Bir varmış, hep varmış. Hikâyelerin içinden ölmeden kurtulmak pek zormuş. Bunu bilince de dedelerden biri, huzur içinde sonsuz yaşanan masallar uydurur ama sonunda, “Uyduruktan tayyare, selâm söyle o yâre.” demeyi ihmal etmezmiş. Ne komik lâflarmış onlar öyle! Dinleyen küçük kızlardan biri kıkır kıkır güler, gülerken yerlerde yuvarlanırmış. Gün gelip hikâye bitince, gün gelip dedesi ölünce, kıza kala kala tayyare kanadına takılıp uçmak kalmış.
İşte o bitmeyen masallardan birinde gökyüzünü delen zirveleriyle koca bir dağ; dağın bir yamacına sırtını dayamış Güney Eteği Ülkesi, diğer yamacına yaslanmış Kuzey Eteği Ülkesi varmış.
Güney Eteği Ülkesi insanları bir de Kuzey Eteği Ülkesi olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden kendi ülkelerinde, Kuzey Eteği Ülkesi insanları da Güney Eteği Ülkesi’nin varlığını hayâl dahi etmeden kendi soğuk ülkelerinde yaşar dururlarmış. Evet Kuzey Eteği Ülkesi soğuk, pek soğukmuş. Güney Eteği Ülkesi de aksine sıcak pek sıcakmış.
Sıcak ile soğuk, ulu dağın sayesinde birbirlerine sokulmadan yaşar gider, dağ olmasa vadileri bu kadar derin olur muydu ya da vadileri bu kadar derin olduğundan mı dağ bu denli yüce diye bir soru akıllarına düştüğünde hafifçe kafalarını sallar, bu gereksiz düşünceleri uzaklara üflerlermiş. İşte güney eteğinde hava insanları bunalttığında esen serinlik, kuzey eteği buz kestiğinde yüzlere vuran ılıklık hep bu yüzdenmiş.
Güney Eteği Ülkesini yönetenler sanki güneşin parıltısı yetmiyormuş gibi dağın yüzünü kocaman bir ayna ile kaplamışlar. Daha yeni doğan bebekler anneleriyle eş zamanlı ayna ile tanışmak, yaşlanıp elden ayaktan düşene dek her gün akşam vakti en az bir kez aynadaki yansımalarına bakmak zorundaymış. Ülkeyi yönetenler akşam ahali uyuduğunda aynayı parlatsınlar diye özel adamlar yetiştirirmiş. Çünkü akşam vakti güneşin parıltısı, bakanların siluetinden sıyrılıp aynaya yansır,[1] insanlar tüm gün çalışmaktan bitap düşmüş olsalar da çalışmanın onları güneş gibi ışıttığına inanır, ertesi gün daha çok çalışmak isterlermiş. Ülkeyi yönetenler de bundan çok memnunlarmış. Güneş parladıkça aynaya vurur, aynaya bakıp parıltısına hayran oldukça halk daha çok çalışır, onlar çalıştıkça parıltıları artar da artarmış. Güney Eteği Ülkesi parıltıya aşık insanların ülkesiymiş.
Kuzey Eteği Ülkesinde ise ayaza her daim titreten loşluk eşlik edermiş. Öyle ki yönetenler göle dahi gölge düşse güneşin önüne perde çeker, ay dolunay olduğunda önüne bulut gererlermiş. Güney Ülkesindeki kocaman aynaya inat ülkede aynalar yasak, kazara yansımasına bakanların cezası ölümmüş. İnsanlar daha doğar doğmaz gölgelerine el koyan polisler varmış. Yönetenler “Sizin nasıl göründüğünüzü ancak biz bilir biz söyleriz.” derler, her akşam işten yorgun argın evlerine sürüklenenlerin, kim olduklarını anlatacak özel memurlara uğramasını şart koşarlarmış. Bu akıllı memurlar her çalışana ne onurlu işler yaptıklarını anımsatır tüm yorgunluklarına rağmen huzurla uyumalarını sağlarlarmış. Onurla ve huzurla uyuyanlar ertesi gün daha çok çalıştıklarından yönetenler de bundan ziyadesiyle memnunmuş.
Ne denli kusursuz olsa da düzen, anlatan diller sürçer, çizen kalemler hafifçe kayar. Tam da bu yüzden iki ayrı ülkede, çizginin dışına taşmış iki ayrı garip çocuk garip şeylere kafa yoralarmış. Allahtan anneleri dışında bu durumu fark eden yokmuş. Onlar da “Çocukluktur, gelir geçer, hele bir büyüsünler, işe güce koyulsunlar, yaşam gailesi sarsın zihinlerini bu fikirler uçar gider.” diye ümit ederler, bir yandan da ya düzelmezler ya diğerlerine benzemezlerse diye endişe ederlermiş.
İki ayrı ülkedeki iki garip çocuk, kuzey yakasının solunda griye çalan, güney yakasının sağında menekşe renginde ışıl ışıl parıldayan denize birbirlerinden habersiz bakıp “Bu deniz nereden gelir?” diye merak etmekle işe başlamış. Bununla da kalmamış, Kuzey Ülkesindeki çocuk perdenin ardındaki güneşi, Güney Ülkesindeki ise sabahları aydınlığın gelişi ile silinen karanlığı sormaya niyetlenmiş.
“Perdeler olmasa halimiz nice olurdu, bunu düşünme bile.” dermiş çocuğun birinin babası, “Güneşi sormak da neyin nesi? Varlığımızın sebebi, parlaktır parlatır bizi.” dermiş diğerinin öğretmeni. Gel zaman git zaman sormak kâr etmedikçe, yanıtsız kalmaktan usançları da boyları ile birlikte büyümüş çocukların. Kumru yavruları gibi sus pus gençler olmuşlar. Onlar içlerine kapanıp sormaktan vazgeçtikçe, “Gençliktir, evlensinler, hele bir çoluk çocuğa karışsınlar bu hüzün uçar gider.” dermiş anneleri.
Amma velâkin öyle olmamış. İki ayrı ülkede iki ayrı genç ayrı ayrı akıllarla, günlerden bir gün, soru sormaktansa yola çıkmanın daha iyi olacağına karar vermiş. Ama karşı çıkılır diye kimselere de söylememişler. Gizli saklı bir tekne yapıp uçsuz bucaksız görünen denize aynı gece indirivermişler. Sabahın ilk rüzgârında da birbirlerinden habersiz aynı ufka yelken açmışlar.
Az, uz değil, pek çok gitmişler. Açık denizlerde fırtınalar, sakin baharda tekneye pıt pıt vurup mırıldanan dalgalar görmüşler. Güneş bazen gözlerini almış, bazen karanlığın dediklerine kulak kabartmışlar. Onlarca ülke, yüzlerce insan, binlerce dert, on binlerce neşe, sayılmayacak kadar çok öfke, bir o kadar da hüzün görmüşler. Ama masal bu ya, her dinleyen rastlaşmalarını beklerken, Güney Ülkesi’nin batısına, Kuzey Ülkesi’nin doğusuna uzanan o uzun yolda iki genç birbirlerini hiç görmeden dönüp dolaşıp birbirlerinin ülkelerine gelmişler.
Tam o günlerde gençler gençliğini denizlerde bırakıp adım attıkları sahillerde erişkinliğe geçer olmuşlarmış. Artık biraz durmak, soluklanmak istiyormuş ikisi de. İstek böyle çok olunca vardıkları yeri varacakları nokta sanmaları kolay olmuş. Ülkelerin sırtını yasladığı yüce dağı bir yerlerden gözleri ısırıyor ancak belki de güneş bir yanda aynanın yardımıyla kat be kat göz aldığından, diğer yanda önüne çekilen perde ile ışığını soldurduğundan olacak ulu dağın kendilerininki olduğunu anlayamıyorlarmış.
Onlar az ötelerinde duran çocukluklarının ülkelerini göremez olsun, Güney Eteği Ülkesi insanları denizlerde dolaşmaktan yüzü yanmış olsa da sapsarı saçlı adamı, Kuzey Eteği Ülkesi insanları da soluk tenlerinden olmayan kapkara tenli yabancıyı fazlasıyla yadırgamışlar. Tanış olmayanı sevmemek adettenmiş...
Allahtan, oğullarına hasret iki ayrı anne iki ayrı ülkede denizden gelen iki ayrı yabancıya sahip çıkmış da yorgun adamlar ülkeye girebilmiş. Sevmeyi unutmamış, dizlerinde oğullarının başının sıcaklığını özlemiş iki ayrı anne, iki yabancıya evlerini açmış. Dışarıdaki meraklı kalabalığa pek de kulak asmamışlar.
Adamlar yıllardır biriktirdikleri öyküleri sırf öyle lâzım geldiğinden, onları sıcak sofralarına buyur eden annelere anlatır olmuşlar. İşin aslı, kunduzlar nasıl akarsuyun önüne, elleri dişleri ile odun dizip kendilerine ev yaparsa, zihinler de zaman denilen akıntıya karşı küçük yuvalar yaparmış. Birikenler o evlerin bacasından çıkan isli yemek kokuları, güneşe çıkarılmış yorganlar, ipe asılmış çarşaflar, pencere önünde sarkan sardunyalar gibi dışarıya taşmaya başladığında ev sahibi susamaz olur, anlatır dururmuş.
Anneler dinlemekten, adamlar anlatmaktan memnunmuş memnun olmasına da dışarıdaki kalabalığın merakı artmaya başlamış. Evdekiler uykuya dalarken tahta kapıya dayanan kulakların karanlığa kaçışını sezer gibi oluyorlar, her akşam fakir sofralarına içeriye girmeye cesaretli biri daha katılıyormuş. Yalnız dinleseler iyi, dinlediklerini bire bin katıp dışardakilere anlatıyorlarmış.
Anlatılan hikâyeler asıllarını o denli şaşmış, o denli garip hale gelmiş ki, bunca macerayı yaşayıp da atlatan adamlar kendi halinde pır pır eden bir yıldızken uzun kuyruklu bir yıldıza dönüşmüş.
Kalabalığın bir kısmı da içten içe adamlara kızar olmuş. Güney Ülkesinde, “Bir ülkeye bir güneş yeter, ne gereksiz bir parıltıları var.” diye; Kuzey Ülkesinde, “Onurlu loşluğumuza ışıltı getiriyorlar.” diye yönetenlere şikâyete çıkmışlar. Eh zaten yönetenler de tüm bu olanları dikkatle izlemekteymiş. İki yönetim de şikâyetçileri ülkelerine sahip çıktıkları için pohpohlayıp gerekenin yapılacağını bildirmiş.
Dedecik masalın burasında durur, kimilerinin gitmeye, gidemeyenlerin beklemeye, bekleyenlerin bazılarının dinlemeye, bazılarının da kalmanın acısını gidenden çıkarmaya mahkûm olduğunu küçük kızın anlayıp anlamadığına bakardı. Tayyare kanadındaki kız anlamazdı.
Aksine içindeki pır pır eden çocuk telaşı, kalanlar da gidebilsin, herkes anlatsın, herkes anlasın, kimsecikler kimsecikleri kalsın diye aldatmasın diye bakışına sızardı.
Oysa kalan olmazsa yolculuk olur mu? Yolculuklara çıkılsın diye olmasın kalmaya mahkûm olmak? Hem dinlemeyi bilmeyenler olmazsa, kim inat edip en sevilecek masalı uydurmaya gönül verir?
‘Okudum, unuttum,
Gördüm, anımsadım,
Yaptım, öğrendim.’ dermiş bilgenin biri.
Yönetenler de yönetmenin doğasına tutuklu, gereğini yapmışlar yapmasına da (bu pek önemli değil zaten, gereği her dağ eteğinde ayrı ayrı imiş) anlatmasak da olur.
İki adam dönüp dolaşıp aynı dağın öte eteğine geldiğinden habersiz ama bir yaşam denizi dolusu haberliymiş. Ne zaman ümitsizliğe kapılıp boyunlarını eğseler, rüzgârda yeşilin otuz tonu ile harelenip eğilip bükülen çimen dalgaları, onlara dalgalanan uçsuz bucaksız maviyi anımsatmış. Yönetenler ve masal dinlemeyi sevmeyenler iki adamın çimen dalgalarını neden sevdiklerini hiç mi hiç anlayamamış.
Oya Özgür
Comments