam kırklı yıllar Anadolu’sunun harman mevsiminde nasip oldu. O sene temmuz ayında “Bu sıcakta deli olan evinden çıkmaz,” dedirten bir sıklette hava hüküm sürüyordu. Askerlik kararımı aldırmak için ilçeye, jandarma karakoluna yürüyerek gitmek zorunda kalmıştım. Rahmetlik annem komşunun eşeğini ödünç isteyememişti minnetinden. Bizde ise zaten yoktu. “Olduğunu da hiç hatırlamıyorum ya,” diyeyim de ailemin ekonomik durumu daha iyi anlaşılabilsin. Hasılı kelam, ben köyümüzün yer yer biçilmeye ve yolunmaya yeni yeni başlanmış olan sapsarı buğday ve arpa tarlalarını arkamda bırakırken daha gün ağarmadıydı. İlçede işlerimi halledip köye dönerken su içip biraz nefesleneyim diye mola verdiğim pınarın yanı başındaki dev salkım söğüdün gölgesinde müşerref oldum Gulhücü Dayı’yla.

Hem de ne salkım söğüt! Onun gibi büyüğünü hiçbir yerde görmemiştim o vakit. Yaprakları gökyüzündeki yıldızlardan bile çoktu sanki. Birbirine dolanan dalları arasında şakıyarak eğlenen kuşların ise haddi hesabı yoktu. Olsa olsa ona sadece Musa’nın ağacı denk gelebilirdi. O kadar ulu, o kadar heybetliydi ki kilometrelerce uzaktan bile görünür, “İşte ben buradayım!” dercesine kollarını tüm ufka hem büyük bir vakarla hem de bereketli bir tevazuyla açardı.

On beş kilometrelik yolun yaklaşık yarısını yürümüş ve ana yolun sol tarafında, az yamaçta kalan Döl Pınarı’na sapmıştım. Hayvanlarını bu mevkide güden çobanlar, öğle saatlerinde Döl Pınarı’na gelirler; sıcak havanın beyin yakan ateşi düşene kadar kuzu ve oğlaklarını hem sularlar hem koca söğüdün gölgesinde eğlerlerdi. Şansıma daha gelen olmamıştı. Hem pınarın hem salkım söğüdün keyfini doya doya çıkarabilirdim. Yoksa o yaramaz oğlakların bulunduğu ortamda keyfedebilmek ne mümkün! Vakit de biraz erkendi doğrusu; güneşin konumuna bakarak döllerin gelmesine daha bir saatten fazla bir zaman olduğunu tahmin etmem zor olmadı. Yaşasındı, gürül gürül buz gibi akan pınar da gölgeliğiyle muazzam bir Orta Asya çadırını andıran söğüt ağacı da bana aitti ve her ikisinin de keyfini dilediğimce çıkararak dinlenebilirdim.

Önce kana kana suyumu içip yüzümü, başımı ve ensemi soğuk filkenin altında epeyce bir süre tuttum. Sonra da sırtımı söğüt ağacına şöyle bir dayadım. Çarıklarımı da çıkartıp tam ayaklarımı vadiye doğru uzatmıştım ki birden “Selaaam!” diye yayla tarafından geldiğini zannettiğim bir ünlemeyle irkildim. Sağa, sola ve arkama dönüp baktım, kimseyi göremedim. Tam o anda “Selaaam!” diye ikinci bir ünleme duydum. Ses bu kez daha da yakından gelmiş gibiydi sanki. “Neden almazsın Tanrı selamını be adam!” diye de eklendi meçhul çağrı. Boşluğa doğru “Ve aleyküm selam emmi, lakin ben sizi göremedim,” diye cevap verdim. Yankılanır bir tonda gelen “Sen sen oldukça, sende senlik baki durdukça beni elbette göremezsin, asla da göremeyeceksin!” cevabıyla aklım iyiden iyiye karıştı.

Bu söze ne diyeceğimi, nasıl karşılık vereceğimi hiç bilemedim. “Allah’tan hayırlısı bakalım,” dedim içimden ve bekledim. Üç beş saniye sonra meçhul ses konuşmaya devam etti. Ses ağacın üst taraflarından yankılanıyor gibiydi. İnanılmazdı ve nasıl diyeyim çok ruhaniydi. Tepemdeki söğüde kafamı kaldırıp baktığımda, yoğun dal ve yaprakların arasından 50-60 kiloluk ufak tefek bir yaşlı adamın beş altı metre yüksekteki kalın bir dalın üstünde heybesini kafasının altına yastık yaparak sırt üstü uzanıp yattığını gördüm. Sağ bacağını da sol dizinin üstüne atmıştı ki anlayacağınız tam keyif çatıyordu. Ben, onun bu hâline bakakalmışken o kendi kendine konuşuyormuşçasına sözlerine devam etti:

“Hani Musa Peygamber İsrail oğullarını zalim Mısır kralı Firavun’un elinden kurtarmıştı ya? Şap Denizi’nden soyunu sağ salim geçirerek Sina Çölü’ne ulaştırmıştı. Kendisine ilahi kitap verilecekti Tur Dağı’nda... Kardeşi Harun’u yerine vekil bırakarak dağa çıktı Musa. Emir gereği kırk gün oruç tuttu. Dervişlik dilince erbain orucuyla çile çıkardı. Huzuru ilahiye kabul edilmek kolay değildi elbette. Evi, yurdu, barkı temizlemek gerekirdi ne de olsa. Sultan tozlu ve kirli konağa teşrif edecek değildi ya. Derken müddet tamamlandı. Tur’da kelimelerin anlatamayacağı feyiz ve tecellilere tanık oldu. Allah Musa’ya kelam etmiş, ona teşrif ve tenezzül ederek konuşmuştu. ‘Rabbim,’ dedi Musa, ‘Kendini bana göster, Sana bir bakayım.’

Tanrı’nın Musa’ya ‘Beni hiçbir zaman göremezsin!’ manasındaki ‘len terânî’ hitabı alimlerce farklı şekillerde yorumlanmış. Mesela Ehli Sünnet “Rabbinizi ayın on dördü gecesi gibi göreceksiniz,” şeklindeki hadise de dayanarak Allah’ın ahirette görülebileceğini savunmuş. Mutezile mezhebi ise ilahi hitaptaki vurgulu olumsuzluğa bakarak rü’yetin muhal olduğunu söylemiş, Cenabı Allah’ın ne dünyada ne ahirette görülmesinin imkânsız olduğuna hükmetmiş.

Hak, dervişlik yolu demek ise toplumdaki ihtilaflar elbet uyuşturulmalıydı. Öyle de oldu ve bu iki zıt görüş kâmil bir hâl noktasında birleştirildi ve ‘Sen sen oldukça, sende senlik baki durdukça beni elbette göremezsin, asla da göremeyeceksin,’ denildi. İlim ve akıl çarkının üretebileceği pürüzlerin ilahi zevkle törpülenip parlatılması işte bu olsa gerek.”

Yaşlı adam sözünü bitirir bitirmez bir kadının örgülü uzun saçının bir anda çözülüvermesi kıvamında omuzunda heybesiyle ağaçtan aşağı doğru ustaca kayınıverdi. Anlattıklarını ilk defa duymuştum. Bu sözlerin ne demeye geldiğini de tam anlayabilmiş değildim, ama o an bana her bir cümlesi çok feyizli, ibretlik ve saygı duyulası göründü. Hemen ayağa kalkıp karşısına geçtim ve namazdaymışım gibi iki elimi önümde bağladım.

Yaşlı adam tepeden tırnağa süzdü beni ve “Evlat, sen terbiyeli bir delikanlısın, edep erkân biliyorsun. Feyzin bol olsun... Adın sanın nedir bakalım, hangi köydensin?” diye sordu.

“Emmi adım Hüsnü. Karabudak Köyü’ndenim.”

“Sen bana emmi dedin ama bu yörelerde herkes bana dayı der… Gulhücü Dayı.”

Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Emmi demem, Gulhücü Dayı’nın hoşuna gitmiş gibiydi. Ama neden Gulhücü Dayı derler, demişti? Hangisini kullanmamı ister acaba? Şimdi ona nasıl hitap edecektim. Yaşadığım şaşkınlığı anlamış olacak ki, “Sen de bana Gulhücü Dayı de evlat, hiç sakıncası yok,” diye ekledi ve unutulmaz bir ders niteliğindeki konuşmasına devam etti:

“Adı güzel evladım. İnsanların neden bana Gulhücü Dayı dediklerini sen de birazdan anlayacaksın. Bismillâhir rahmânir rahîm: Kul hüvellâhü ehad. Allâhus samed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekün lehû küfüven ehad.”

Hemen ardından da okuduğu surenin Türkçe çevirisini telaffuz etti:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla: De ki Allah birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, aksine her şey O’na muhtaçtır. Doğmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç kimse O’na eş ve denk değildir.”

“Köyümüzün imamından ezberlediğim İhlas Suresi’nin Türkçesini ilk defa sizden duydum efendim. Meğer ne kadar da anlamlıymış.”

“Haklısın Hüsnü evladım gerçekten de çok bereketlidir bu ilahi cümleler. Tanrı birlemenin suresidir bu altın sözler. Her zaman okuyup düşünmek gerekir üstüne. Yeni tanıştığım herkese okumak adetim olduğu için insanlar bana Gulhücü Dayı derler…”

O sırada biri kulağına sanki bir şey fısıldıyormuş gibi dikkat kesildi ve bakışları boşluğa düştü. Az sonra da bu hâlinden sıyrılarak tekrar bana döndü ve şöyle dedi:

“Ben burada çok eğleştim, daha gideceğim yerler var, haydi bana müsaade. Hoşça kal Hüsnü evladım.”

Belimi ona doğru az eğerek “Güle güle efendim, sizi tanıdığıma çok memnun oldum. İzin verin elinizi öpeyim efendim,” diyebildim.

“Berhüdar ol evladım. Feyzin çok, bahtın açık olsun. Seni gulhü'ye ısmarlıyorum.”

Hâlâ o kadar büyük bir şaşkınlık içindeydim ki Gulhücü Dayı’nın ardından onun ne yöne doğru yürüyüp gittiğini bile takip edemedim. Kendime geldiğimde ise onun ne tarafa gittiğini görmek için her yöne baktım ama nafileydi. Sanki yer yarılmış, Gulhücü Dayı içine girmişti. Yaşadığım bu olay benim için sıra dışıydı ve yıllarca hatta ömrüm boyunca etkisinde kaldım. Sorduğum herkes, adını bir yerlerden duyduklarını ama kendisini hiç görmediklerini söyledi hep. Kim bilir belki bir gün onunla benim gibi karşılaşıp tanışan birilerini bulurum.

Bozkırda halk rivayeti olarak anlatılanlara göre ilim ve aklı ilahi neşeyle bütünlemek Gulhücü Dayı’nın ayrılmaz bir niteliğiymiş. Hatta kalp gözü açık, ruhani enerjisi yüksek biriymiş. Fakat bu yönünü sanki herkesten özenle saklıyormuş. Bu vasfının fark edilmesini istemiyor, hatta bu niteliğinin öne çıkmasından sıkılıyor, utanıyor gibiymiş. İnce ve muğlak sözlerinin muhatabında kimi sorgulama ve itirazlara neden olduğunu hissettiği an, o alandan ustaca kayar ve küçük İhlas Suresi’ni okumaya başlarmış. Ardından da surenin Türkçesini söyler, “Seni gulhü’ye ısmarlıyorum,” diyerek yoluna gidermiş. Onunla bizzat karşılaşıp duasını alabilenler ise kendilerini bahtiyar sayarlarmış. Ben de öyle.


Mustafa Ünver  

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page