Gözlerin fırtınaya hazırlanan yağmur yüklü bulutlar gibi. Taştı taşacak. Bir kıvılcım yetecek üzerinde oturduğun barut fıçısını patlatmaya. Titreyen ellerin ve kıpır kıpır dudaklarınla ne dediğini anlamıyorum. Kıvırcık saçların ıslanmış. Aynı eğlencenin, başka eğlendirenleri olarak çağrılmışız belli ki. İçerideki kadınların cumbalardan taşan kahkahaları, yalnız senin ve benim için işlerin yolunda olmadığını gösteriyor. Göğsünün inip kalkması yavaşlıyor. Gözün karanlığa alışınca varlığımı fark ediyorsun. Sadabat yamaçlarını dolunay aydınlatıyor. Zilhiccenin on üçüncü gününden bu yana süren düğün merasiminin üçüncü akşamındayız. Kalabalık ve gürültü beni de yordu. Köçek kıyafetlerimizi giyerken giyinme odasının kapısında bekleyenlerin bakışlarından da giyinmemize yardım eden kadınların bize pis bir sırıtışla dokunmalarından da tiksindim.
Bahçenin ön tarafında ışıklandırılmış laleler bizim kadar süslüler. Fiske şamdanına benziyorlar. Parıltılarıyla geceyi gündüzden üstün kılmışlar. Konağın korusunda yürürken duydum nefesini, sesli sesli soluk alıyordun. Mırıltılı sözlerini anlayamadım. Ama hıçkırıklarını içimde hissettim ben de. Ön bahçelerin aydınlığı vursa da korunun kuytusu karanlık. Önce varlığımı fark etmiyorsun. Ay ışığına güvenerek yanına yaklaşıyorum. Şaşkın bakıyorsun. Sesini kontrol etmeye çalışarak, “Kimsin?” diye soruyorsun.
“Korkma benden, kalabalıktan, gürültüden yoruldum. Hava almaya çıkınca seni gördüm,” diyorum.
Uzun bacakların ipek, mor şalvarının altından görülüyor. Yolunmuş tavuk derisi gibi diken diken tüylerin fark ediliyor. Korunun içindeki karanlığa bakıyorsun uzun uzun. Sen de benim gibi görevini yerine getirmişsin. Raks ederken bir şey gelmiş olmalı başına.
“Ab-ı alemlerde oluyor,” diyorum, “içki şaşırtıyor insanları.”
Çözülmeni istiyorum. Başını yana yatırıp ayaklarını sallamaya başlıyorsun. Sıkıntının, her eğlencede kendini bilmez birkaç ayyaşın yaptığı sarkıntılık mevzularından farklı olduğunu seziyorum. Bal rengi gözlerin buğulanıyor. Vücudun sallanıyor. Konuşmaya başlarken yine sesini ayarlıyorsun. “Yanmak için ne yağa ne de fitile ihtiyaç var. Cayır cayır yanıyorum,” diyorsun.
Bir gönül meselesi olduğunu o anda anlıyorum. Aslında bir muğbeçe olarak Sakız Adasından İstanbul’a geldiğini anlatıyorsun. Güzel yüzündeki ifade değişmiyor. Yalnızca bal rengi gözlerinden akan yaşı, geniş, biçimli dudaklarının kenarından süzülürken fark ediyorum. Mutribin okuduğu gazel, acı bir ağıt gibi yayılıyor bahçeye. Ağıtla hüznün çoğalıyor. Derin nefesler alıyorsun.
“Söyle,” diyorum, “nedir derdin?”
Nihayet rüyalar aleminden haber verir gibi, yalnız mahrem yerlere yakışan bir ses tonu ile anlatmaya başlıyorsun:
“Mevsimlerden sonbahardı. Bağlar bozulmuştu. Şehrin en ünlü meyhanelerinden birinde işe yeni başlamıştım. Bir akşam bir genç adam daha meyhaneye girerken dikkatimi celbetti. Jilet gibiydi üstü pırıl pırıldı ayakkabıları. Her akşam aynı saatte gelir, efendi efendi rakısını içer gece yarısı olmadan da evine yol alırdı. Kartal bakışlıydı. Sözleri baldan tatlıydı. Servi gibi bir adam. Gülünce kısılan gözlerinden muhabbet taşardı. Okumuştu. Mülkiyeliydi. Gel zaman git zaman meyhanenin gediklisi oldu. Gözlerimi üzerinden alamıyordum. Elim ayağım birbirine dolanıyordu. O içtikçe benim gönlüm ona sarhoş oluyordu. Beni görmüyordu. Başını ellerinin arasına alıp beyitler okuyordu. Meyi fazla kaçırdı mı ağlıyordu da. Gönlünde yıkık bir âşık olduğunu anladım zamanla. Bir gece herkes gittikten sonra karşısına oturttum. İçli içli anlattı. O anlattı ben coştum, o anlattı ben yandım, o anlattı ben duruldum. Çok sevmiş bir kızı ama babası, onu bir paşaya layık görmüş. Sevdiğinin acısını rakının acısıyla bastırmaya çalışırmış.
Bir süre sonra muhabbetimiz meyhanenin dışına taşındı. Ona tutulduğumu sandım. Anlamadı. Duygularımı bastırdım. Ama zihnim hiç bitmeyen hayali ile doldu. Meyhanenin sahibi, meyhanecilerin piri, babacan bir adamdı. ‘Evlat, olmaz senin arzun, bize de uymaz. Var git yoluna’ deyince aldım heybemi, içime sığdıramadığım, bir garipliğim, bir de aşkımı koydum içine. Yanıma geldi. ‘Üzülme,’ dedi. ‘Fener, tarafında bir yer buluruz elbet kalman için. Ama önce idareten seni bir yere yerleştirelim.’ Üsküdar’dan Çamlıca’ya giden tozlu yolların arasında, bağların kenarında bir eve yerleştirdi. İhtiyaçlarımı karşıladı.
O bana merhametle yardım elini uzattıkça aşkıma odun attı. Yüreğim aşkından kavruldu. Destek olmak niyetiyle gelip gitmeleri aramızdaki mesafeleri kısalttı. O geldikçe, bahçelerden elma, ayva, üzüm topladım. Ciğer kebabı, topik, Girit Ezmesi yaptım. Kurdum rakı sofralarını, kendim söyledim, kendim raks ettim. Ve bir gece vuslata erdim. Uçtum gökyüzüne, seyreyledim alemi o gece. Kanatlandım. Arzularım, sıcacık koynunda hayat buldu. O gece onu son görüşüm oldu. Gelmedi bir daha beni görmeye. Utandı yaşadıklarından belki de. Belki de benden utandı. Duygularına bent vurmasaydı …
Döndüm tekrar sakiliğe. Bedenime sığmayan yüreğim, sığmadı ne meyhaneye ne Galata’ya.
Sonra raks etmekte buldum heyecanı.”
Gözün çuha şalvarının üzerindeki alacalı şallarda. İlk kez görüyormuş gibi bakıyorsun. Kendi kendine sayıklar gibi devam ediyorsun.
“Kafesi gönlünde olanlara kaçış diye bir şey yok. En fazla kaçabildiğin yer kafesin demir parmaklıkları. Büktüm boynumu. Teslim oldum kadere,” derken perileri andıran güzel yüzünde tek duygu hâkim. Hüzün.
Anlattıkların bana, beni hatırlatıyor. Şeker Şeküre olmadan önceki Leyla misali âşık cahili. Cennet kuşu kadar masum, kendi halindeki kızcağızı. Yasak konuldu diye sevdasına zembereğinden boşanmış gibi koşan beni. Arzuları şahlanan, kendi sonunu kendi yazan Şeküre’yi içimdeki yangın söndü demişken bir cıngı ile harlananı.
İki belik örgüsü belinde, masum hisleri bohçasında, köyünden ateşlere yalınayak basarak sevdiğine koşan, şaşkını gördüm. Gördüm de içim har har yandı tutuştu. Kucaktan kucağa düşerken bedenime değen nasırlı elleri, kötü kokan nefesleri yeniden hissettim bedenimde ve ruhumda… Kolbaşının ardından yürürken salyaları akarak beni izleyen erkeklerin ve evlerinin cumbalarından bana nefretle karışık gizli bir hayranlıkla bakan kadınların bakışlarını iliklerime dek hissettim. Hamam ustaları ile soyguncu kadınların güle oynaya soyarken giydirirken körpe bedenimde hissettirdikleri rahatsızlığı duydum. Kalabalığın içindeki yalnızlığı ve dışlanmışlığımı hatırladım da burnumun direği sızladı.
Derin bir iç çekiyorsun. “İçerideydi,” diyorsun. “Tanımazlıktan geldi beni. Gözüme baktı da görmedi, kılı kıpırdamadı raksıma bile. Keyfine diyecek yoktu. Sahneyi oyun bitmeden terk ederdim ama sırf onu biraz daha göreyim diye uydum müziğe. Müzikle değil de kalbimin gümbürtüsü ile raks ettim.”
Sanki bana değil de dolunaya söyler gibi gökyüzüne bakıyorsun. İçerideki seslerden curcunanın başladığı anlaşılıyor. Taklidimizi yapan cüceleri düşünüyorum. “Bizden daha zavallıları da var,” diye hem seni hem kendimi avutmak istiyorum. Duymuyorsun beni. “Kaçalım kolağasından,” diyorum. Birden kaldırıyorsun başını, ilk kez görüyor gibi bakıyorsun yüzüme. Aydınlanıyor çehren. “Başka bir hayata,” diyorum cevabını beklemeden.
Duruyorsun. Bir an “Evet” diyeceğini umuyorum ama öyle olmuyor. Şaşkın bakıyorsun. Vazgeçmişsin hayattan. Erkenden kırmış, yormuş dünya seni. Kolağasından kaçacak yer nasıl bulunurmuş. Dünya zindan, hayat darmış bizim gibilere. Bir lale tohumu kadar kıymetimiz yokmuş. Sen anlattıkça daha çok ağlıyorum. Yüzüme bakmıyorsun ama anlattıkça yeniden hırslandığını anlıyorum.
“Denedim,” diyorsun. “Kaçtım da, ama buldular. Bir daha yakalanırsam sonum boğazın serin suları olacak,” diyorsun. “Bu yaşamak mı?” diye soruyorum. Başını iki yana sallıyorsun. Tutuyorsun narin ellerinle elimi, eteklerimizi havalandırarak koşmaya başlıyoruz. Mehtap fişekleri atılmaya başlıyor. Gökyüzü aydınlandıkça çocuklar gibi koşuyoruz fişeklerin aydınlığında. Uzaklaştıkça neşen artıyor. Bir ara kahkaha atıyorsun. Nefeslerimiz kesilene kadar koşuyoruz. Gece sabaha dönmeye yakın, yorulup uyuyoruz bir kuytuda.
Güneşin ilk ışıkları güzelliğini, baharın ıtırlarının kokusuyla daha bir katmerliyor. Gözlerini bir prenses edası ile aralıyorsun. “Bundan sonra işimiz daha zor,” diyorsun. Yürüyerek iniyoruz şehre adımlarımız ürkek. Pazar kurulmuş Kâğıthane’ye, bir adak kurbanı kesilmiş. Berduşlar, yurtsuzlar pay kapmanın derdinde pazarın çığırtkan kalabalığında. “ Karnın acıkmadı mı?” diyorum. Akşamki halinden eser kalmamış bir dinginlik ile helvacıların olduğu tarafa yöneliyorsun. Helva ekmeği bir kahvehanenin arka tarafına geçerek yiyoruz. Sanki artık kaçmak istemiyorsun. Dalgalarla boğuşarak yüzmüş gibi karlı yolda uzun saatler yürümüş gibi yorgunsun. Kaçmaktan caydıysan diyecek oluyorum, söyleyeceklerimi anlamış gibi, “Artık çok geç, geri dönemeyiz,” diyorsun. Paytak paytak yürüyen bir cüce ile vahşi suratlı, kaytan bıyıklı külhanbeylerini göstererek arandığını işaret ediyorsun. “Ayrılalım, yarın Eyüp’ten kalkan teknelerle Sakız’a geçeriz, sabah ezanında iskelede ol,” deyip külhanbeylerinin tersi istikamete kaderinden kaçar gibi değil de kaderine koşar gibi uzaklaşıyorsun.
Sabah gün doğmadan iskeleye varıyorum. Seherin serinliği içimi ürpertiyor. Korku ruhumu ele geçirmeye başlıyor. Sokağa her gireni o zannediyorum. Yok. Gelmiyor. Azalıyorum. Hayal kırıklığım, başına bir hâl mi geldi endişesi beni korkutsa da, “Gelir elbette,” diyerek gönlümü avutmaya çalışıyorum.
İkindi güneşi nisan çiçeklerine yansıyor. Oradan havuz sularıyla raks ediyor. Dersaadet’te o güne kadar yaşanmış en güzel baharlardan birinde tüm şehir ağız birliği etmişçesine genç rakkasın kuşkulu ölümünü konuşuyor.
Sakız Adası gözüme hiç olmadığı kadar uzak geliyor.
Nagehan Dermancı
Comments