“Bugün üniversiteden mezun oluşumun sekiz yüz yetmiş dördüncü günü. Hesaplamayı niye ay olarak yapıp yirmi dokuz ay demedim bilmiyorum. Hatta yaklaşık iki buçuk yıl oldu deyip size daha anlaşılır bir hesap sunabilirdim ama herhalde konuşmayı çok seviyorum. Ya da çok konuşunca, daha çok dinlenileceğime, daha çok anlaşılacağıma inanıyorum. Siz de benim gibi mi düşünüyorsunuz?”
Gözlüklerini, burnuna kadar indirip sanki varlığımı o an hissetmiş gibi yüzüme bakan zayıf, güzel ama bir o kadar da sevimsiz bayan, bir süre beni şöyle bir baştan aşağı süzdü. Sonra, “Belki de gerekli kadar konuşamadığınız için bu kadar süredir iş bulamıyorsunuzdur,” deyip sadece diş macunu reklamlarında gördüğüm oyuncuların dişleri gibi bembeyaz olan dişlerini, sırıtarak bana gösterdi. İstem dışı, “Dişleriniz porselen mi?” dedim, “Biz, sizi arayacağız. Buyurun çıkabilirsiniz,” dedi. O an, ben de gülmek istedim ama sigaradan sararmış dişlerimin görünmesini istemediğim için kendimi zor da olsa tuttum. Bu arada porselen demişken “Şansımı bir de o sektörde mi denesem?” diye içimden geçen sese engel olamadım. Eee tabii kolay değil, koskoca sekiz yüz yetmiş dört gün… Denemediğim sektör, kovulmadığım kapı kalmadı. Hepsinin ağzında da aynı cümle, “Biz, sizi arayacağız.” Bundan sonra ararsanız namussuzsunuz! Aramayın ulan!
Arama, namussuz, ulan, kelimeleri zihnimde savrulurken, kumar makinelerinde yan yana gelen o muhteşem üçlü, sanki birden gözlerimin önünde belirdi. Yan yana gelen üç sihirli kelime; Arama, Arama, Arama… Yapacağım yeni işi buldum galiba! “Aramazsan arama yar aramazsan arama, zaten merhem olmazsın sen, benim gönül yarama…” Sevinçten olacak galiba dişlerimi cümle âleme göstere göstere bu şarkıyı söylemeye başladım. “Aramazsan arama yar…”
Güzel, zayıf ama bir o kadar da sevimsiz bayan, hayretle yüzüme baktı. Belki de yüzündeki hayret ifadesini biraz daha belirgin hale getirmek için yeniden konuşmaya başladım.
“Yaşamak nedir diye bana sorarlardı, kendini susturabilme becerisidir dedim. Aslında ben, bu beceriyle doğmuşum herhalde biliyor musunuz? Annem, ilk sözcüklerimi iki buçuk yaşında kullandığımı, tam anlamıyla konuşmaya ise ancak beş yaşında başlayabildiğimi söylerdi. Çoğu insan için sorun teşkil edebilecek bu durumu, ben yıllarca bir lütuf olarak gördüm. Bence ben, yeryüzündeki en şanslı insanlardan biriyim. Bu arada biriydim desem daha doğru olacak herhalde. Niye böyle doğdum bilmiyorum. Tanrı niye beni seçti, bunun da bilgisine sahip değilim ama bildiğim bir şey var ki insanlar konuştukça sözcüklerin esiri oluyorlar. Sözcükler için nefes alıp sözcükler için ölüyorlar.
Benim hiç şikâyetçi olmadığım hatta dediğim gibi çok hoşuma giden bu özelliğim, ortaokula kadar kimse de büyük bir sıkıntı oluşturmadı. Herkes, “Biraz utangaç bir çocuk, büyüdükçe açılır,” deyip konuyu geçiştirdi. Hatta birçok ortamda, “Aaa ne kadar da uslu bir çocuk yetiştirmişsiniz,” deyip annemi ve babamı defalarca övdüler. Belki de onlar övdükçe ben daha da sustum. Bu arada insanoğlu ne garip değil mi? Çocukken susmamızı, büyüyünce insanların istediği kadar konuşmamızı, yaşlanınca ise sessizce ölmemizi istiyorlar. Ben, buna, tasarlanmış gürültü planı diyorum. Hâlbuki yaşamak dediğin şey, bir gürültü olmamalı!
Neyse, önce övüldüğüm sonra ise sövüldüğüm bu özelliğime karşı ilk başkaldırıyı 6. sınıftayken Türkçe öğretmenim yaptı. Bana, “Dönem boyu mal mal oturdun, ağzından tek bir cümle çıkmadı!” deyince yıllarca üstümde bir madalya gibi taşıdığım bu özelliğimden artık utanmaya başladım. Ve o gün şunun farkına vardım ki insan, bir kez kendinden utanmaya başlayınca bir daha asla kendini bulamıyor.
Lisede, toplum baskısına boyun eğip birkaç konuşma girişiminde bulundum. Sonuncu girişimimi ise sevdiğim kız üzerinde gerçekleştirdim. En büyük hatam da bu oldu zaten. O günden sonra uzun süre kendimle bile konuşamadım. Herkesi bir tarafa koyalım ama insanın kendi sesini duyamaması, kendiyle konuşamaması ne kadar acı biliyor musunuz?”
Güzel, zayıf ama bir o kadar da sevimsiz bayan, sessizce oturduğu yerden kalktı. Burnuna kadar inmiş olan gözlüklerini, serçe parmağıyla geriye doğru itip gözlerimin içine baktı. Söylediklerimden etkilendi herhalde diye düşünürken kulağıma doğru eğilip, “Defolup git yoksa güvenliği çağıracağım!” dedi ve bunu o kadar kibar söyledi ki inanın hiç zoruma gitmedi. Hatta bu durum hoşuma bile gitti diyebilirim. Çünkü ben, maskelerin ardına gizlenmiş sahte sözcükleri hiç sevmiyorum. Sözcükler, yeri gelince hayat gibi keskin olmalı ve bir giyotin gibi düşürmeli riyakâr bakışları.
“Bari hikâyenin sonunu da anlatsaydım. Bu kadar sessiz, sakin bir adamın nasıl bu hale geldiğini hiç merak etmiyor musunuz?” dememe kalmadan zayıf, güzel ama bir o kadar da sevimsiz bayan, eliyle işaret yapıp, “Şakir!” diye seslendi. “Şakir isimli güvenlikçi mi olur?” deyip aptalca bir kahkaha attım. Sonra, “Tamam tamam ben çıkarım!” deyip yürümeye başladım. Sonu bile merak edilmeyen bir hikâyenin figüranı olmak ne kadar da zor!
Otobüs durağına geldiğimde saat, onu on sekiz geçiyordu. Saatim yine geri kalmadıysa otobüsün gelmesine sadece iki dakika kalmıştı. Hava biraz soğuk olduğu için durağın önünde volta atar gibi yürümeye başladım. Daha ikinci turu bitirmeden otobüs durağa yanaştı, tısss diye kapıları açıldı ve durakta bekleyen insanlar sırayla otobüse binmeye başladılar. Fazla sıra olmadığı halde araya kaynak olmaya çalışan son uyanık da otobüse binince, ben de kent kartımı okutup arkaya doğru ilerlemeye başladım. Bu sırada şoförün hemen arkasındaki koltuğa oturmuş daha doğrusu oraya yerleşmiş teyzeler, sanki kısır gününe misafir kabul eder gibi beni başlarıyla selamladılar. Hatta yanlış duymadıysam biri, “Hoş geldin oğlum,” bile dedi.
“Delikanlı, kartını bir daha okutur musun?”
“Bana mı dediniz?”
“Cihaz bazen donuyor, herhalde yine öyle oldu. Sizin ücreti makine çekememiş.”
Şoförün uyarısıyla tekrar geriye döndüm. Sadece iş görüşmelerinde giydiğim siyah kumaş pantolonumun geniş cebinden kartımı çıkarıp makineye doğrulttum. Dıt sesini duyunca bu sefer makinenin ekranına da baktım. Koca harflerle, bakiye yetersiz yazıyordu.
“Kartında para yok delikanlı, rica et de biri senin yerine kartını okutsun.”
Şoför, sözlerini bitirince mahcubiyetle hemen önümde duran teyzelerin yüzüne baktım. Biraz önce gözümün içine içine bakan teyzeler gözlerini benden kaçırdılar. Hatta biri, “Kesin numara yapıyor, bu da yeni moda!” deyip söylenmeye başladı.
“Teyzeciğim, parasını versem de kartınızı benim yerime okutsanız olur mu?”
Diğerine göre otobüs tecrübesinin daha fazla olduğunu her haliyle belli eden kısa, şişman ama bir o kadar da sevimli teyze, kızını istiyormuşum gibi bir havayla yüzüme bile bakmadan, “Biz, yaşlı kartı kullanıyoruz, bize otobüs bedava, sen başkasından iste yavrum,” dedi. Diğeri ise kaynanasına küsmüş bir gelin gibi söylene söylene bana sırtını döndü. İşin içine para girince otobüs bile küsebiliyordu insana. Geriye bir cam sileceğine tutunmaya çalışan ve adı yaşamak denilen eski bir tiyatro kalıyordu.
Teyzelerden olumsuz cevap alınca niye bilmiyorum ama utandım. Hem de o kadar çok utandım ki başka birine, “Kartınızı kullanabilir miyim?” sorusunu sormaya cesaret edemeden hızlıca otobüsten indim. Sonra böyle utangaç davrandığım için kendimden yine utandım. Oysa utanması gereken onca insan varken niye hep ben utanıyorum ki? Cevabını bir türlü bulamayacağım bu soruya kafa yormayı erteleyip hızlıca yürümeye başladım. Çünkü insan adım atmadan acılarını, utançlarını, keşkelerini geride bırakamıyor. Bir adım attım, hayat otobüs durağında ayakta kaldı.
Yerinden çıkmış kaldırım taşları yüzünden her adım atışımda üstüme sıçrayan yağmur sularına aldırmadan bir süre yürüdüm. Bu sırada istemsizce önünden geçtiğim dükkânların camlarına bakıyordum. “Çırak ve kalfa alınacaktır. Dolgun ücretle ütücü ve ortacı alınacaktır. Bulaşıkçı aranıyor…”
Neredeyse her camda bir ilan vardı ama dört yıl okuduğum üniversitem ile ilgili tek bir ilan bulamıyordum. Okudukça iş bulmanın zorlaştığı bir ülkede, ilanlarda bir gün ben de yer alırım umuduyla yürümeye devam ettim. Daha birkaç adım atmadan aniden durdum. “İşletme mezunu bulaşıkçı olamaz diye bir kanun mu var?” deyip camda ilanın asılı olduğu lokantaya giriş yaptım. Böyle bir şey niye yaptım bilmiyorum ama herhalde yeni atılacağım işe başlamadan önce son bir deneme daha yapıp kendimi rahatlatmak istiyordum.
Vakit öğleye yaklaştığı için lokanta bir hayli hareketliydi. Girişte yer alan kasanın yanında kimseler olmayınca etrafa bakıp bilgi alacağım birini bulmaya çalıştım. Bakışlarım bir masadan diğerine zıplarken sanki göbeği iyice belli olsun diye üzerindeki önlüğünü iyice sıkan ve omzuna attığı havlusu ile bu soğukta bile sürekli terini silen bir amca yanıma doğru sokuldu.
“Buyurun sizi şöyle alalım, ne isterdiniz?”
“Şey, ben...”
“Askıda yemek için geldiysen bugün hepsi tükendi.”
“Yok ben şey için gelmiştim…”
“Hadi işim gücüm var delikanlı ne için geldiysen hemen söyle, burada böyle seni mi bekleyeceğim?”
“İlan…”
Ağzımdan çıkan sözü daha bitirmeden amca, “Biz bayan bulaşıkçı arıyoruz. Hem sen o işleri yapamazsın!” deyip konuşmama izin bile vermeden kapıdan içeri giren yeni müşteriye yöneldi. Hayat, yine beni yanıltmamıştı. Kimsenin kimseyi dinlemeye vakti yoktu ama herkesin nedense söyleyeceği bir sözü hep vardı. Hem de adresi belli olmayan kaybolmuş sözleri.
Dükkândan dışarı çıktım. Yüzüme yerleştirdiğim aptalca bir tebessümle yürümeye devam ettim. Bu son olay, aldığım kararın ne kadar yerinde olduğunu bana bir kez daha göstermişti. Yüzüme istemsizce yerleşen öfkeyle adımlarımı hızlandırdım. Tam yirmi sekiz dakika sonra evin kapısını açıp kendimi odama attım. Yatağıma uzanmadan önce dizüstü bilgisayarımı alıp etrafa şöyle bir baktım. Her şey tıpkı annemin istediği gibi yerli yerindeydi. Çiçekleri sulamış, yatağımı düzeltmiş, okuduğum kitapları düzgünce yerlerine yerleştirmiştim. Odada dağınık bir şekilde duran tek şey çalışma masamın üzerinde aylardır duran o mektuptu ve ona da zaten bir türlü dokunamıyordum.
Bilgisayarımı açıp sosyal medyada hemen bir işletme sayfası açtım. Bu sırada bir yandan da insanlarla yüz yüze görüşebileceğim ofis tarzı bir yer için kiralık ilanlarına baktım. İlk kirayı vermem için evden birkaç parça eşya satmam gerekiyor düşüncesi bile beni kararımdan döndürmedi. Kendinden emin bir şekilde ayağa kalkıp çalışma masama yöneldim. Hazır kendime bu kadar güveniyorken çalışma masamın üstünde duran mektuba çekinerek elimi uzattım. Ona uzanınca tüm gücüm sanki bir anda çekildi. Yıllarca insanların dışladığı o suskun ve ürkek çocuk, sanki tekrar bedenime geri döndü. Gök gürültüsünden korkan bir çocuk gibi gözlerimi kapatıp mektubu elime aldım. Mektup hâlâ o günkü gibi sımsıcaktı. Annemin nefesinin sıcaklığı sanki satırların arasında dolaşıyordu. Hıçkıra hıçkıra mektubu açıp aylar sonra o ölüm kokan mektubu tekrar okumaya başladım.
“…Kimse benimle konuşmuyor bile. Herkes kendi halinde. Evin içinde bir yabancı gibiyim. Sanki kimse beni istemiyor. Bunca alfabeye, bunca cümleye, bunca kelimeye ve bunca sese rağmen beni anlayacak, benimle konuşacak kimse yok mu?”
Hıçkırıklar içinde mektubu tekrar yerine attım. Bir cinayet faalinin duyduğu vicdan azabıyla bir süre odada öylece dolandım. Sonra bilgisayarı yeniden elime aldım. Açtığım işletme sayfasının tanıtım ilanını son bir kez gözden geçirdim.
“Aynalarla konuşmaktan sıkılmadınız mı? Anlaşılmadığınızı mı düşünüyorsunuz? Kimse sizi dinlemiyor mu? O zaman bizi arayın. Belki sizi tüm dertlerinizden kurtaramayabiliriz ama emin olun tüm dertlerinizi içtenlikle dinleyebiliriz. Sesinize ses, derdinize sırdaş olmaya geliyoruz.”
İletişim bilgilerini de girdikten sonra işletme sayfamı aktif hale getirdim. İçime yerleşen garip bir huzurla yatağa uzandım. Bu sırada bakışlarımın hâlâ çalışma masamın üstünde yer alan o mektuptaydı. Bir süre mektuba öylece baktım. Sonra hızlıca ayağa kalkıp mektubu alıp annemden kalan birkaç hatırayı sakladığım o küçük sandığın içine koydum. “Acılar, gözle görününce unutması daha zor olur,” derdi annem, bu yüzden acılarımı sandıklara gizledim.
Gizlediğim, geride bıraktığım veya geride bırakmaya çalıştığım her şeyi, bir kuyruk gibi peşimden sürükleyip mutfağa yöneldim. Mutfak kapısına kavuştuğumda telefonum çalmaya başladı. Tekrar geri dönüp odamdan telefonumu aldım. Ekranda, telefonumda kayıtlı olmayan bir numara vardı. İsteksizce telefonu açtım.
“Alo, merhaba. Sessiz Çığlıklar Kulübü mü? Bir randevu talep edecektim.”
Ramazan Kayaoğlu
Commentaires