Kişioğlu girdiği bir toplulukta, onlarla bağı olsun olmasın bir rahatsızlık çekiyorsa, rahatsızlığından iki şekilde kurtulur. Ya görmezden gelip duyduklarını ciddiye almayarak ya da neler olup bittiğini anlamak için çaba sarf ederek.
“Hırçın Kız” adlı oyunda etrafa saçılan kahkahaları duyunca ikinci yola başvurup anlamaya karar verdim. Öyle ki, istisnasız bütün oyuncular ya kelimeleri bozuyor ya da taklit yoluyla mimiklerini abartıyorlardı. Kulağıma güç bela ulaşabilen sesleri anlamak için ayrı bir çaba sarf ediyordum. Etrafımdakiler de sanki bana inat olsun diye her şeye gülüyorlardı. Koltuklarına oturmuş hallerinden gayet memnun seyircilerin arasında gülmeyişimden dolayı başta kendime kızdım. Anlamıyordum sanırım. Halbuki öyle anlaşılması zor türde bir oyun değildi. Güzel ve görgülü küçük kardeşle, ağzı bozuk ve çekilmez olan büyük kardeşin evlendirilmeye çalışılmasını ele alan bir oyundu.
Gözlerim, etrafımda benimle duygudaşlık kurabilecek herhangi somurtmuş bir yüz arıyordu ister istemez. Nafileydi çabam. Sabırla izleyişimi sürdürüyordum. Arada gündeme dair kısır, slogana benzer ve oyunla hiçbir bağı olmayan tiratlar yüzümü ekşitmeme sebep oluyordu. Hele bir oyuncu vardı ki… Onun üzerine ayrı düşülmesi gerekiyordu. İnsanı çileden çıkarmayacak gibi değildi. Oyuncu sahneye adımını atar atmaz seyircilerin çoğu kendini paralıyordu. Üstelik hiç güldürdüğü yoktu. En çığırtkanı, en abartanı da oydu. Dikkat kesildiğimde oyuncunun bir komedi dizisinde oynadığını anımsadım. Seyircilerin gülüşlerindeki zorlamalar oradan geliyor herhalde diye düşündüm. Ne kadar geçtiğini kestiremediğim bir süre sonra zorla bir şeye karşı tepki veremeyeceğimi anlamıştım.
Oyunun sonuna kadar bu kahkahalar devam etti tabii. Ben anlamsız gözlerle etrafa bakıp yelkovanın koşar adım ilerlemesini bekledim. Ne oyundan bir şey anladım ne de seyircilerden. Sanki hem seyircileri hem de tiyatroyu izlemeye gelmiştim.
Sonunda oyun perdeleri kapayabildi. Herkes kahkahalar eşliğinde ayakta alkışlıyordu oyuncuları. Ben kalkmadım. Bana kötü gözlerle baktı yanımda yöremde oturanlar. Gülmeyişime ve beğenmeyişime burun kıvırdılar. Tiyatrodan anlamaz ilan edildim ve üzerime doğru “cık cık”lar çekildi. Saygımdan dolayı birkaç dakika beklememe rağmen ne sağımdaki geçmeme izin verdi ne solumdaki. Yirmi dakika boyunca, zorbalığa uğrayarak olduğum yerde kalakalmıştım.
Onlar lütfedip çıkmaya karar verince kendimi güç bela dışarı atabildim. Verdiğim para, harcadığım vakit ve duyduğum kahkahalar sinirlerimi hoplatmıştı. İki saattir özlemini duyduğum sigarayı tellendireyim diyerek çöp kutusunun yanına yanaştım. Pek ciddi ve oraya ait olmadığını hissettiren, siyah takım elbiseli, saçlarını arkaya doğru jöleyle yapıştırmış, sert bakışlı, iri yapılı bir adam da orada duruyor, sigara içiyordu. Gözü sahnenin çıkış kapısındaydı. Güvensiz hissettiğimden gözlerimle onu kontrol etme gereği duyuyordum. O da yan yan beni gözetliyordu. Sigarasını söndürdü ve başını aniden benden tarafa çevirip;
“İsminiz nedir?” diye sordu.
“Erdi, neden sordunuz?” dedim.
Dudaklarını birleştirip kafasını salladı. Eline telefonunu aldı, biraz oyalandıktan sonra yüzünde bir şeyleri sezmiş olmanın verdiği ifadeyle, “Tiyatro nasıldı?” dedi. Sohbet etmeye hevesli sandım adamı ya da düşündüklerimi gün ışığına çıkarma derdindeydim.
“Kötü bir oyundu. Hiç zevk almadım. Ne konuştukları belli ne oynadıkları… Yazık etmişler oyunun metnine. Sizin isminiz neydi acaba?” dedim.
Gözlerini bana dikti. Sinirlenmişti ama dudaklarında alaycı bir gülüş vardı.
“Tahmin etmiştim. Nerede görsem tanırım sizin gibi bozguncuları.”
Şaşırmıştım. Neyi bozduysam.
“Ne diyorsunuz beyefendi,” dedim.
“Hadi hadi. Kim tuttu sizi?” diye iddiasını sürdürdü.
“Kimse tutmadı beni. Şekspir’in oyunu diye gelmek istedim sadece,” deyip başıma bir iş gelmesinden korkarak uzaklaşıyordum ki, elini beline attı ve başta silah diye tahmin ettiğim fakat bir tomar bilet olduğunu sonradan anladığım desteyi kalabalığın görmeyeceği şekilde cebinin içinden bana doğrulttu.
Olduğum yerde kaskatı kesildim. Bir tiyatro oyununu beğenmedim diye yaşamım trajik biçimde sonlanacaktı. Beni kimsenin tuttuğu yoktu. Kendi hür irademle ara sıra yalnız başıma oyun izliyordum sadece. İnsanın canı kıymetlidir. Akıl süzgecimden kelimeleri hiç geçirmeden, “Evet tuttular beni. Kabul ediyorum,” dedim.
“Anlamıştım. Kimin neden tuttuğuyla ilgilenmiyorum. Fakat Erdi Bey bir şartla sizi bırakırım. Biz işlerimizi anlaşma yoluyla çözeriz. Ne kadar alıyorsunuz oradan?”
Yalanımın ortaya çıkmaması adına uydurmam gereken bir tutar duruyordu önümde. “Bin… Bin lira,” çıktı ağzımdan.
Biraz önce oyun bittiğinde çıkmamı engelleyen kadın gibi “cık cık” çekti bana. Abarttım mı diye şüpheye düştüm ama sessizdi. Sessizdim. Silah sanmaya devam ettiğim bilet destesini cebinden çıkarttı. İçinden bir bilet çıkardı. Yarın aynı oyuna gitmemi, yana yakıla gülmemi, alkış tufanı koparmamı, ses tellerimi tef gibi germemi ve oyun sona erdiğinde onu bulmamı söyledi. “Bilet parası artı beş bin beş lira nakit,” diye ekledi.
Başka hiçbir şey demeden uzaklaştı. Otobüsümün kalkacağı durak adamın uzaklaştığı yönde olmasına rağmen ters yönde yürüyerek bulduğum en yakın durağa gidip evin yolunu tuttum.
O gün hiç uyumadım. Yatakta dön Allah dön. Ciddiye alınmam diye başımdan geçenleri kimseye anlatasım gelmiyordu. İnsanın durduk yere alkış tutarak para alması akıl kârı bir iş değildi. Uykusuzluktan açılmaya niyetsiz gözlerimle işe gittim. Ofiste boş boş vakit geçirdim desem yeri.
Hesap kitap işlerini pek aksilik yaşamadan halledebildim. Oyunun olduğu sahneye zamanında yetişmiştim. Adam orada, yine aynı ciddiyetle bekliyordu. Çekinceli selamımı verip içeri geçtim. Anonsla salondaki yerimi aldım.
Perde açıldı. Daha oyuncular sahnede yerini almadan alkış tufanını başlattım. Neme lazım birileri muhakkak beni izliyordur, diye düşünmüştüm. Ne var ki, yersiz gürültü koparttığımı birisinin, “Daha yeni herhalde,” diye fısıldamasıyla fark ettim. Temkinli davranarak, etrafıma bakınmaya, nerede güleceğimi anlamak için oyunu değil seyircileri izlemeye başladım. Oyuncular ne söylemiş ne demiş hepsi önemini yitirmişti. Diğerleri tecrübeli olacaklar ki, karşılarında bir şef varmış gibi kahkahaları aynı anda yükselip aynı anda alçalıyordu. İkinci perdeden sonra diğer izleyenlere uyarak aynı şeylere gülmeye başlamış, hemen ayak uydurmuştum. Başlarda kısık çıkan sesim sonlara doğru davudi bir tonda, coşkuyla salonu inletiyordu.
Oyun sonlanıp “Hırçın Kız” adlı oyunun pek kıymetli aktör ve aktrisleri, başlarını bize doğru selamlamak için eğdikleri vakit onları hazır kıta bekliyordum. Neredeyse yirmi dakika boyunca alkışlamışızdır. Önemsiz bir aksilikte yaşandı o sıra. Münasebetsiz adamın teki çıkmaya yelteniyordu. Durur muyum? Önüne geçilmez şeridini çektim hemen. Seyircilerden beni hemen fark edenler oldu. Göz kırpıp, kafa sallayıp yaptığımı onayladılar. Bir tanesi sırtımı sıvazladı. Diğeri beni gerçek bir sanatsever ilan etti. Benim yaşlarımda bir kadın beni hayran hayran süzdü.
Ellerimiz kızarmış, seslerimiz kısılmış halde oyundan çıktık. Yeni tanıştığım arkadaşlarımla birlikte oyunun eleştirisini verdik. Kesinlikle başyapıt, dedik. Hele o dizide oynayan oyuncu yok muydu? Ah o yok mu o? O ses, o telaffuz ve o Türkçe. Sınırlarımızı aşan bir yeteneği olduğu farkına varıp kesinlikle yurtdışına açılması gerekiyordu.
Konuşa konuşa tiyatro binasından dışarı çıkmıştık. Yine çöp kutusunun orada bekliyordu. Yanına gittim. Gerçekten dediği gibi parayı elime saydı ve haftaya hangi oyuna gitmem gerektiğini söyledi. İsmini, cismini iyice merak eder oldum.
“Pardon isminizi öğrenebilir miyim?” diye sordum.
“Elman ismim,” dedi.
“Tanıştığıma memnun oldum Elman Bey,” dedim. Zihnimi kurcalayan birçok soru işareti olmasından dolayı ikinci soruyla hücuma kalkıyordum ki, “Bende,” dedi ve biraz önce tiyatrodan çıkmasına izin vermediğim adama doğru hızla yöneldi.
O günün üzerinden bir hayli bilet gelip geçti elimden. Param elden değil, hesabıma yatmaya başlamıştı. İzlemeye gelenler arasından zamanla samimi olduğum arkadaşlardan da Elman Bey’in “Albrecht Adolf Dürer” adlı vakıfta çalıştığını, biletlerini verdiği özel tiyatroların vakıfla bağlantılı olduğunu, pek hayırsever olduklarını, hiçbir çıkar gözetmeksizin, sanata, sanatçıya ve izleyiciye destek verdiklerini öğrenmiştim. Artık sadece seyirciyken değil, yaşamımda; neye gülüneceğini, neye ağlanacağını ve neye, nasıl tepki vereceğimi çok iyi öğrenmiştim.
Ne ki, Elman Beyin titiz çalışmalarına rağmen bazı oyunlarda bütün eğlencemizin içine limon sıkan, bön bön bakan, oyunu sorgucu bakışlarla yıpratan birkaç kendini bilmez seyirci hâlâ çıkıyor.
Onurcan Irmak
Comments